Müslüman Olanın Neyi Olmaz

Müslüman Olanın Neyi Olmaz

1.Mü’min olmak, İslam inancının ve şeri fıkıh nizamının gereği ve sonucu olarak toplumsal örgütlenme ve münasebetlerde de doğal olarak mü’min olmaktır. O sebeple İslam, bütüncül olarak kendi sosyal dokusunu ören, kendi toplumsal ve siyasal hayatını düzenleyen kuralları bildiren bir dindir.
Müminler arasındaki ilişkiler velayet bağıyla kurulur. En küçük sosyal birimden en geniş çatı örgütüne kadar haram helal ölçüsü sınırları tayin eder, sorumlulukları yükler. Dolayısıyla nikâh, aile, komşuluk, mahalle, cemaat aidiyeti biçiminde sosyal dokular gelişir, İslam hukuk nizamı, İslam iktisadı ve İslam siyaseti bu dokuları bütünleştirerek millet nitelikli yapısallığı ve birliği organik bir düzenle ikmal edip etkinleştirir.
İslam inancının sosyal hayata yansıması bir bütün olarak İslam adaletini ve İslam ahlakını ortaya çıkartır. Adalet ve ahlak parçalanmaz bir bütünlüğü temsil ettiği için toplumsal hayat parçalı yaşanmaz. Bu sebeple ne itikâdi ne ibadî, ne mesleki ne iktisadi, ne hukuki ne adli, ne sanatsal ne mimari, ne kentsel ne siyasi hayatlar, İslam’dan bağımsız, kendi başlarına ayrı ayrı hayatlar değildir.
Bu bağlamda söylenmeli ki bir Müslümanın İslam ahlakından ve adaletinden kopuk ayrıca bir ‘yaşam, mülkiyet, hayat, çocuk, ücret, kadın, cinsiyet, emek, çevre, inanç’ sorunu gibi parçalı sorunları yoktur, dolayısıyla bu ayrımlara dayalı birer ‘hak ve özgürlükler’ mücadelesi gibi mücadele biçimi de yoktur. Çünkü bu gibi parçalanmış sorun ve haklar, parçalanmış zihinlerin ve parçalı yaşanan hayatların sorunudur.
2. Modern demokratik ideolojiler olarak ortaya çıkmış ve İslam’dan inanç ve yaşam biçimi olarak ayrışmış, kitap ehli inanç sahipleri dahil Liberaller, Sosyalistler ve Milliyetçiler, en başta örgütlenme temelinde ‘diğerleri’ olarak ayrışır. Bu diğerleri, kendi içinde, kendi ahlak/etik ve adalet anlayışı ve uygulayışlarıyla ‘kendileri’ olarak ayrıca ayrışır. Bu ayrışma, sorunları tespit ve çözüm yolları bakımından sosyal örgütlenme biçimine yansır, kendi iktisadını, hukukunu ve siyasetini hükümran etmek için politik alanda hegemonik çatışma üretir.
Son 50 yılda tarihin sonunun geldiği iddiasıyla tek kalan neo-liberal küresel ideolojinin şimdilerde ortaya çıkan büyük ‘yalanı’ hemen her inanç sahibini ikna etmişti. Yalan, ‘biz ve öteki’ biçiminde ayrışan inanç temelli grupsal farklılıkların artık ortadan kalktığıyla ilgiliydi. Söyledikleriyse evrensel ve soyut bir insan tanımıyla, bu insana ait evrensel haklara sahip bireylerin eşit biçimde müzakereci ve katılımcı demokrasiye kavuştukları, bu sayede bireylerin dine değil ortak akla dayalı rasyonel çıkar birliğinde uzlaştıklarıydı.
Söylenenle gerçek örtüşmüyordu. Soğuk savaşın bitişiyle birlikte tarihe havale edilen sosyalizm sonrası tek kalan liberalizm, küresel kozmopolit çağda hegemonik iktidarını kurmuş, kapitalist serbest ticaret ve mali sistem önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmış, sermaye hükümranlık sağlamıştı.
İnsanlar yalana nasıl ikna edilmişti? Ulus devletler, yurttaşlarının birey olmaktan kaynaklı evrensel hak ve özgürlüklerine müdahale eden politikaları nedeniyle eleştirildi. Onların ekonomiden el çekerek küçülmeleri, ulus-üstü kurumlar tarafından denetlenmeleri istendi. Katılımcı ve müzakereci demokrasi bu vasatta parlatıldı. Kimlik temelli siyasetten ve politik mücadeleden bu sebeple vazgeçilmesi sağlandı. Ve insanlar cümleten neo-liberal dinin milletleri oldular!
Oldular da ne oldu? Tarihin en ilkel ve gerici ideolojisi ve yaşam biçimi olan kavmiyetçi milliyetçi ve yerli ideoloji şimdilerde tüm dünyayı etkisi altına almaya, insanlara bir umut olarak görülmeye başladı. Neo-liberal yalanın balonu patlayınca, tarihe havale edilen sosyalizm yerine milliyetçilik kurtuluş çaresi olarak geri döndü.
3. Antik Yunan’dan bu yana süregelen felsefik, kozmolojik ve kozmopolit varlık ve yaratılış anlayışına dayalı Batılı zihnin inşa ettiği yaşam tarzı modeli, kendine has bir ‘bizi’ ifade etti, ‘öteki’ olarak tanıttıklarını hep olumsuz olarak suçladı ve dışladı.
Bu model en temelde, vahiy temelli bilgiye tabi dindar kulu, akıl temelli felsefik bilgiyle dayalı özne bir varlığa dönüştürerek işe başlar. Özneleşen birey, her tür mukaddesten ve toplumsal yarardan bağımsız olarak inşa edilmiş özgür veya özerk bir kimliktir. Bu kimlik, doğru ve yanlışa kendi karar veren, rasyonel çıkarlar temelinde kendi nam ve hesabına davranan, kendi kazanıp kendi harcayan, kimseye hesap vermeyen, sosyal münasebetlerini menfaatleri doğrultusunda rasyonel davranarak kuran, sivil toplum şeklinde örgütlenerek güvenliğini sağlayan bir şahsiyet inşasıdır. Bu nitelikler hayata nasıl yansır?
Özgür bireyin nikâhı olmaz, nikâhsız beraber yaşamı olur. Vücudu üzerinde egemendir. Dilediğince cinsi özgürlüğe sahiptir. Dolayısıyla beraber yaşayan çiftin ailesi olmaz. Ailesi olmayanın sorumluluğu, sorumluluğu olmayanın çocuk ve ebeveyn münasebeti olmaz, ahlakı, hukuku ve sorumluluğu gelişmez. Bunun doğal sonucu olarak komşuluk ve mahalle yapısı şekillenmez. Dayanışmacı ve denetleyici cemaat biçimi oluşmaz.
Nikâh, aile, komşuluk, mahalle, cemaat gibi bağlar, gündelik hayatta insanın sığınacağı ve korunacağı sosyal ve iktisadi dokulardır, güvenliği sağlayıcı emniyetli sığınaklardır. Batılı model bu bağları çözmüş, özgür bireyi yaratmış, bireyi evrensel ‘haklar’ ve birey temelli ‘yaşam tarzıyla’ kuşatmış, politik hegemona ve şirketlere mahkum bir nesneye dönüştürmüştür.
Nesnelleşen birey, devletle ve sermayeyle baş başa kaldığında elinde kullanacağı tek araç olan sivil topluma sığınır. Sivil toplum, devletle birey arasında aracılık ettiği sanılan, haklar meselesiyle avunan ama işler tersine döndüğünde devletin ve sermayenin koyduğu sınırlara çarpıp kafa göz yaran ‘sanal’ örgütlenmelerdir.
4. Antik Yunan demokrasisinden modern demokrasiye geçene kadar ‘yurttaş’ tanımı ve statüsünde birçok değişiklikler oldu. Yunan’da yurttaş sayılmayan kadın ve çocuk, köylü ve köle sınıfı ‘insan türleri’, yurttaşlık haklarına kavuştular.
Avrupalılar, atalarından devraldıkları yurttaş tanımını, aynı ulusa ait, aynı dili konuşan, aynı yurtta yaşayıp aynı devletin mensupları olanlar olarak yeniledi. Yenilenen yurttaşlık statüsüyle bireyler ‘Mülkiyet-seyahat- kadın-çocuk-eşit işe eşit ücret-cinsiyet-inanç-sağlık-yaşam’ gibi ‘haklara’ kâğıt üstünde de olsa kavuştu.
Buna karşılık politik iktidar alanı aynı kaldı. Nasıl Yunan’da ‘toprağa dayalı mülkün sahibi olanlar’ yurttaş sayılıyor ve siyaset tekelini elinde bulunduruyor idiyse, şimdi de, mülkiyetin değişen niteliği dolayısıyla ‘sermayeyi’ ellerinde bulunduran seçkinler, diğerlerinden farklı yurttaşlar olarak siyaset tekelini ellerinde bulunduruyor. Burada değişen şey görüntü itibarıyla ‘yurttaş egemenliği’ sloganıyla, doğrudan demokrasi yerine temsili demokrasi yalanıdır. Bu sayede politik iktidar alanında hegemonya kuranlar, politik iktidar alanının nötr olduğuna ikna ediyor, seçimlerle yurttaşa kendilerini onaylattırıyor… Siz hiç oylarıyla sistem değiştiren, çoğunluk lehine haklarını alan yurttaş egemenliği diye bir egemen güce şahit oldunuz mu?
Eşitlik, özgürlük ve haklar temelli meselelerde muhatap kimdir, bu haklar kimden isteniyor, kime karşı koruma sağlamak için mücadele veriliyor?.. Antik Yunan’daki özel statüye sahip yurttaştan. Roma devrinde bu yurttaşı tanrısal referansla kutsayan Kiliseden ve dinden. Feodal dönemdeki teolojik otoriteden, kral ve prenslerden. Modern dönemde ‘yurttaşları temsil’ eden ‘devletten.’
Eskisiyle yenisiyle yurttaşları ‘temsil’ eden güç her daim başına buyruk ‘muktedir’ olandı. Çatışmaları ve iç kargaşaları bitirdiği için ‘Tanrısal’ hak ve yetkilere sahip kılınandı. Düzen ve istikrar sağlayıcılığı nedeniyle farklı yurttaş gruplarının ‘itaat’ ettiği kutsaldı. Tarihsel döneme ve şartlara göre hakları koruması yahut tanımlanmış hakları vermesi için mücadele edilmesi gereken ‘devlet’ oldu.
5. Son zamanlarda ülkemizde de gündem edilip duran ve hemen her kesimi etkisi altına sokan ‘çevre ve hayvan hakları’ söylem ve savunusu, gerçekte ‘yaşam hakkı, çocuk hakkı, kadın hakkı, cinsiyet hakkı, inanç hakkı…’ gibi bireysel hak ve özgürlüklerin bir devamı olup tüm bunların neo-liberal serbest ticaret hegemonyasıyla doğrudan bağlantısı vardır.
Bu tartışmalar küresel nitelikte siyasal bir projedir. Neo-liberal ve küresel kozmopolit aşamada geleneksel toplumların ve dahi özellikle Müslüman toplumların dönüştürülmesi için uygulamaya konmuş, çok ‘akıllıca’ yürütülen ideolojik ikna temelli bir projedir. Dolayısıyla rast gele değildir, insanın ve toplumsalın bir ihtiyacından da kaynaklanmıyor.
Hatırlayalım ki ‘küresel kozmopolit bir çağda’ yaşıyoruz. Tarihin sonu ilan edileli, neo-liberalizmin tekliğini ve üstünlüğünü kabul ettireli çok oldu. Bu sürede kapitalist hegemonyayı gizlemek için politik iktidar alanının nötr olduğu yalanını çok tuttu. ‘Evrensel haklar’, ‘evrensel soyut insan eşitliği’, ‘katılımcı ve müzakereci demokrasi’ tuzağı Müslümanları dahi yakaladı.
Bir başka deyişle bütün eşitlik, hak ve özgürlükler meselesi: Nikâhı, uzun zaman önce gelenekte bırakmış; aileyi, gettolaşmış ve kırsala mahkum edilmiş dindara havale etmiş; komşuluğu ve mahalleyi, apartmana, siteye ve plazaya bedel olarak hibe etmiş; iktisadını, şirketlere ve marketlere teslim etmiş; dini hukuku ve cemaati ötekileştirip arkasında bırakarak sivilleşmiş; ahiret cenneti yerine dünyevi cennetin peşine düşmüş; paradan ve menfaatten gayri dostu ve arkadaşı kalmamış rasyonel bireylerin meselesidir.
6. Bunca şeyden sonra söylenmesi gereken şey, uhreviyata ait bir dini inanca sahip olanların yahut, neo-liberal, sosyalist veya milliyetçi bir ideolojiyi benimseyenlerin bitmez tükenmez bir hak mücadelesi hep sürecektir. Birisini alsa diğeri için, birisini korurken diğerini kaptırmamak için mücadele etmeye devam edeceklerdir.
Ne diyelim, 18 yaşından sonra her kesin özgür olması gerektiği üzerine düzenlenmiş Batılı sosyal ve toplumsal bir hayatta, varlığı unutulmuş bir ailede, komşu, mahalle ve cemaat hayatından bahsetmek, çocuğun da, kadının da, cinsiyetinde, mahremiyetin de, çevrenin de, hayvanın da, hep birilerinin ‘korumasına’ ihtiyacı olduğu söylenmeli. Bu hep birileri, çağımızda şirketler ve devlettir. Modern devletin istediği buydu, muradına ermiş oldu! Gerisini modernleşen ve bireyleşen dindar düşünsün!
Her işini devlete havale etmiş olanların aslında, devletin her şeyden bağımsız kutsal bir otorite olduğunu kabul ettiklerini var sayarsak, bu sayede insanların kapitalist iktisadın kulları olmaya gönüllü olduklarını, piyasanın nesnesi olarak yönlendirilmeyi bu işin doğrusu sandıklarını söylemek mümkündür.
Şu halde özgür birey kimliğiyle sivil toplumlar olarak örgütlenenler, rasyonel çıkarları için müzakereci ve katılımcı demokrasiyi yüceltebilir, ortak akılla alacakları ‘makul’ kararlarda buluşabilir, devlete ve piyasaya karşı özgürlükler ve haklar mücadelesini sürdürebilirler. Bu onların meselesi olsun… İslam ahlakı ve adaletiyle kimliklenen Müslümanların böylesi meseleleri niye olsun ki?
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir