Kilise-Din İle Roma-Devlet İlişkisi

Kilise-Din İle Roma-Devlet İlişkisi

1. Yahudilerin bozduğu İbrahimi hanif tevhid dini, Hz. İsa tarafından sahihleştirildi, İsevilik olarak yaygınlaştı. Kur’an’ın övdüğü ‘Ashab’ı Kehf, Hz. Muhammed’in deyimiyle Yasin sahibi, Ashab’ı Res, Rabbim Allah dedikleri için hendeklerde harlanmış ateşlere atılıp yakılanlar’ gibi bir çok salih topluluğa İseviler olarak biz de şahitlik ettik.
İsevilik (İslam) inancı, M.2. yüzyıl sonlarına doğru Hıristiyan teolojisi olarak değiştirilip ‘yenilendi.’ M.4. yüzyılla başlatılıp nihayete erdirilen konsül toplantılarında alınan kararlarla bu teoloji ‘resmiyet’ kazandı. İlk kez Kiliseler kuruldu, Hıristiyanlar devletten ayrı olarak örgütlendi. Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etti.
Konsüllerde varılan nihai anlaşmaya göre, varlık alemi ‘Uhrevi Hayat ve Dünyevi Hayat’ olarak ikiye ayrıldı. Tanrının krallığındaki uhrevi hayatı Kilise temsil edecek, İmparatorun krallığındaki dünyevi hayatı seküler yönetici temsil edecekti. Dolayısıyla birbirinden bağımsız iki tür hükümranlık alanı ve hükümran ortaya çıktı.
İmparatorun dünyevi hayatı yönetme yetkisini tescilleyen Hıristiyanlık böylece, dünyevi hayatta tek söz sahibi olan yönecinin dinden bağımsız olarak siyaset yapmasını, devleti teşkilatlandırmasını, yasa çıkartmasını, ordu ve mahkeme kurmasını, vergi toplamasını, savaş ve barış yapmasını vs kabul etmiş oldu.
Buna karşılık İmparator da, Kilisenin kendi sahasındaki özerkliğini kabul etti. Kilise-din, böylece devletten ayrı ve bağımsız olarak örgütlendi. Özerk oldu. Kendi gelirlerine, topraklarına, personeline, cemaatine ve vergi toplama yetkisine sahip oldu.
Bu uhrevi-dünyevi hayat ayırımı gerçekte, ‘siyasetin-devlet teşkilatlanmasının-politikanın’, dinden bağımsız olarak, kendi başına, otonom bir kategori olmasını kabul etmekti. Latincedeki ‘secilium’ kelimesi bu tarafı ifade etmek üzere kullanıldı. Secilium’un karşıtıysa, Kiliseye mensup olan, dini alanda söz hakkına sahip olan manasına ‘Ruhban’ kelimesiyle ifade edildi. Her iki tarafta kendi içinde hiyerarşik bir düzenlemeyle statü ayrımı yaptı.
Seküler demek, ‘dinsiz olan’ demek değildi. O da dindardı. Fakat sekülerin dini anlayışı, ikiye parçalanmış hayatta, ‘dünya işlerine-siyasete-politikaya’ dinini karıştırmayan, dini sahada ‘söz hakkı olmayan’ bir dini anlayıştı. Buna karşılık ruhban, dünyevi alanda söz hakkı olmayan, yalnızca din işlerinde söz hakkı olan demekti.
2. Roma imparatorluğu, Doğu ve Batı Roma olarak parçalanıncaya kadar, Kilise ile İmparator arasında varılan bu anlaşma yürürlükte kaldı. Bu sürede, seküler olanla ruhban, kendi hükümranlık alanlarını genişletmek için çatıştılar. Seküler sınıf dini alanda da söz sahibi olmak, Ruhban sınıfta dünyevi alanda da söz sahibi olmak için mücadele etti durdu.
Roma Avrupalı barbar kavimler eliyle parçalandığında ikiye ayrıldı: Batı Roma, Doğu Bizans, adını aldı. Batının siyasi merkezi İmparatorluğun da merkezi olan Roma (İtalya), Bizans’ın siyasi merkezi İstanbul oldu.
İmparatorluk parçalandığında Batıda örgütlü tek güç olarak Kilise kalmıştı. Doğuda, Osmanlı fethedinceye kadar devlet siyasi güç olarak varlığını devam ettirdi. Batıda, ortaçağ boyunca Kilise yahut din, hemen hemen tek söz sahibi oldu. Dünyada ‘teolojik devlet’ denen model sadece burada ve bu şartlarda gerçekleşti. Doğudaysa, din-kilise, devletin bünyesinde, bir devlet kurumu olarak örgütlenmişti. Devlete bağlıydı. Devlet destekliydi. Ruhban devlet memuruydu. Hep öyle kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu Doğu Roma’yı yıkıp İstanbul’u fethettiğinde, Bizans’ın siyasi, iktisadi, dini tecrübesini kendine göre adapte etti ve uygulamayı aynen devam ettirdi. Dolayısıyla ‘din-siyaset-politika-devlet’ ilişkisinde, Hıristiyanlık dini yerine İslam devletin dini oldu, bunun dışında kurumsal bir değişiklik olmadı. Resmi yapının dışında yarı özerk olarak gözüken tarikatlar ve loncalar, aynen medreseler gibi devlet desteğinde, onun izni ile örgütlenmiş teşkilatlar olarak hayatını sürdürdü. Osmanlı yıkılıp yerine Cumhuriyet yönetimi kurulduğunda da aynı uygulamayı devam ettirildi. Halen bu uygulama sürdürülüyor.
Batıda olan doğuda olamazdı, olmadı da çünkü, Batıda devletten ayrı ve bağımsız olarak örgütlenen Kilise-din, devletin dışında, kendi başına otonom bir kategoriydi. Oysa Doğuda din, devletin bünyesinde örgütlenmişti. Bu sebeple Osmanlı yıkılıp yerine cumhuriyet kurulduğunda mevcut uygulama yadırganmadı.
3. Bu gün mevcut durumu belirleyen tarihsel geçmiş ve bağlantı kısaca özetlendikten sonra, Hz. İsa’dan sonra gelen ve son peygamber olan Hz. Muhammed’in bu konudaki uygulamasına baktığımızda ortaya çıkan durum nedir, bu konuda neler söylenebilir. Sanırım zurnanın ‘zırt’ dediği yer burasıdır.
Önce her Müslümanın kabul edceği bir konuda anlaştığımızı var sayıyoruz, o, Hz. Muhammed ve onun sünnetidir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da tek doğru referans noktası odur. Ondan gördüklerini aynen tatbik eden dört raşit halife devri de, tek doğru referans çerçevesidir. Vaziyet buysa, tarihsel zaman dilimlerinde gelip geçmiş milletlerin ve devletlerin uygulamaları bizim için referans değil, doğru iki referansa göre değerlendirilmesi gereken uygulamalar olur.
Hanif tevhid dini olan İslam dini, son peygamberin uygulamasında görülen sünnetine göre de, varlık alemi tektir. Dünyevi ve uhrevi olarak ayırım yoktur. İkili bir anlayış ve parçalanma dini bozmaktır. Dolayısıyla dünyevi hayat, uhrevi hayata göre düzenlenmeli ve yaşanmalıdır.
İslam dininde, toplumsal ve siyasal işler dediğimiz dünyevi hayatı, tevhid temelli inanç unsuları belirler ve düzenler. İnanç ile ibadet nasıl bir bütünse, inanç unsurlarıyla toplumsal ve siyasal hayatta bütünleşmeli, tekleşmelidir. Dolayısıyla İslamda devlet, İslami şeri fıkıh nizamına dayalı ve bağlı siyasi bir teşkilatlanmadır. Kendi başına bağımsız, dinden ayrı, otonom bir kategori değildir.
4. Hz. peygamber, gerek Mekke hayatında, gerekse Medine hayatında Müslümanlara bunu öğretti, bu işlerin nasıl yapılması gerektiğini gösterdi. Kitap ehlinin ve müşriklerin tahrif ettiği dini, İbrahim’i anlayış ve uygulayışa göre yeniden düzeltti. Onun sünneti buydu. Ondan gördüklerini uygulayan dört raşit halife ise Peygambersiz bir dünyada bu işlerde ayrıca örneklik etti.
Oryantalistlerin iftira ve uydurmalarını, onların görüşlerini ‘ilim’ diye pazarlayan yerlileri dikkate almaz isek, bir müslüman olarak diyeceğimiz şudur:
Dört raşit halife devri, Allah’ın bize bir lütfudur. Onlar, Peygambersiz bir dünyada, bu işlerin nasıl yapılması gerektiğini bize gösterdiler. Doğrusu  ve yanlışı için Peygamberden sonra onlara bakarız.
Kavimlerin, milletlerin ve devletlerin bilmem şu kadar yahut bu kadar yıllık tarihleri, bize referans olamaz. Hiç bir ümmet geçmişten sorumlu değildir. Sorumluluk, her ümmetin kendi çağında doğru yapıp yapmamasıdır. Bunun ölçüsüyse elbette önce Hz. peygamberin sünneti, sonra da dört raşit halife devridir.

5. Kur’an nazil olmuştur. İlim gelmiş, hakikat ayan beyan bildirilmiştir. Bu sebeple saklı gizli bir şey yoktur, keşfedilecek bir hakikatte yoktur.
İslam’da alim demek, ilmiyele amil olan demektir. Alim, her çağda bâtılı haktan ayıran, sünneti dosdoğru anlatan, kendi hayatında ve ömründe bu hakikati yaşayarak gösterendir. Gerektiğinde bu uğurda canını ortaya koyan salih kuldur. Hakka şahitlikte budur. Peygambere varislik, peygamber gibi olmak, onun sünnetini sürdürmektir. Yoksa ruhbanlık, soyut fikir ve düşünce adamlığı gibi ‘bilgi’ birikimi sahibi olmak ve bu statüde bir sınıf yaratmak, İslam’da ilmin ve alimin karşılığı değildir.
Allah, hayırsız ilimden ve kuru kuru bilgi yüklenmekten kendini koruyan, peygambere varislik edip bâtılı haktan ayıran, kendi çağında kendi hayatlarıyla hakka şahitlik edip bizlere göz aydınlığı olan alimlerimizden razı olsun. Onlardan İmam’ı Gazali, “Sultanın kapısından giren ya dininden olur ya da canından” dedi. Çünkü “Yöneticiye hakikati söyleyen alim canından, gizleyen dininden” olurdu.
 

 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir