Siyer Notları 1: Tarih Şuuru ve Kavram Sistematiği

Siyer Notları 1: Tarih Şuuru ve Kavram Sistematiği

1. Tarih, kabaca geçmişte olup bitenlerin günümüze aktarılmış bir hikayesidir ama dünde kalmış, geçmiş zaman dilimiyle sınırlı ve alakalı bir anlatıdan ibaret bir hikaye değildir. Dolayısıyla ilkellikten mükemmelliğe doğru seyreden, gerisini terk edip her çağda yenilenen lineer bir gelişme ve evrimleşme de değildir.
Tarih, toplumsal hafızayı kodlayan, değerler sistemini aktaran, iktidar itaat ilişkisini meşrulaştıran, sosyal statüyü tayin eden özelliğiyle fertlerin üstünde ve ötesinde, toplumsal bir role sahiptir. Bu günü belirleyendir çünkü yarın bu günden belirlenmektedir. Bu sebeple tarihsel zaman dilimleri helezonik şekilde birbirinin üstüne binerek devam eder.
Tarihsel olan şey, toplumsal olandır. Toplumsal olansa, milletlerin ve devletlerin yükseliş ve düşüşleri, siyaset etme biçimleri ve hukuki düzenleri, üretimleri ve ticaretleri, savaşları ve barışları, yoksulluk ve zenginlikleri, kültürleri ve sanatlarıdır. Mimarileri, giyim ve kuşamları, adet ve örfleridir. Coşkuları ve hüzünleridir. Özetle yaşam biçimleridir, dinleridir.
Tarihsel olan, bir tarafıyla en temelde beşeri olan, beşer iradesiyle doğrudan alakalı olandır. Beşerin ürettikleri, icatları, geliştirdikleri, tekniği, bilimi, kullandıkları alet edevatlarıdır. Bir sonraki zaman dilimine aktardıklarıyla katkılarıdır. Başka bir tarafıyla tarih, kendi başına bir ilah olmayan, kendi şartlarını dayatmayan, kaderi tayin etmeyendir. İnsanlar ne yaparsa yapsın tarihin kurallarına uymak zorunda kaldığı bir irade de değildir. Allah’ın genel yasalarına tabi olan nesillerin, zamanların ve şartların doğrultusunda, beşerin toplamda kendi iradeleriyle yapıp ettikleridir, imtihanlarıdır.
Müslümanlar nezdinde tarih, iman küfür değerlerinin çatıştığı toplumsal bir sahnedir. Bu tarafıyla hak olanla batılın, salih olanla bozguncunun karşılaştığı ibretlik gösteri sırasıdır, toplumların ecel sürelerinde üstlendikleri rolleri yani tercihleri sebebiyle her neslin şahitlendirilmesidir. Bu bağlamda eskiyen bir şey yoktur. Şu halde tarihsel olan beşeri olandır. Beşer çapında ve katında olup bitenlerdir.
İslam, tarihin ve toplumun dışından geldiği için toplumsal ve zamansal şartlarla ve kültürel bağlamla mukayyet olmayandır. Dolayısıyla tarihsel zaman dilimlerinde yaşamış nesillerin dil imkanlarının, kültürel birikimlerinin, evren ve varlık anlayışlarının bir ürünü ve sonucu da değildir. Buna rağmen İslam, tarihe ve topluma müdahale eden, doğruluğunu tasdik etmiş müminleri eliyle şartları değiştirip düzenlemek ve denetlemek isteyen bir iradedir. Bu sebepledir ki her kavme bir elçi yollanmış, hakikat her çağa ve nesle apaçık bildirilmiştir.
2. ‘Alet çalışır el övünür’ demişler. Demek ki alet edevat bir öncekine kıyasla, alet bilgisi ve deneme yanılma yöntemiyle geliştirilmiş, hayatı kolaylaştıran, tarımda, hayvancılıkta, sınaide ve ticarette üretimi artıran, verimliliği yükselten, zenginliği sağlayan, toplum ve devlet katında güç unsuruna dönüşen maddi araçlardır. Araçların imali, kullanım alanı ve doğuracağı sonuçları itibarıyla insanlar ve varlıklar arası münasebetleri de tayin edici özelliğiyle önem arz ediyor.
Modern çağın akıl yapısı, her şeyi mali kazanç ölçüsüne göre tayin ettiği için aletler de bu vasıflarıyla değerli ya da değersiz sayılıyor. Bu sebeple aletler belirleyici rol üstleniyor. Gelişmiş aletlere sahip olanlar üstünlük elde ediyor. Söz gelimi ilaç endüstrisi ve sağlık sektöründe tedavi için üretilen alet edevat, normalde hastalıkların tedavisi için vardır, kârdan çok insanlığa hizmet amacı güder. Doğalı budur.
Modern çağdaysa gerçek tam tersidir. Sağlık sektörü de bir endüstriye, sanayiye dönmüştür. ‘Müşteri’ potansiyeli bakımından tercihlik değil mahkumiyet söz konusu olduğu için bu alan çok kârlı bir alan olmuş, bütün dünyada üç beş tekel arasında paylaşılmış, tıp eğitimini dahi yönlendirmiştir. Bu sebeple tedavi ettiği kadar ve hatta daha fazla hastalık üretmektedir. Maksat kâr olunca insan sağlığı hiçte önemli değildir.
Mimari, giyim-kuşam, savaş, medya, eğitim, üretim, iletişim ve ulaşım vs hayata dair bütün alanlarda aynı mantalite hükümrandır. Çünkü üretim artık ihtiyaç için değil tüketim için yapılmakta, daha çok üretim, daha çok kazanç kapısı olarak görülmektedir. İhtiyaç, kalite ve ahlak ölçüsü yerine daha ucuza ve daha yüksek adetlerde üretmek, maliyeti düşürmek ve rekabet etmekle bağlı olmuş, dolayısıyla bir taraftan tüketimi kamçılamak, diğer taraftan aletleri geliştirip tekelleşmek önemli olmuştur. Aletler bu işte tayin edici fonksiyon kazanmıştır. Bu sebeple ‘aletler’, artık sadece alet olmaktan ve masum üretim aracı olmaktan çıkmıştır.
İnsan hayatı aletsiz de olamayacağına göre, her şeyde olduğu gibi beşer hayatında ihtiyaçları karşılayacak, zenginliği ve gücü temin edecek aletleri üreten ve kullanan mantaliteye, dünya görüşüne dikkat gerekir. Ve bu bir zihniyet meselesidir. Yani el’in övüneceği alet, yerini zenginlik sağlayıcı araç olmaya terk etmiştir.
Aletler, bilgiyle, bilimle alakalıdır. İnsanlık bu bilgiyi kullanarak başından beri alet üretmektedir. İhtiyaç hasıl oldukça tekniği geliştirmiş, aletleri çeşitlendirmiş ve artırmıştır. Fakat modern döneme kadar aletler, insanlar arasındaki ilişkileri belirleyici olmamıştı. Geçmişte hemen her millet benzer teknikleri kullandılar ama bu sahada tekelleşmeye gitmediler.
18. Yüzyıldan sonra zihniyet yapısının değişmesiyle oluşan kapitalist mantalite yahut kâfir aklı, aletle kurulan münasebetin niteliğini de değiştirdi. Yeni alete sahip olmanın getirdiği üstünlükle hükümranlık elde etti, rekabeti sürdürmek için tekniği ve alet üretimini ‘ar-ge’ ve ‘araştırma laboratuvarlarıyla’ tekelleştirip ‘tekno-loji’ye dönüştürdü. Bundan sonradır ki aletler, aletlere sahip olma ve kullanımı insanlar arasındaki münasebetleri tayin edici rol üstlenmiştir. Mukayeseli üstünlük sağlanmıştır.
3. Tarihsel gelişmeler ve toplumsal aşamalar dolayısıyla toplumsal vaziyet, şimdilerde aletlerin insan ilişkilerini belirleyici özellik kazanması ve en yeni aletlere sahiplikle değerlendiriliyor: Kalkınmış yahut geri kalmış, yenilikçi yahut gelenekçi, medeni yahut barbar, reformist yahut dindar, ilerici yahut gerici vs ölçüleri bu sebeple, aletler üzerinden tedavülde tutuluyor. Burada ‘yeni’ iyiyi, ‘eski’ kötüyü, yenilikçiler zenginliği, gelenekçiler yoksulluğu temsil ediyor.
Son bir iki yüzyıldır ‘geri kalmış’ ve ‘yoksullaşmış’ yaftasını zihniyet ve kimlik olarak kabullenmiş ‘Müslüman dünya’, kendi tarihinden ve referansından kopmuş durumdadır. İlerleme ve kalkınmada, refah ve zenginlikte Batıyı referans almış dolayısıyla Batılı değerler ve fikirleri el üstünde tutmuştur. Bu halleriyle tarihin ve toplumun dışına çıkmış, siyasi ve iktisadi sahada, hukuki ve sosyal hayatta bir varlık sahibi olmadığı gibi alet üretmekte de kısırlaşmıştır.
4. Alet meselesini doğru değerlendirmek gerekiyor. Üretim araçlarına sahip olmak, üretim sürecini tayin eden doğal kaynaklar-girişimci-sermaye-emek unsurlarına hakim olmayı, pazarı tekeline almayı gerektiriyor. Üretim aşamasında tekniğe ve teknik aletlere sahip olanlar pazara da hakim oluyorlar. Alet kullanımı bu sayede emek sermaye münasebetini ve servet dağılımını tayin ediyor. Bu sebeple kafir zihni alete sahipliği üstünlük vasıtası sayıyor. Tüketim ekonomisi ve tüketici kitlesi denen devasa pazar etkinliği ve mali güç hükümranlığı bu sayede hüküm sürüyor.
Müslüman zihinde aletin yeri bambaşka bir şeyi ifade eder. Alet, üretim ve kullanım değeri olarak önemli değildir, ihtiyaç karşılığı olmasıyla önemlidir, değerlidir. Bu alete sahiplik bakımdan alet üstünlük vasıtası olarak görülmez. Sadece bir araçtır. Belirli işleri görmek konusunda, temel amaçlar çerçevesinde işe yarayan bir araçtır. Aletlerin kendisi dahi üretim ve kullanım aşamasıyla birlikte her aşamada, ahlaki bir sınırla sınırlanır.  O sebeple salt para kazanmak, servet biriktirmek, mali güç elde etmek ve bu sayede hükümranlık sağlamak için alete bir özellik yüklenmez. Gavur aklıyla Müslüman aklı arasındaki bu fark, ayırıcı ve tayin edici bir farktır.
Alet, modern çağda da ekonominin, üretimin ve gelişmişliğin gösterge araçları olarak öne çıktı. İnsan ilişkilerini belirleyici özellik kazandığı için siyaseti ve hukuku kendine göre yeniledi, sosyal statüleri yeniden düzenledi. Dolayısıyla toplumsal hayatı ve değerler sistemini kendince şekillendirdi. Tarihsellik yahut tarih dışılık, güçlülük yahut zayıflık bu ölçüyle tespit edildi. Dolayısıyla alet sadece alet olmaktan çıktı.
5. Alet nasıl ekonominin görünürde önemli araçlarıysa, imge-simge-semboller de klasiği moderni dahil, sanatın görünür araçlarıdır. Alet nasıl hukuku, sosyal statüyü belirleyici olduysa sanatın araçları da sanatın ne maksatla yapıldığını tayin eden imgelemeye dönüştü. Çünkü sanatta, bu imgeleme araçları üzerinden yapılıyor, belli maksatlara hizmet ediyor. Dünya tarihini değiştiren ‘Rönesansın’ sanat üzerinden geliştiğini unutmayalım.
Diğer pek çok bilimde olduğu gibi tarih bilimi yahut bilgisinin aracı da, tarih mantalitesi ve tarihsel anlatımı şekillendiren kavramlardır. Bu yönüyle kullanılan kavramlar, olayları, gelişmeleri doğru ve gerçekçi olarak nasıl anlayacağımız ve tanımlayacağımızı tayin eder. Kavramların kendine göre bir sistematiği ve hiyerarşisi vardır. Her şeyin açıklaması ve yapılması bu yolla mümkün oluyor. Doğrusu eğrisi ayrıdır ama temel esas budur.
Şimdi, kavram dediğimiz kelimeler, cümleler, terimler, taşıdıkları mana, ifade biçimi ve yönlendirmesiyle varlıklar ve insanlar arası münasebetleri tanımlıyor ve belirliyor. Elbette zihin yapısıyla ilgilidir bu söylediklerimiz. Kavramlar bu özelliği sebebiyle iki temel zihinsel dayanağa sahiptir:
İlki, Kur’an ve sünnete dayalı kavramlar, ikincisi, ilahi olanı red temelli rasyonel akla, tecrübeye, deney ve gözleme dayalı kavramlar. Buradaki kastımız mantaliteyi belirleyen, mantık bütünlüğü sağlayan, doğru yanlış ve iyi kötü ölçüsü koyan, refleks halinde davranışı belirleyen kavramlar olup fizik ve teknik bilimlerle doğrudan ilişkili değildir.
Ne demek istedik: Basit bir misal verirsek, beş kere beş kaç eder dediğimizde, birileri 25, birileri 55, birileri de 1000 diyebilir. Burada mantık doğru ama bir hesaplama hatası var deriz. Ama birileri beş kere beşi, güneştir, otomobildir, bilgisayardır derse deriz ki, burada bir hesaplama hatası değil mantık hatası vardır, mantalite bozukluğu vardır deriz.
Yahut, bir Müslüman zihin, ne tür yemek yapacağını daha evvelinden zihninde şekillendirdiği için pazardan alacağı maddeler otomatik olarak bellidir. Kalkıpta yemekte çeşitlilik olsun diye domuz etti almaz mesela. İçecek olarak şarap almayacağı gibi.
Kavramlar, hakikate dair bir izahta mantık hatası mı hesaplama hatası mı olup olmadığını söyleyen yahut gösteren bilgi araçlarıdır. Kavramsal sistematik ve hiyerarşi doğruysa bize, işin doğrusunu ve yanlışını söyler.
6. Son devirlerde Müslümanlar, ‘yenilik’, ‘reform’, ‘teknoloji’, ‘mağlubiyet’, ‘geri kalmışlık’, ‘tarihselcilik’, ‘laiklik’, ‘özgürlük’, ‘demokrasi’, ‘eşitlik’, ‘insan hakları’, ‘kapitalist serbest Pazar ekonomisi’ gibi en temel toplumsal meselelerde, hesap hatası yapmıyor, mantık hatası yapıyorlar. Dolayısıyla hayata, topluma, siyasete, hukuk nizamına, ekonomi politiğe bakarken İslami kavram sistematiği ve mantalitesi ile bakmıyor, izahını buna uygun olarak yapmıyor, yaşam biçimini buna göre düzeltmiyor. O halde ve en temelde zihinsel bir sorunumuz var demektir.
Şöyle bir misalle izahı somutlaştıralım: Daha yakın bir zamanda Müslümanlar, kitap ehli statüsündeki ‘Avrupa’ illerini ‘diyar’ı küffar’ olarak nitelemişti. Şimdilerdeyse medeniyetin, bilimin, teknolojinin vs beşiği ve referansı manasına ‘Avrupa’ olarak niteliyor. İki kavram yahut tanımlama arasında, zihinde canlanan algı doğuracağı sonuç itibarıyla siyah ile beyaz kadar fark vardır. Dolayısıyla ilişki kurarken de, ondan ne alıp vereceğiyle de ilgili olarak çok farklı sonuçlar çıkar.
7. Kavramların şöyle de bir zihin kurucu özelliği de vardır: Kavram, doğrunun ölçüsünü tayin ve tespit ettiği için hem ayrıştırır, hem de birleştirir. Bu ayrıştırma ve birleştirme, kavramsal sisteme göre tayin edilmiş hakikat ile batıl arasında olur. Misalen: Yeşil renk iyidir dediğimizde, diğer renklerin iyi olmadığını belirtmiş olur, yeşili benimser diğerlerini dışarıda tutarız. Ötekileştiririz. Bu bir ayrıştırma işlemidir. Fakat aynı zamanda, bütün yeşilleri birleştirmiş oluruz. Bu da bütünleştirme işlemidir. Ve kavram, bunu yapar.
Şu halde kavram deyip geçmeyelim. Geçmeyelim de, bilgi için, doğru bilgi için, anlamak ve tepki vermek için kullandığımız kavramın dayanağının ne olduğunu akıldan çıkartmayalım. Yani hesap hatasıyla mantık hatasını birbirine karıştırmayalım.
8. Kur’an nazil olmuştur. Hakikat, ayan beyan bildirilmiştir. İlim gelmiştir. Bize gelen ilimden sonra hevamıza, putperestlere, kitap ehline, yenilikçilere yahut modernistlere uyacak olursak, ateşin azabından bizi kim koruyacak?
Kur’an’ın daha ilk suresi Fatiha’da, ‘bizi doğru yola ilet’ diye dua ettiğimiz ve yardımını istediğimiz Allah, bize sapıkların ve gazaba uğrayanların niteliklerini ve gittikleri yolu bildirdi.
Salih alimlerimiz imanı tarif ederken ‘İkrar’ü bil lisan, tasdik’ü bil cenan’ diye tanımladı. Bu tanımdaki İslami mantaliteye, kullanılan kavramlara ve formülasyona dikkat edelim:
İkrar: Karar kılmak, kararlı ve istikrarlı olmak. Lisan: Allah’ın, kavimlerin diliyle bildirdiği, konuştukları kelimelerine giydirdiği manayı yahut hakikati, yani karar kıldıklarımızı dile getirmek. Tasdik: Dilin söylediği hususlara sadık kalmak, sıddık olmak. Cenan: Eski halden Müslümanlığa inkilab etmek. Kalb’ten geçenlerle dile gelenleri aynileştirmek, söylenen ile yapılanı bütünleştirmek, tavrı ve tarzı İslamileştirmek. İman ve amel bütünlüğü yani.
İlim derken, burada alet icat etme ilmi kast edilmiyor. Eskiden beri kullanılan aletlerin geliştirilmesi murat edilmiyor. Bu kısım insanlığın doğal özelliğinde var zaten. İnsanoğlu ihtiyacı neyse ona uygun olarak alet üretecektir, bunun ilmini kendisi geliştirecektir. Ama Müslüman zihne uygun alet icadı ve kullanımını tayin eden bir alet ilminden de bahsediliyor. Yani aletin Müslüman zihindeki yeri başkadır.
Burada ilimden kasıt, doğru ve eğrinin, hakikat ve batılın tanımlanması, ölçüsünün bildirilmesi, zihniyetin inşası, hal ve tavırlarda refleks olarak haram ve helale titizlik gösterilmesi, toplumsal hayatta sınırların çizilmesidir. Değerlerin, değer ölçülerinin, kavramların, kelimelere giydirilmiş mana ile ifade edilmesidir. Kendi mantık tutarlılığı içinde kavramsal sisteme dönüştürülmesidir. Dolayısıyla toplumsal sistemin dine göre düzenlenmesidir.
9. Tarihsel olan dolayısıyla tarihi zaman dilimlerinde yaşanan toplumsal hayatlar, nesillerin bu hakikatin ölçü ve sınırlarında, kendi kavramlarıyla kendi hayatlarını ve şartlarını düzenlemesidir. Bu haller dini ölçüler ve sınırlarda kalmak kaydıyla nesillerin dinden anladıkları, ürettikleri ve uyguladıklarıdır. Bu bakımdan hiçbir nesil bir diğerine referans olmaz ama hataları ve doğrularıyla ibret olur. İyi kötü örnekler olarak tarih olur. Tarih ilmi de hikaye olmaktan çıkıp bu işi görür.
Referans olan, doğru mu eğri mi diye bakılıp düzeltilecek olan iki müracaat yerimiz vardır: Birincisi, son peygamber olması sebebiyle Hz Muhammed’in tarihsel ve toplumsal olandan bağımsız olarak uyguladıkları, gösterdikleri manasına sünnetidir. İkincisi, ondan gördüklerine dayanarak yaptıklarıyla dört raşit halife devridir. Müslümanların, iman unsurlarıyla toplumsal hayatı bütünleştirmesi, Kitab’ı, doğru biçimde okuyup ondan istifade etmesi, isabet edip etmeme bağlamında bu iki referans, bize Allah’ın bir lütfudur.
Kur’an, her şeyin tek doğrulayıcı referansıdır amenna fakat bu ifade, zımmında başka bir sürü şeyi de çağrıştırıyor. Tarih sahnesinde gördüğümüz gibi yaşayarakta tecrübe sahibi oluyoruz ki tek başına kitap gerçeklikten, toplumsallıktan ve hayattan soyutlanıp metafizik aleme ait bir bilgiye dönüşebiliyor. Müslümanlar Kur’an’dan istifadeyle işitip itaat etmek, İslam ahlakıyla ahlaklanmak, tezkiye olup sorumluluk yüklenmek yerine, toplumsal zamanı ve şartları veri kabul edip Kitab’ı tahrif edebiliyor. Ve bu hal sadece modern zamana ve tarihe ait de değil. Kur’an’ın suçu da değil.
Unutmayalım ki Müslüman nesiller arasındaki tarihsel ve kavramsal ihtilaflar, Kur’an’a rağmendir. İhtilafların çözümü de Kur’an’a rağmendir. Demek ki Kur’an var ve o bize yeter demek, insanın kendini bir şekilde haklı çıkarmasına, arzu ve isteklerini meşrulaştırmasına da yarıyor! Buradaki ihtilafların halli dahi pratiği yaşanmış ve gösterilmiş tarihsel ve kavramsal referans dönemlerimizle alakalıdır. Allah’ın yasakladığı ruhbanlık kapısının sıkı sıkıya kapanmasının çok fazla yolu yok, insanlar da melek varlıklar değiller.
10. Kur’an, kafirleri, putperestleri ve müşrikleri ‘sefih’, ‘süfeha’ yani ‘akılsızlar’, ‘kıt akıllılar’ olarak niteledi. Allah’ın son nebisi Hz. Muhammed, Mekke dönemi boyunca hemşerilerini ‘cahil-ataları da bir şey bilmez-ilahları hiçbir şey değildir’ diye suçlarken sıklıkla ‘akılsızlar’ olarak da niteledi. Hemşerileri en çok da bu akılsızlar suçlamasına bozuluyordu. Müslümanlar bu iki dayanağa istinaden ‘kafirde akıl olsaydı Müslüman olurdu’ dediler. Bu ifadeler doğrudan dünya hayatını islamla düzenlemek, zamanı ve şartları İslamileştirerek düzeltmek ve yönetmekle alakalıdır. Dolayısıyla aletlere, kavramlara yüklenen anlamlarla bağlantılıdır.
Bu hakikate göre Batılıyı referans almak, bunu yaparken teknik-bilim-sanayi-ticaret-siyaset ve hukuk alanını öne çıkartıp, bunları kavramsal sistematiklerinden ve tarihsel gelişim seyirlerinden bağımsız olarak savunmak, Müslüman zihniyle alay etmekten farksızdır. Bir tarafta Batılı kavramsal ve değer sistemlerini takip edip diğer tarafta maneviyatçılığa ve moral değere indirgenmiş İslam’a sığınarak korumacılığa soyunmak, olsa olsa zihni parçalamak olur. Nitekim son iki yüz yılımızın resmi budur.
Hatırlayalım ki Müslümanlar tarihe yeni girmediler. Türedi değiller. Her şeyi yeni keşfetmiyorlar. İyisiyle kötüsüyle Adem’den bu yana süregelen bir tarihe ve toplumsal hafızaya sahipler. Bu gün taşıyamıyor olsa da kendi hakikat anlayışına ve diline sahipler. Ellerinde kitap, önlerinde sünnet vardır. Dolayısıyla hafızasız ve ebeveynsiz çocukluk rolü hiç yakışmıyor.
11. Bu uzun girişten sonra Hz. Muhammed’den bu yana geçen tarih akışında kısa bir değini yaparak nerelerde doğru yaptığımıza, nerelerde kırılma yaşadığımıza bir göz atıp, doğrusunu öğrenmek için Hz. Muhammed’in hayatına, siyer tarihimize geçebiliriz. Ama önce belirtmeli ki:
Hz. Muhammed’in Mekke’si ve Medine’sini, kitabın uygulandığı tek doğru referans yeri olarak kabul etmek önemlidir. Bundan sonra dört raşit halifenin ondan öğrendikleri ve gördüklerini ilk elden kendi zamanlarındaki uygulamalarını referans çerçevesi olarak kabul etmek önemli hale gelir. Peygambersiz bir dünyada bize gerek olanı bilmekte yarar vardır.
Bizce bu referans yeri ve çerçevesi, sonrakilere Allah’ın bir lütfudur. Burada bir müşkilatımız yoksa, günümüz dahil bu güne değin uzanan tarih çizgisinde yanlış ve doğruyu, nesillerden bağımsız olarak okuyabilir, onları kendi şartları içinde değerlendirip ne yapılması gerektiği hususunda göz aydınlığına ulaşabiliriz.
Burada mesele, nüzul şartları, ortamı ve tarihsel dönemi günümüze transfer ederken kitabın ayetleriyle doğrulayıp Müslümanca bir tarih felsefesi yapıp yapamamakta yatıyor. Tarihi değerlendirirken mantık hatası yapılmazsa şayet hesap hatasının düzeltilebilmesi her daim mümkündür.
12. Hz. Muhammed’in Mekke’si ve Medine’si, neyin nasıl uygulanacağıyla ilgili en doğru referanstır. En sağlıklı zihniyetin inşa edildiği ve salih şahsiyetlerin yetiştiği devre bu devredir. Derece farkıyla raşit halifeler devri ondan sonra gelir. Bilelim ki bu devrede alet üretimi ve kullanımında olduğu gibi aletle kurulan ilişkide de bir müşkilimiz yoktur.
İki şeyi birbirinden ayırmalıyız: İlki, toplumsal hayatın doğal akışında ve gelişiminde ihtiyaç duyulan araç ve gereçlerin üretimi veya başkalarından transferi meselesi. Bu mesele, dinle doğrudan alakalı olmayıp Müslüman zihni bozucu etki yapıp yapmayacağı bakımdan önemlidir. İkincisi, Allah’ın kitabında övdüğü Muhacirlerle Ensar’ın değil ama bunlara uyan sonrakilerin yahut yeni jenerasyonların iman ettikleri halde dünyaya meyletmeleri meselesini kavramak ama tövbe edip bağışlanma dileyenlerin halini de anlamaktır. Buna rağmen beşer tarihindeki hatalar silsilesinin başlaması mukadderdir.
Her şeye rağmen ilmiyle amil, yanlışı gösterip doğruya işaret eden alimlerimiz, bizzat kendi hayatlarında hakka şahitlik eden salih önderlerimiz hep olmuştur. Şimdi, siyasi tarafta başlayıp aşağıya doğru seyreden hem bozulma derecesine, hem bozulma şartlarına ve buna karşı çıkıp doğrusunu hatırlatanlara kısaca değinip, bazı isimler üzerinden örnekleme yapalım.
13. Hz. Peygamber sonrası ümmetin dünya işlerini çekip çevirecek, sünnete uygun olarak siyasi organizasyonu ve teşkilatlanmayı sağlayacak, vergi hukuku ve mahkeme sistemini ihdas edecek, dini muhafaza ve müdafaa edip cihadı ayakta tutacak, ümmetin mal-can ve nesil emniyetini sağlayıp varlığını ve bekasını temin edecek hilafet sistemini anlamak, oldukça önemlidir. Zira bozulma buralardan başlayıp diğer alanlara doğru seyredecektir.
Dört raşit halifenin seçimi, şartlara göre üç doğru usule örneklik etti: İlki, istişare ve icma yoluyla karar alma, ümmetin onayına sunma (birinci ve son halife misali). İkincisi, vasiyet ve ümmetin onayı (ikinci halife misali). Üçüncüsü, seçici bir kurulun tayini, onların tercihinin ümmet tarafından onayı (üçüncü halifenin misali). Dört halife devrinde ortaya çıkan ihtilafların hallinin hem Peygamberden görüldüğü gibi hallini ve hem de, yeni jenerasyon nesillerin dünyaya meyilleri olarak bakıp değerlendirmek gereklidir. Bu tarz farklılık yahut çatışmalar hayatın doğal işleyişine de uygun olup aslolan tercihin hangi yönde yapılıp yapılmadığın anlayıp ibret almaktır diyelim ve devam edelim.
İlk bozulma, Emeviler devrinde, ümmetin halife seçme yetkisinin elinden alınması, yerini, kana ve soya dayalı hanedanlık sistemine bırakmasıdır. Halifelerin şahsi zulümleri, muhaliflerine karşı uygunsuz tavırları bir yana, buna rağmen, yönetim şeri hukuk düzeninden ayrılmamış, küfürle hükmetmemiş, kafirlerle dost olup ümmeti parçalamamıştır. Toplumsal hayat, hukuk düzeni ve mahkeme sistemi başta bütünüyle İslam’ın hükümranlığında yaşanmıştır.
Bu devrede hakikati dillendirip bozulmaya karşı çıkan ve yönetimi eleştirenlerden öne çıkan isim Hasan El Basri’dir. Hasan El Basri, ilim meclisi adı altında muhalefeti örgütlemiş, hayatı pahasına doğrudan taraf olarak mücadelesini sürdürmüştür. Bu sayede bir taraftan siyasetin düzelmesi için gayret gösterilmiş, diğer taraftan haricilerin itikâdi tartışmalarına cevap verilmiş, fetihler sonrası ümmete katılan yüz binlerce farklı inançtaki insanlara sahih dini telakki öğretilmiştir.
Hasan El Basri’nin başlattığı ilim meclisi, medrese sistemi dediğimiz yazılı kaynaklara dayalı, kitap ve sünnet temelli dini ilimlerin gelişmesini sağlayan, yanlışlara karşı dik durup doğruyu gösteren gelenek, Hicri 1. Yüzyılda kurulmuş 70 kadar medrese yapılanmasından sadece bir tanesidir. Bu model, Hz. Peygamber zamanındaki ‘ehli suffa’ modelinin geliştirilmiş halidir. Bu çizgi, sonra gelen Ebu Hanife, İmam’ı Malik, Ahmet b Hanbel gibi meşhur nice salih ilim erbabının modeli olmuştur.
Abbasiler devri, büyük ölçüde Emeviler devrinin devamıdır. Burada değişen şey hanedanlığın el değiştirmesidir. Burada ilk olan, hicri 2. yüzyılın sonlarına doğru İbn Mukaffa’nın, ki yüksek derecede bürokrat yahut danışman olan bir alimdir, İran kökenlidir, devlet sisteminde bir yenilik getirme kastıyla halifeye tekli bir yasama sistemi yahut bir ‘anayasa’ modeli önermesidir. İlk olan budur.
Halife, hem muhaliflerine karşı kullanacağı bir imkan olarak ve hem de yasama gücünü tekeline alma gibi bir yetki sahibi olmasını sağlayacak bu teklifi kabul etti. İmam’ı Malik’e müracaatla, onun Muvatta’sının şeri hukuk kuralları olarak kullanılmasını kabul etmesini istedi. Fakat büyük imam bu teklife ‘Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünneti dururken benim kitabım şeri hukuk kurallarının yerini alamaz’ diye karşı çıktı.
O güne kadar halifelik sisteminde yazılı bir yasa sistemi yoktur. Kadılar ve yöneticiler, kitap ve sünnetten hareketle düzenleme yapıp hüküm vermektedir. İçinden çıkılmaz yeni bir mesele olursa medreseli müçtehitlerden görüş alınır, kadılarsa medreseliler içinden seçilirdi.
950’lerde Buveyhilerin Bağdat’ı işgaliyle başlayan yeni bir şey daha meydana gelir. Sultan, halifeliği sembolik hale getirir, siyasi, idari, askeri ve mali işlerden el çektirir. Bundan sonra Selçuklu benzer uygulamayı sürdürür. Osmanlı’nın yıkılışına kadar sürecek olan yeni bir dönem başlar. Bu uygulamada sultan, siyaset ve devlet işlerini dinden bağımsız hale getirir, örfi sultani yasayla yönetmeye başlar. Atalarından devraldığı yasa maddelerine fethettiği milletlerin örf ve adetlerini de yasalaştırarak devam eder.
Buna rağmen devletler kendini İslam ile ifade etmeye, İslam’ın temsilcisi olarak dini müdafaa ve muhafaza etmeye devam ederler. Siyasi taraf dinden bağımsız özerk olarak sürdürülse de meşruiyeti dinde aramaya devam edilir. Toplumsal tarafta medrese sistemine ve adli mekanizmanın şeri hukukla yürütülmesine dokunulmaz, hatta teşvik edilir. Sosyal hayat İslam’ın biçimlendirdiği yaşam biçimi olarak sürdürülür.
Bu devrenin öne çıkan dört ismi, Maverdi, Cuveyni, Gazali ve İbn Teymiyye’dir. Sultanı değiştirecek kudrette olmadıkları için adaleti ve hakkı tavsiye etmekten geri durmadılar, direndiler ve bu uğurda mücadele etmeye devam ettiler. Hasan El Basri devriyle bu devre arasındaki şartlar arasındaki fark vardır, dolayısıyla bu farklılık mücadelenin temel amacını, hedefini ve seyrini de belirleyici olacaktır.
Osmanlı devrinde ‘Mecelle’ ilk kez yazılı yasa yapma girişimidir. Batılı sürece geçişin de ifadesidir. Sultani örfi yasama ile Batılı yasalarla siyasi, idari ve ticari yaşamın düzenlenmesi meczedilir. Yukardan başlayan değişim giderek toplumsal tarafa yansımaya başlar, şeri yasama, hukuk nizamı ve sosyal hayat tarzı İslam’dan uzaklaşıp Batılı tarza yakınlaşır.
1800’lerin başlarından 1910’larla keskinleşen İttihat Terakkicilerin siyaset alanı yanında toplumsal alanın da batılılaşma yönündeki değişim faaliyetleri, 1923 ile kemale erdirilir. Hilafet ve saltanat birbirinden ayrıştırıldığında din, toplumsal alandan da çıkartılınca bireysel bir tercihe dayalı kişisel ahlak ve ibadete dönüşmeye başlar.
Bu devrede Afgani ve Mustafa Sabri efendi öne çıkan isimdir. İkisi de hilafetin korunması, ümmet birliğinin muhafazası yönünde mücadeleye soyunur. Mustafa Sabri’nin 1921’de “hilafet ve saltanatı birbirinden ayırmayınız, böyle yaparsanız din ile devleti birbirinden kopartmış, Fransız usulü laikliği getirmiş olursunuz ki bu küfürdür” çıkışı özellikle önemlidir. Bu şartlarda Osmanlı saltanatının iyiliği ya da kötülüğü bahis mevzu değildir, hiç olmazsa korunması gereken bir temel husus vardır, onu olsun korumak için çaba gösterirler. Bu isimlerin şartları, kendilerinden evvelkilerin şartlarından farklıdır dolayısıyla muhalefet etme biçimleri de farklıdır.
14. Günümüze gelindiği zaman ve şartlar bütünüyle değişmiştir. Müslümanca yönetilen tarihsel zamandan batılılarca yönetilen tarihsel zamana geçiş söz konusudur.
Buraya gelene kadar Emeviler devriyle başlayan bozulma derece derece devam etmiş, cumhuriyet devriyle bambaşka bir hal almıştır. Artık din, uhreviyata ait, dünyadan el etek çekmiş, kişisel tercihe dayalı, özel alanı ilgilendiren bir inanç tercihidir. Dolayısıyla siyasi ve toplumsal alanın dışına çıkartılmıştır. Bu sebeple devletler, siyasi hükümranlık alnından çıkarttığı dini iradeyi hukuki kategoriye dahil edecek, dinler karşısında eşit mesafede duracak, toplumlarının dinlerine göre dini hizmetleri sürdürecek ama dinleri de kontrolleri ve denetimleri altında tutacaklardır.
Tarihin bu devresinde, sosyo siyasi, iktisadi ve hukuki şartlarında, şartları ve tarihsel dönemi veri kabul etmeyip, şartlara ve nesillere rağmen, referans dönemine uygun sahici dini anlayış ve yaşayışı ihya etmeye çalışan, mücadelesini tarihsel bir perspektifte, kavramsal bir sistematikle ortaya koyan, bir kaç ismi ülkelerine göre anarsak onlar: Mevdudi, Nebhani, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Malik b Nebi, Ercümend Özkan, Malik b. Şahbaz ve Aliya İzzet Begoviç’tir…
Bunların modern şartların içinden çıktığı, modern olana itiraz ederken modern dili ve imkanları kullandığı dolayısıyla modernden etkilendiği için modern oldukları gibi sığ değerlendirmeler, esasa müteallik olmayıp yaşadıkları modern çağla alakalı detaylardır. Önemli olan bu salihlerin, özele ait kılınmış ve bireysel hayatla, kişisel ahlak ve ibadetle sınırlandırılmış dini telakkiyi aslına döndürme, sünnete uygun olarak toplumsal yaşam tarzına büründürme konusunda ihya ve inşa girişimini öne çıkartmalarıdır. Dolayısıyla tarihin bu zamansal dilimindeki salihlerimiz, toplumsal hayatı İslamileştirmek, siyaseti, iktisadi, hukuk nizamını, mesleki sanatsal alanı, aileyi, komşuluğu vs bütünsel olarak, sistematik olarak İslamlaştırma peşindedirler…
Bu özetten sonra günümüze gelindiğinde vaziyet, Hz. Peygamberin Mekke’sini referans alacak çalışmalara işaret eder. Mekki şartlar deyince bu ifade bizde biraz şaibeli olduğu için farkı belirtmek üzere bu mevzuda iki çift laf edersek: Kur’an nazil olmuştur. Hakikat bütün olarak bildirilmiş, haramlar ve helallerin sınırı çizilmiştir. O gün bu gündür İslam bir bütün olarak yaşanabilir bir dindir. Şartlara rağmen bu böyledir çünkü dinde bir eksiklik yoktur, çelişki de yoktur.
Şu halde siyer tarihimize dönebilir, ilkin Peygamberin Mekke’sine, sonra Medine’sine geçebilir, orada olup biten önemli olayları günümüze tercüme edebilir, bir durum değerlendirmesi yapıp şimdi ne nasıl yapılması gerektiğine kafa yorabiliriz.
Devam edecek…

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir