Kur'an Niye Nazil Oldu?

Kur'an Niye Nazil Oldu?

1.Kur’an en temelde, sadece kendisi ezeli ve ebedi olan, ortağı, dengi, yardımcıları, ana babası ve evlatları olmayan bir Allah inancını tazelemek, kendinden başka ilah ve rab olmadığını doğru muhteva ve biçimiyle yeniden hatırlatmak için nazil oldu. Dünya hayatının kendisi ve insanların burada yapıp ettikleri her şeyin bu inanç ve ahiretle bağlantısı olduğunu bildirdi.
İnsanlara ne olduklarını, nereden gelip nereye gideceklerini söylemek; ruhlar aleminde verdikleri sözü hatırlatıp dünya hayatında da tutmalarını tavsiye etmek; şirkten nasıl arınacaklarını, inançta ve amelde vahdeti nasıl sağlayacaklarını yeniden öğretmek; ve elçisiyle pratik olarak göstermek için indi. Menfaatin, kazancın, yücelmenin ve izzetin gerçeği ve bunlara ulaşmanın doğru ve haklı yolunu gösterdi.
Daha önce gönderilen kitaplara muhatap olanlar inanç unsurlarıyla dünya hayatının alakasını kestikleri için küfre ve şirke düşmüşlerdi. İnsanlar arası münasebetlerde menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yapıyor, haksız yollardan kazanç sağlıyorlardı. Çünkü bunlar siyasi ve iktisadi hayatlarını dinlerinden ayırmışlardı. Yaptıkları nefislerinin hoşuna gidiyordu. Bu halin nasıl bir sapma olduğunu örnekleriyle ve açık açık bildirmek için geldi.
Önceki kitaplara sahip olanlar hükümleri bozmuşlar, kelimelerle oynaşmışlar, dinlerini yalnızca özel inanç alanına hasretmişler, sadece bu çerçevede tanrıya itaat etmeyi dinleri yapmışlardı. Dolayısıyla dünya ve ahiret hayatını birbirinden ayırmış, hakkı iptal etmiş, yalanlar içinde ikili bir hayat yaşıyorlardı. Bu ve benzer sebeplerle Kur’an hem yanlışları örneklemiş hem de doğrusunu göstermişti.
2.Allah insanlara birçok bilgi ve becerinin yanında teşkilatlanma iradesi ve yeteneği de vermiş, peygamberler de bunun nasıl ve neden olması gerektiğini öğretmişlerdi. Ondan öğrendik ki haklı olmak hiç bir şekil ve şartta haksızlığa itibar etmemekti.
İnsanlar bir araya gelip teşkilatlandıklarında her neye inanıyorlarsa ona göre siyasetlerini, iktisatlarını, hukuklarını ve sosyal hayatlarını düzenliyor, toplum olarak bütünleşiyorlar. Böylece ayrı birer millete, farklı birer ümmete dönüşüyorlar. Doğal olan budur fakat haklı olmak, hak üzere olmak başka bir şeydir.
İnsanların büyük bir kısmı soyut bir Allah’a inandıkları, yaratılışı, hayatı ve ölümü doğal bir süreç olarak kabul ettikleri için ölüm sonrasını yok sayarlar. Yaptıkları işlerden dolayı hesaba çekilmeyi istemezler. Bu sebeple nankörlerden intikam alacak adil bir Allah inancı yerine sadece sevgi dolu, herkesi bağışlayıcı bir Allah tasavvuru hoşlarına gider.
Kur’an’a göre insanoğlunun her alanda yaptığı etkinlik ve insanlar arasındaki münasebetlerde gösterdiği bütün tavırlarında olduğu gibi, teşkilatlanma faaliyetinin de itikâdi bir gerekçesi ve bağlamı olmalıydı: Şirki bastırmak, zulmü engellemek, kan dökmemek, fesadı yaymamak. Allah’tan gelenleri tasdik edenler bu sayede müşriklere ve zalimlere itaat etmeyecekler, yalanlar içinde yaşamayacaklardı.
Dinde eksiltme yapmayanlar yaratılışı, hayatı ve ölümü bir tek ezeli olan Allah’a bağlar, bütün işlerin Allah’ın elinde olduğuna inanır. Bunun için beşeri etkinliklerinde ve toplumsal faaliyetlerindeki tavır ve davranışlarında haram tercihlerden sakınır, helal olanları tercih eder. Kulluk görevinin bu olduğunu kabul eder. Buna rağmen korku ve ümit arasında bir yerde durur.
Kitap ehli olanlar imanlarına şirk karıştırınca doğru yoldan sapıp gazaba uğrayanlara karıştılar. Cennete gideceklerinden emin oldukları için Allah’tan korkmuyorlardı. Dünya hayatından olabildiğince istifade etmeyi, iktisadi ve siyasi hayatı itikattan bağımsız olarak düzenlemeyi bundan dolayı benimsediler. Dolayısıyla dini özel, dünyayı kamusal olarak ayrıştırıp ikili bir kabulle yaşamayı tercih ettiler. Bunlara göre kâinatta, doğa ve toplumda yasalar vardı ve bunlar ezeliydi. Yasaları tespit edip onlara uyanlar için Allah, o yasalara uymaya mecburdu.
Mü’minler topluluğu, bu ikiliği ortadan kaldırıp vahdeti sağlayanları, inanç temelinde bir araya gelip teşkilatlananları ifade eder. Bu sebeple siyasi ve iktisadi işlerini itikatlarıyla bütünleştirip uyumlu hale getirirler. Bilirler ki bu amaç dışındaki teşkilatlanma ya da toplumsal biçim zulme sapmak, şirke düşmek, fesadın yayılmasına ve kan dökülmesine ortak olmaktır. Diğerlerine benzemektir.
3.Kur’an’ın ilk nazil olduğu tarih diliminde insanlar, inandıkları halde şirk koşan, İbrahim’i mirastan kalan ibadetleri yapan, iktisadi ve siyasi düzenlerini kavmi/cahili değer sistemine göre yürüten bir toplumsal teşkilatlanma üzerinde idiler (Kureyş suresi).
Bu insanların arasından mü’min olanlar, Allah’ın davetine icabet ettiler. İnançlarıyla birlikte toplumsal hayatlarında vahdeti sağlayarak ikili bir yaşamdan kurtuldular. Yalanlar içinde yaşamayı terk ettiler. Dolayısıyla siyasi, hukuki, iktisadi tavır ve pozisyonlarını itikatlarıyla uyumlu ve tutarlı hale getirdiler.
Bu insanlar daha Mekke’de iken mü’minler topluluğu olarak birleştiler. Kavimlerinden ayrışıp ayrıca teşkilatlandılar (Şura suresi 38-42). Velileri Allah olduğu için başkalarına ve başka yerlere dayanmadılar. Kendi başlarının çaresine baktılar.
4.Hz. Muhammed vefat ettiğinde insanları bir telaş kaplamıştı. Telaşa düşenler hala Müslüman kalıp kalamayacaklarını düşündüler. Hz. Ebu Bekir’in “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki o ezeli ve ebedi olandır” mealindeki konuşması ortalığı yatıştırdı. Ardından Müslümanların ileri gelenleri Ben-ü Sakife’de toplandılar, hayatlarını sürdürmek için nasıl teşkilatlanmaları gerektiğine dair karar verdiler. Bu gelişmeler Hz. Peygamber sonrası vahdetin ve teşkilatlanmanın nasıl olması gerektiğini öğretti bize.
Allah’ın ezeli ve ebedi olduğuna iman etmek, her şeyin Allah merkezli olduğuna, sonradan yaratılanların bir ecele tabi olduklarına, yeniden dirilişe ve bir hesap gününe de iman etmektir. Şu halde bu dünyadaki siyasi tavır ve teşkilatlanma doğal olarak itikâdi unsurlarla uyumlu ve tutarlı olacaktır. Şirkten kurtulup vahdete ulaşmak, Allah’tan başka ilah ve rab kabul etmemek, iman amel bütünlüğünü bu çerçevede sağlamanın doğal bir sonucudur.
 5.Ortaçağda Katolik Hıristiyan liderler “tarih biziz”, “tarih bizden ibarettir” görüşünü savunuyordu. Diğerlerinin sonradan çıktığını, olsa olsa onların “bize göre” bir tarih görüşü olabilir diyordu. Roma imparatoru ile sürdürdüğü çatışmasını bu görüşü ile temellendirip siyasi ve iktisadi işleri de ben kararlaştırmalıyım davasındaydı.
İmparator uhrevi alana karışamayacağını biliyordu. Sözü orada geçersizdi. Hiç olmazsa dünya işlerini, siyasi ve iktisadi işleri olsun elinde tutmak maksadıyla Kilise ile mücadele ediyordu. Bu ikisi arasındaki çatışma hakkın şahitliği için değil son sözün kimde olacağı üzerineydi.
15.Yüzyıldan sonra çifte kılıç teorisindeki pozisyonunu da kaybedip kendisine galip gelen krala boyun eğen Roma Kilisesi, eski gücünü yitirmişti. Kiliseyi yenen, otoritesini geçersiz kılan sivil siyasetçiler, ordular, burjuvazi değildi. Bu gün dahil tarihin hiç bir devresinde siviller böylesi bir güce erişememişlerdir.
Kiliseyi siyasi ve iktisadi alanda devre dışına çıkartanlar, onun dindeki otoritesini ve tekelleştirdiği İncil yorumu ve ibadet biçimlerini eleştiren Protestan Hıristiyanlardı. Yani kendi içlerinden çıkanlardı. Kralların ve para sahibi burjuvanın işine geldiği için Katolik papalığa karşı destekledikleri Protestanların sayesinde, belki de onların hayal dahi edemedikleri “dinsiz” yeni bir dünya hayatı kuruldu, yeni bir teşkilatlanmaya geçildi. Bireycilik, ulusalcılık, ulusal pazarlar, ulusal dinler ve laiklik icat edilmiş, din, o gün bu gündür siyasi ve iktisadi alandan çıkartılmıştı. Normalde bu Batılıların bir meselesiydi.
Kapitalist mali sermaye, liberal özgürlükçü ve bireyci yeni toplumsal teşkilatlanma sayesinde o günden sonra çok güçlendi. Batıda ele geçirdiği siyasi ve iktisadi teşkilatlanmadaki liderlik pozisyonuna dayanarak yerkürede yayılmacı bir politika güttü. Dünyayı bölgeler ve devletler dahil etkisi altına soktu. Bürokraside ve ticarette menfaatlerine uygun, siyasi ve iktisadi alanda kurdukları sisteme uyum sağlayacak olanları destekledi. Yüceltti. Son zamanlarında Osmanlıya ve sonrakilere verilen siyasi, askeri ve mali destekler de bu amaçlardan azade olmamıştı.
Bu gelişmelerden sonra insanlar artık her alanda ve her işte Allah’a dayanmıyor, Allah’tan istemiyorlar. Bütün işlerini itikatlarına göre çözmüyorlar. Dini özelleştirdiği ve kişiselleştirdikleri için itikat, ibadet ve bireysel ahlak dışındaki işlerinde mali ve maddi sermaye sahiplerine dayanıyorlar. Onların sözünü tutuyorlar. İşlerini onlara göre düzenliyorlar. Dolayısıyla hemen her yerde onların tarafına geçenlerin, sırtını onlara dayayanların işleri “rast” gidiyor. Bu işlerin böyle yürüdüğünü bilenlerde menfaatleri gereği bu işlere itikatlarını karıştırmıyorlar.
Batıda gelişen bu süreçten bize ne demeyelim. Oradaki bu değişimle kurulan sistem küreselleşti, insanların günlük hayatını dahi etkileyecek güce ulaştı. Artık bütün dinler özelleşti, bireyselleşti, ahlakileşti ve ibadileşti. Eşitlenerek hukukileşti. Sosyolojik bir unsur oldu. Dolayısıyla siyaset ve iktisatla, hukuk sistemi ve toplumsal düzenlemeyle bağlarını koparttı. İnsanlar da buna ikna oldular.
 6.19. Yüzyıl başlarında Mısır valisi İbrahim paşa ayaklanıp Osmanlıya isyan ettiğinde Kütahya’ya kadar gelmişti. Sultan 2. Mahmut bu isyanı itikadi bağlam ve iç dinamiklerle çözüp halletmek varken Rusya’dan yardım ve destek alarak savuşturdu. Çünkü kendisi de hak üzere değildi. Aynı şey kısa süre sonra baş gösteren Kırım harbinde Ruslara karşı İngiliz ve Fransızlardan yardım ve destek alınarak yapıldı.
Birinci savaşın bitiminden bir yıl sonra Fahrettin Paşaya Medine’yi zorla İngilizlere teslim ettirdiler. Hicazı terk ettiğimizde istikametimiz zaten kaybolmuştu. Ermenileri daha 1915’te Suriye’ye sürgün edenler daha o günlerde Suriye’nin elimizden çıkacağını biliyorlardı.
İmparatorluk dağılırken Müslümanlar itikatlarına dayanarak Anadolu’da bir istiklal savaşı verdiler. Cumhuriyet kurulurken siyasi ve iktisadi işlerin İslam itikadıyla uyumlu kılınması için yeni bir fırsat doğmuştu. Lakin 1923 Lozan antlaşması ile siyasi, 1924 İzmir iktisat kongresiyle iktisadi olarak İngiliz sistemine göre düzenlenen bir devlet teşkilatı oluşturuldu.
İki dünya savaşı arasında Nazizm, Faşizm ve Stalinizm gibi farklı sistemler ortaya çıktı. Ülkenin siyasetini ve iktisadını liberal kapitalizme bağlamış olanlar bu sistemlerin tehdidi karşısında Batıya daha sıkı bağlandılar, ülke içinden gelebilecek her tür muhalefeti bastırdılar. 1937’de laiklik anayasa maddesi olmuş, 1960 ihtilaliyle Amerika etkisi başlamış, 1980 ihtilaliyle küreselleşen aynı sistem hegemonyasını kurmuştu.
2008 yılında AKP’nin laikliğe aykırı odak olduğu gerekçesiyle kapatma davası ve ardından Ergenekon kovuşturmaları gündeme girdi. Partinin yetkilileri, merkez ve taşra teşkilatı kurmayları cümleten anayasayı ve anayasaya sonradan eklenmiş laikliği sorgulamak yerine siyasi ve iktisadi işleri laikliğe, demokrasiye, kapitalist ekonomik sisteme uygun olarak yürütmek için güven tazeleyerek yollarına devam ettiler. Ergenekon davasında tutuklamalar başladı, bir süre sonra da toplu beraat geldi.
Bütün bunlar neyi ifade ediyor? 19. Yüzyıldan bu yana gelişen tarihi süreçte devlet teşkilatı bekasını, Batılı güçlere bağlayarak, neo-liberal ve kapitalist değerleri yürürlükte tutarak sağlıyor. Siyasi ve iktisadi işlerini, hukuk ve eğitim düzenini, güvenlik ve savunma mekanizmasını İslami itikattan ayrıştırarak yürütüyor.
O gün bu gündür bu ülkede sivil ve askeri bürokraside, siyasi ve iktisadi teşkilatlanmada etkinlik göstermek ve yücelmek isteyenler dış güçlere dayanarak bu amaçlarına ulaşabiliyor. Küresel sistemle ve değerleriyle uyum sağlayanlar dolayısıyla bu işleri itikatla, Allah ile, vahdet ile bağını kopartarak pozisyon kapabiliyor. Dolayısıyla kendi başları olmayan insanların kendi itikatlarına göre başlarının çaresine bakmaları hükümsüz kalıyor.
19.yüzyıldan beri bu işlerin Allah ile bağı kopartılınca doğal olarak iman etmenin ne büyük bir imkan ve güç olduğu hakikati unutuldu. Allah’a dayanmak, dünya işlerini itikâdi unsurlara göre çözmek yerine siyasi güç dengelerine oynamak tercih ediliyor. Normal sayılıyor. Gele gele aynı yere gelindi ve en yetkili ağızlara göre hala devlette beka sorunu yaşanıyor.
7.Bir zamanların sahici Müslümanları her ne söylerse söylesin, her ne iş tutarsa tutsun kendisini “kitapta/Kur’an’da yeri var” diye savunur, mü’min kardeşi de bu yaptıklarının kitaptaki yerini göster diye sorgulardı. Kafirler ve müşriklerse yapıp ettiklerini “kitabına uydurur”, “kanunda yeri var” diye savunur. Kanunu yapanlar mü’min, adil, bilge, filozof, yönetme becerisi ve donanımı olanlar olmadığı, demokrasilerde herkes yönetici olabildiği için kanunlara uydurmak kolaydı. Sokrat buna itiraz ettiği için öldürülmemiş miydi?
Yakın tarihte bir sürü şeyler oldu, birçok şeyler yaşandı ve bu günlere geldik. Şayet sivilleşmiş, sivil toplum üyesi olmuş, sivil direnişe geçmiş; insan hakları savunucusu, yardım kuruluşu aktivisti, çevreci, feminist, hayvan hakları savunucusu vs olmuşsanız geçmişte olup bitenler kötülenecek bir şey, kötülüğe referans kılınacak bir şey olacağı için fazlaca bir önemi yok. Önemli olan bu gün ve zamanın ruhunu keşfedip iyilik, erdem, adalet ve özgürlük talebini diri tutmak, bu hatlardan birinde yer almaktır.
Bu günkü dünyada bunlar geçerli. Küresel çapta yaygın ve hatta ulusal olanların bazıları ulus ötesi, sınır ötesi faaliyetlerde müşterek çalışıyorlar. Ne var bunda denebilir. Biz de bir şey demiyoruz zaten. Tercih kendilerinin. Sadece bunların ne manaya geldiğinin anlaşılmasını istiyoruz.
Bu faaliyetler küresel sistemden, sermaye hükümranlığından, neo-liberal hegemonyadan bağımsız değildir. İyilik, erdem, adalet ve özgürlük hareketleriyle dikkatler başka yere çekildiği için bu sistemin, bu siyasi ve iktisadi hükümranlığın sorgulanması engelleniyor. Kötülüğün kaynağı olan asıl hedef gözlerden ırak tutuluyor. Bu vazifelere talip olanlar dolayısıyla sistem tarafından destekleniyor, teşvik ediliyor.
Bu tarz faaliyetlerde bulunanlar kendilerini Müslüman kimlik olarak ayrıştırıp bu faaliyetleri asli amacın içinde tali bir vazifeye dönüştürebilirler mi? Sisteme ‘La’ diyerek belirginleşebilirler mi? Hayır. Buna kalkışanlar anında ayrımcılıkla itham edilir, teröre destekle suçlanır ve yasaklanır, dini ve inancı sivil faaliyetlere karıştırdıkları için tutuklanır. Ama biz Müslümanız, bu teşkilatlarda ahlak ve erdem peşinde koşuyoruz, adalet talebimizi dillendiriyor, ibadetlerimizi de yapıyoruz diyenler olabilir. Doğrudur. Ben de diyorum ki bir Alevi’de, bir Budist ve Hıristiyan’da benzer durumdadır. Mabet farkı sizi onlardan farklı kılmıyor.
Tarih önemlidir. Toplumsal hafızayı ve kültürü şekillendiren, insanları ikna eden, yerleşik hale getirendir. Değerler sistemini meşrulaştırandır, referanstır. Sosyal statüleri kabul ettirendir. İktidar itaat ilişkisini belirleyendir. Dolayısıyla bu günü kurandır çünkü bu gün dünden kuruldu. Bu günü normal sayışımız dünden ayarlandı. Dolayısıyla yarın da bu günden kurulacaktır.
Bu gün mevcudun dışında, mevcut teşkilatlanmanın ötesinde başka bir hafızaya ve kültüre dayanarak teşkilatlanmak isteyenler, yarına dair bir program geliştirmek isteyeceği için, önce dünü iyi anlayacak. Dolayısıyla bu günü de doğru anlamış olacak. Bunun için elde başka bir değerler sistemi olması gerekiyor elbet.
Müslümanların tarihi talihleridir. Bir değerdir. Kıymetlidir. Müslümanlık dediğimiz şey her neyse tarihte gerçekleşen bir şeydir. Tarih, toplumsal olanın, toplumsal biçimlerin tarihidir. Toplumsal hayatta olup bitenlerin, tavır ve pozisyonların tarihidir. Dolayısıyla farklı değerler temelinde biçimlenmek isteyenlerin çatışmalarının tarihidir.
İslam tarihin ve toplumun dışından gelmiştir ama toplumsal olduğu için tarihe hükmeder. Tarih yıkar, küfür sistemine karşı çıkar, yeni bir toplum ve tarih kurar. Bu sebeple Kur’an’ın üçte ikisi tarihtir/kıssadır. O halde tarih kıymetini bilenler, kim olduğunu ve nerede durduğunu test etmek isteyenler için bir ibrettir. Referanstır.
Rüzgara kapılıp gidenlerin, dönemsel olarak fikri ideolojik modaya göre şekillenenlerin, zamanın ruhuna itaat edenlerin dışında kalmak ve salihlerin kervanına katılmak isteyenler tarihlerini bilecekler. Yaptıklarının kitapta ve salihlerin tarihinde yeri olup olmadığına bakacaklar. Şayet ahiret diye bir dertleri varsa. Çünkü Kur’an nazil olmuştur.
 8.Artık insanlar Kur’an nazil olmamış gibi düşünüyor olmalı ki, siyasi ve iktisadi tavır ve pozisyonlarını itikâdi kabulleriyle uyumlu kılacak bir tavır almıyor, amellerini imanlarıyla tutarlı hale getirmiyor. Meri düzende öylesi bir pozisyon almanın dünyevi bir getirisi olmadığı için olsa gerek menfaat, maslahat, ehven-i şer, halka ve dine hizmet vs gerekçeleriyle batıl ve haram yürürlükte tutulabiliyor.
Hz. İsa’nın ref’inden bir süre sonra Hıristiyanlaşarak bozulmaya başlayan İslam/İsevilik, ondan 1400 sene sonra da İncilci Protestanlar sayesinde sekülerleşip bireyselleşmiş, hepten bozulmuştu.
Hz. Muhammed’in hicretinden bir süre sonra bozulmaya başlayan tevhid dini İslam ya da Muhammed’i sünnet, M.950’den sonra daha büyük bir bozulmaya maruz bırakılmıştı. Hicretten 1400 sene sonra Kur’an’cı teologlar ya da İslamsız İslamcılar eliyle hepten mi bozuluyor. Acaba!
Burada söylemeye çalıştığımız şey, çağdaş halin bir fotoğrafını çekmektir. Yoksa karamsar bir tablo çıkartarak ümitsizlik aşılamak gibi bir derdimiz olamaz. Haşa. Zira emin olmak nasıl küfürse, ümitsizlik de küfürdür. Mü’minler ümit ve korku arasında bir yerde duranlardır. Ve biz Allah’tan ümit kesmeyiz. Takdire teslim olur kulluğumuza bakarız.
 9.İman edenler siyasi ve iktisadi alanda da işleri elinde tutanın, her şeyi çekip çevirenin, tek ezeli ve ebedi olan, kaderi tayin eden Allah olduğu hususunda şüpheye düşmezler. Çünkü mülkün sahibi olan Allah’ın her şeye gücü yeter. Takdir onundur. İşlerini ona dayanarak çözenlerse her daim galip gelenlerdir.
Allah’ın hesabı nedir biz bilmeyiz. O, insanların keşfettiği doğa ve toplum yasalarına uymak zorunda kalan bir Allah değildir. Çünkü o zar atmadı. Her an her şeyi değiştirir. Bu sebeple bize düşen, kendi hesabımıza itikadımıza uygun tavır almak, her alanda, hey yerde, her işte haramlardan sakınıp helallere sarılmaktır. Bundan sonra takdir ne olursa olsun razı olmaktır.
Buna rağmen güçlü olduğu varsayılan; tekniği, mali yapısı ve endüstrisi gelişmiş; ordusu ve ittifakları ürkütücü gözükenlerin sözü ve sistemi yürürlükte tutuluyorsa, hem bu yolu tutanların hem de bunlara destek olanların hükmü, bu halleriyle kitap ehline döndükleri, dinlerine bozanlara benzedikleridir.
Bir zamanların sahici Müslümanları şöyle demişti: “İki kişi dinden olursa bir kişi candan olur.” Kadı huzurunda yalancı şahitlik eden iki kişi masum birinin katline sebep olur. Yani yalancı şahitlik edenler dinden çıkar. Dinden çıkanlar batılı tercih edip hakkı gizler, masum canların katline sebep olur.
Bu güzel söz iman ve İslam hakikatini özetliyor. Yalancı şahitlik etmek, bu dünyada insanlar arasındaki münasebetlerde Allah’ın sözünü geçersiz kılmaktır. Tıpkı tarihsel örneklerde ve bu gün olduğu gibi özellikle siyasi ve iktisadi ilişkilerde, hukuk nizamında Allah’ın sözü yalanlanıyor, liberal ve laik kapitalistlerin sözü doğrulanıp yürürlükte tutuluyor. Dolayısıyla bu memlekette yücelmek isteyenlerin yolu ahireti yok saymaktan geçiyor.
Lafzen Allah’ı ebedi gördüğünü söylediği halde bu dünyada da işlerin Allah’ın elinde olduğunu kabul etmeyenler yahut, bazı alanlardaki işleri Allah’ın elinden alıp başkalarına vermiş olanlar, yalancı şahitlik etmiş oluyorlar. Çünkü Allah’ın gücü sadece itikâdi alanla, ibadetlerle, bireysel ahlaki tutum ve vicdanla sınırlandırılıyor, buna karşılık siyasi, iktisadi ve hukuki işlerde Allah aciz kılınıyor.
İman ettiği halde yalancı şahitlik edenler Kur’an’ın nüzulünü yalanlamış, diğerlerine benzemiş oluyor. Yapılan işler nefislerin hoşuna gittiği için de Kâfirlerle dostluk Allah ile dostluğa tercih edilmiş oluyor.
Kur’an’ın nazil olduğuna inananlar her şartta, her alandaki tavır ve pozisyonlarıyla doğruya, hakka şahitlik eden, sadece Allah’a güvenip dayanan, yalnızca onun sözünü yürürlükte tutanlardır. Kendi işlerini kendi itikatlarına göre çözmek için teşkilatlanması gereken müminlere düşen budur. Kalıcı olan da budur.
10.21. Yüzyıl Türkiye’sinde hangi siyasi ve iktisadi pozisyonu savunuyor, nasıl tavır alıyoruz? Yahut neyi destekliyoruz? Bu tavrımız itikadımızla uyum sağlıyor mu? Kitapta yeri var mıdır? Salihlerin tarihteki hallerine benziyor mu? Bu soruya verilecek cevap bizim ne olduğumuzu, kimlik ve kişiliğimizi ortaya koyacak.
Şu veya bu gerekçeyle siyaseten ve iktisaden doğru olduğu söylenenler şayet itikaden doğru değilse, doğru olan itikâdi ölçü olduğu için, o zaman bu günkü siyasi ve iktisadi münasebetlerdeki doğru nasıl doğru oluyor?
Bu dünyada varoluş amacını ve bu çerçevede yapılacak çatışmayı her şart ve şekilde aşağıdakilerin arasından sıyrılıp yücelmek, “hak ettiğini” düşündüğünü almak ve eni sonu “avantayı kapmak” olarak kabul edenler, avanta dağıtanların, iktisadi tavrın ve siyasi tarzın itikatla bağını kopartmayı şart kıldıklarını bilmiyor olabilirler mi? Bunların kendi tarih tezleri mi var? Böyleyse tarihi kim yapıyor?
Allah’a iman ettim sözünün siyasi, iktisadi ve hukuki alanda ve bu dünya hayatında bir karşılığı, bir “yeri” vardır. Şimdi o yer neresidir? Vicdan mı? Kalp mi? Salt bireysel ahlak ve ibadetler mi? Soyut adalet talebi mi? İman bu yerlerle mi sınırlıdır?
İmanın bütün amelleri salihleştirmesi, insanlar arasındaki münasebetlerle açığa çıkmayacak mı? Siyasi ve iktisadi münasebetler, tavırlar ve pozisyonlar amelden sayılmıyor mu? Amellerin açığa çıkacağı yer, bu dünya, bu dünyadaki hayatımız değil mi? Dünya, yaşadığımız ve kendi ecelimize koştuğumuz bu dünya ise, bu dünyanın ahiretle bir bağı yok mu? Varsa bu dünyanın imana dayalı bir hattı hareketle düzenlenmesi gerekmez mi? Düzenleme, bir teşkilatlanma gerektirmez mi? Teşkilatlanma siyasi tavır ve pozisyon almak değil mi? Ve iman etmek bu değil mi?
 11.Kâinatı çekip çeviren sadece Allah’tır. Allah’ın dışında başka yaratıcı olmadığı gibi, kâinatta kendi başına ezeli ve ebedi olan başka bir varlık da yoktur. Başlangıç Allah’tandır, dönüp varılacak yer de onun hesap günüdür. İtikattan bağımsız bir ahlak, adalet, ibadet nasıl yoksa, aynı şekilde siyaset, iktisat, hukuk ve maslahatta yoktur. Teşkilatlanma da yoktur. O halde ahirette işimize yaramayacak kazancın, menfaatin ve yükselmenin peşinden koşmakta, koşanlara destek olacak tavırda hak değildir. Helal değildir. Acizane Kur’an’ın nüzulünden anladığımız da budur.
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir