‘Unı-versal’ Kavramı Üzerinnden

‘Unı-versal’ Kavramı Üzerinnden

1.Üniversal kelimesi Türkçe’de evrensel, kâinat çapında, genel geçer olan, anlamına kullanılıyor. Felsefe, bilim, siyaset ve sosyoloji dilinde ‘evrensel değer’, ‘objektif gerçeklik’, insanlığın ‘ortak tek doğrusu’ manasını içeriyor.
Kelimenin başındaki “unı” öneki evrensel olduğu iddia edileni ‘tek’, ‘tek evrensel doğru’ olarak gösteriyor, kendinden başka değeri ‘yerel’ olarak sınırlıyor, evrensel çapta ‘geçersiz’ olarak kodluyor ve dışlıyor. Kelimeye “plurı” öneki getirildiğindeyse ‘Pluriversal’ oluyor, bu defa da çoklu, çoğulcu manasını içeriyor, evrensel tek doğru olmadığını işaretliyor.
Universal kelimesi “unı-versite” olarak üretildiğinde, bilim faaliyeti yapılan, bilim insanlarının bilgi ürettiği yer, site, mekân, kampüs manasına geliyor. Fakat kelimenin başındaki “unı” öneki bilimi bu yerde modern akılla, duyu organları vasıtasıyla, gözlem ve deneyle doğadan özgürce üretilen, test edilip doğrulanan ‘tek’ doğru bilgi üretim sistemi, sistemde üretilen tek doğru bilgi olarak sınırlıyor.
2.Üniversitede akademisyenin, filozofun, sosyoloğun, iktisatçının, tarihçinin, siyasetçinin, dilcinin, teoloğun, etikçinin vs, üniversite dışında hümanist aydının, sanatçının, edebiyatçının, siyasetçinin ürettiği modern bilgi neden üniversal, tek doğru, tek geçerli bilgi oluyor da, başka bilgi kaynaklarından üretilen bilgiler olmuyor? Çünkü kendileri böyle söylüyor. Çünkü Rönesans ve reform sonrası bu bilgi başka bir kavramsal ve değerler sistemi üretti, başka bir bakış açısı, başka bir dünya görüşü ve başka bir toplumsal hayat tarzı kurdu. Çünkü bu bilginin arkasında modern devletler var, tekelleşmiş ve kurumsallaşmış seküler eğitim sistemi var.
Modern akıl, kurumsallaşmış ve tekelleşmiş seküler eğitim sisteminden üretilen ve hükümran kılınan, evrenselliği propaganda edilen bilgi, kavramsal ve değerler sistemi, doğal olarak “dini” bilgiyi, kavram ve değerler sistemini doğru olarak kabul etmiyor. Çünkü kendi var oluşunu dine karşı olarak gerçekleştirmişti. Çünkü vahyi, vahyin kaynağını, geliş sürecini, muhtevasını ve peygamberliği bilimsel olarak test edip doğrulayamıyor. Modern akılla, duyu organlarıyla, gözlem ve deneyle nesnelleştiremiyor, müdahale edemiyor, tanımlayamıyor, dolayısıyla reddediyor.
Modern bilgi dışındaki bilgiler, bilgi kaynakları, kavramsal ve değerler sistemi yok sayılınca yok oluyor, atmosfere karışıyor, gerçek hayatta ortadan mı kalkıyor? Elbette hayır. Sadece bu tarz bilgilerin, değerler sisteminin toplumsal hayatta yaşama alanı kısıtlanıyor, daraltılıyor, baskılanıyor ve dışlanıyor.
Bu baskıdan kurtulamayan din mütehassısı ilahiyatçı ve ‘Kur’an’cı’ teologlar kompleks içinde bu durumu veri olarak kabul ediyor, dinini, dini verileri bilimsel olarak, bilimsel yöntemlerle izah edeceğim diye dinde eksiltme yapıp duruyor.
3.Dini bilgi ile modern bilgi arasındaki temel zıtlık, hem kaynağı, hem kurucu değerleri ve hem de çıkartılacak sonuçları itibarıyla dinin nakle dayanması, aklı kendine göre kurması karşısında, modern bilginin aklı otorite kılıp aklen mümkün olmayanı reddetmesinde yatıyor.
İslam’da ilim üretme dahil her beşeri etkinliğin, her alanda üretilen beşeri hasılanın bir ahlâkı ya da meşruiyet sınırlaması vardır. Modern akılla üretilen bilimsel faaliyette ve diğer her alanda gösterilen beşeri etkinlikteyse, bir ahlâk ve meşruiyet sınırlaması yoktur. Çünkü bilimsel bilgi ön kabulüne göre bilgi özgürce, ön yargı ve sınır tanımaksızın, objektif olarak üretilendir. Bu bağlamda ikisi arasında gerek kaynak, gerek bilgi nesnesi ve kurucu zihin olarak, gerekse değerler sistemi ve kavramsal sistem olarak zıtlık vardır.
4.Modern çağa damgasını vuran Batılı hümanist akıl ve reformist kurucu paradigma, bilimi pozitivist nitelikte tekelleştirerek modern bilgiyi üniversallaştırdığı gibi, diğer alanlardaki beşeri faaliyetleri de kendilerinden kaynaklı gelişmeler olarak ‘markalayıp tescilledi.’
İnsanların doğuştan sahip olduğu devredilemez haklarla haysiyet sahibi olduğu dolayısıyla eşit ve özgür varlıklar olarak dine ve tanrısal devlete karşı hak sahibi bulunduğu evrensel yalanının arkasında, nasıl ‘bazı ulusların’ akıl, zeka, beyin yapısı, biyolojik ve genetik olarak üstünlüğünü propaganda edip kendi siyasi ve mali üstünlüğünü yaygınlaştırıp kabul ettirdiyse; benzer şekilde antik Yunan’a dayandırdığı bilimsel köken ve bilginin kaynağı yalanını da kabul ettirip yaygınlaştırdı.
Antik Yunan, kendinden önceki kavimlerin üretip biriktirdiği bilgiyi (Matematik, Mantık, Astronomi, Tıp, Felsefe, Teoloji, Etik, Siyaset, Dil, Tarih gibi) transfer ederek yeniden tasnif edip metodik disiplinler haline getirdiğinde, zaten Yunan’a kaynaklık eden diğer milletler ve medeniyetler yok olmuştu.
Müslüman dünya, kendine has vahiy kaynaklı bilgiyi (Tefsir, Hadis, Usul, Fıkıh, Kelam, Siyaset, İktisat, Tarih, Dil, Hitabet gibi) bir metot dahilinde üretip tasnif ettikten ve ilmi disiplinler haline getirdikten sonra Yunan’dan, Hint’ten ve Pers’ten transfer ettiği bilgileri (Felsefe, Mantık, Tıp, Matematik, Astronomi, Coğrafya gibi) yeniden ama kendince düzenleyip üzerine ekleyerek adapte ettiklerinde, zaten Yunan, Hint ve Pers milletleri ve medeniyetleri de ölmüştü.
Batılılar Müslümanlardan transfer ettikleri bilimler sayesinde hem İslami bilgi birikimine dolayısıyla hem de bütün dünyanın bilgi birikimine de sahip olmuşlardı. Aldıklarını adapte edip üzerlerine eklediklerinde, ahlâksız ve kuralsızca yeniden kodifiye edip dinden bağımsız seküler disiplinler oluşturdular. Teknolojiyi bilimselleştirip tekelleşmeyi sağladılar. Her alanı kendileri menfaatine üniversallaştırdılar. Bu sayede atılım yaptılar. Daha önceden diğer milletler ve medeniyetlerin başına geldiği gibi Batılılar Müslümanlardan transfer ettikleri insanlığın her türlü birikimine el koyup tekelleştirdiklerinde zaten Müslüman milletler ve medeniyette ölmüştü.
5.Batılının olumlu ve olumsuz yanlarıyla olsun kimi alanlarda küresel düzeyde hegemonya kurması bir bakıma ilginç bir gelişme olarak görülebilir. Roma ve Osmanlı’dan sonra bu denli bir hinterlantta söz geçirebilmek pek mümkün olmamıştı. Şüphesiz bunda Hıristiyan kültürün uluslar, diller, sınırlar ve kavimler ötesi ve üstü bir din olmasının yani ekümenik özelliğinin büyük katkısı olmuştur.
Ulusallaştırıldığı ve sekülerleştirildiği için sınırlandırılmış bir din olarak Yahudilik, nasıl küresel bir kültür hegemonyası kuramazsa, seküler nitelikli bir ‘din’ olan Budizm, Konfiçyanizm ve Taoizm de küresel çapta bir kültür hegemonyası kuramaz. Aynı şekilde modern çağların seküler dinleri olan laiklik, demokrasi ve insan hakları da söylenenlerin aksine evrensel bir hegemonya kuramadılar.
6.Bu gün ABD’nin temsilciliğini ve liderliğini yaptığı neo-liberalizm ve serbest pazar kapitalizmi kataküllilerle küreselleşmiştir. Bunlar seküler niteliği itibarıyla maddi bir medeniyeti temsil ediyor. Çıkar temellidir, ölümüne rekabete dayalıdır. Kendisinin yükselmesini, tekelleşmesini ve yaygınlaşmasını başka biçimlerin ölmesine bağlıyor. Maddi temelde yükseldiği, çıkar odaklı tekelleştiği, sadece bazı uluslara menfaat odaklı hasıla ürettiği için ahlâkilik ve meşruiyette aramıyor.
Bu sistem 15. Yüzyıldan bu yana İtalya, İspanya, Portekiz, Hollanda, Belçika, Fransa, İngiltere ve Almanya ile eni sonu 50’şer ya da en fazla 100’er yıllık birer hükümranlık devresi sürdü. Sonuncusu Amerika’nın liderliğiyse şunun şurasında 65 yıllıktır.
Periyodik devrelerde yapısal olarak krize giren ve her büyük krizde lider değiştirerek bu güne kadar yürürlükte tutulan bu sistem, şimdilerde kendi sonunu kendi hazırlamış durumda. Öldürücü rekabet sebebiyle sürekli teknoloji yenileyerek daha ucuza ve daha çok üretmek zorunda kalan bu üretim sistemi, artık çok daha fazla hammaddeye ihtiyaç duyuyor. Bu sebeple kullanacağı doğal ve stratejik kaynakları hızla tüketiyor. Yeni yetme kapitalist ülkelerin pazar rekabetiyse, bitmek üzere olan bu kaynakları paha biçilmez hale getirdi. Bu gidişatın yakın vadede sonu ya kıyamettir ya da yerküreyi yok edici bir dünya savaşıdır.
Kıyametin zamanını bilmiyoruz ama görünen gerçek yeni bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğudur. Nitekim popüler sağcılığın dünyada siyaseten yükselme trendine girmesi bu söylediklerimizin hem bir delili, hem de bu sistemin doğal bir sonucudur. Yeni savaşın eskisi gibi illa cephelerde olması da gerekmiyor. Kıtalararası biyolojik ve kimyasal silahların kullanılması ile yerkürede kıyamet kopmak üzeredir.
Bu durumda bu sistem kendi kendini yok edeceğine, iflas noktasına geldiğine ve yeni bir liderlikle kendini yenileyip yoluna devam edemeyeceğine göre, bundan sonrası için ne söylenebilir.
7.Uzak doğudan yükselen Hint ve Çin kapitalizminin geçici bir süre olsa da dünyada veya insanlığın yarısının yaşadığı kendi bölgesiyle birlikte Afrika ve Ortadoğu’da üstünlüğü ele geçirmesi mümkündür ancak orta vadeye uzanmayacak bir ecele koşacağı da muhakkaktır. Zira ahlâksız ve adaletsiz bir maddi medeniyetin beyin ölümü gerçekleşmiş, diğer organların ömrü uzatması imkansızlaşmıştır.
AB projesi, Amerika liderliğine bir tepki olarak doğmuş, salt ekonomi temelinde bir birlik denemesiydi. Hıristiyan ekümenik kültürünün onca katkısına ve motivasyonuna rağmen birlik, hem kıtaya sıkıştı, hem de kendi içinde siyasi, askeri ve hukuki bütünlüğü sağlayamadı. Kapitalist maddi gelişmelerin rahmi ve anası olması en büyük dezavantajları olarak karşılarına çıktı. Ulusal değerlerde boğuldular. Birliğin, kutsal ‘Roma-German’ imparatorluğunu canlandırması artık mümkün sayılmıyor.
8.Müslüman coğrafyaya gelince: Müslümanların yakın gelecekte toplumsal ve siyasi bir varlık olarak bu dünyada var olabilmesi için iki şeyin ön kabulü gerekiyor: İlki, neo-liberal temelli siyaset, kapitalizm temelli mali finans sistemi ve serbest pazar ekonomisinin;  seküler temelli hukuk nizamı ve endüstriyel temelli modern toplum yapısının, sadece bir ekonomik ve siyasi mekanizma olmadığının anlaşılması gerekiyor. Ve dolayısıyla ikincisi, bu küresel sistemin bir küfür sistemi olduğuna dolayısıyla Allah’tan gelenlerin yalanlanmasına dayandığına iman edilmesi gerekiyor.
Müslümanlar kurucu değer olarak tevhide yeniden döner, var oluşlarını İslam’la yeniden anlamlandırır, dolayısıyla kendi hayatlarında siyasi, ekonomik, hukuki ve toplumsal alanda Allah’tan başka rab ve ilah kabul etmezlerse, önce kendilerini kurtarmış olurlar, sonra da bu dünyaya maddi alanda yeniden liderlik edebilirler.
Bunun için önceliği İslam’a yeniden dönmeye vermeleri, hayatlarını Müslümanca sürdürecek bilgiye ulaşmaları gerekiyor. Evvela kendi dünya görüşlerine ulaşacak ve zihin yapılarını kuracak bilgileri ihya etmeleri, hemen ardından ahlâki sınırlarla meşruiyet bulacak toplumsal alanda ve maddi dünyada lazım olan bilgileri üretmeleri gerekiyor. Doğal olarak her bilginin yeniden üretilmesine gerek olmayıp sağlıklı bir adaptasyon da bu işi görür. Nihayetinde insanlığın ortak mirası insanlığın ortak birikimidir de.
Müslüman milletin bir millet olarak yeniden var olması, Müslüman kültürün yeniden üretilmesi, dünya hayatının yeniden İslamileşmesi manasına gelir. Bu durum Müslümanlığın her tarafa yayılması gibi yanlış bir amaç ve yoldan ayrılıp İslam’ın hükümran olacağı farklı bir dünyaya ve yola dönülmesi anlamınadır. Neden Müslümanlar?
9.İslam, kavimler, uluslar, diller, cinsler, kültürler, sınırlar üstü ve ötesi çağrıya sahip bir dindir. Zaten kendilerini kendileriyle sınırlayan bu aciz ve zalim kimlikleri geri plana iter, insanları yeni ama daha üstün, kuşatıcı ve nitelikli adil bir kimlikte buluşturur. Böylece her beşeri faaliyetin ve maddi alandaki her beşeri etkinliğin ahlâki ölçülerle meşruiyet kazanmasını sağlar. Çünkü her şeyden önce İslam’ın kendisi ahlâktır. Adalettir. Dolayısıyla İslam’dan bağımsız bir ahlak felsefesi olmadığı gibi İslam’dan bağımsız bir ilim, siyaset, hukuk, ekonomi ve toplumsal yapı da yoktur.
Müslümanlara lazım olacak bilgi de bu bağlamda üretilir, ihya edilir, adapte edilir. Bu durumda kapitalist üretim sistemiyle gelişmeyi, faizli finans sistemiyle kalkınmayı, alçakça istismar ederek ve zalimce hükmedip sömürerek refaha ulaşmayı, kirli ve ahlâksız üretimi besleyen tüketimden haz alarak tatmin olmayı bırakıp bambaşka bir yola girmek icap eder.
10.Allah kullarını tek bir ümmet olarak yaratmayı dilemedi. Herkesin Müslüman olması gibi bir niyet ve çaba haddi aşmak, zulme sapmaktır. O halde Müslümanlar, başkalarını kurtarmaktan önce kendilerini kurtarmalıdırlar. Bu sebeple Müslümanların üniversal tek doğrular dayatma yerine hak olanı dillendirip kendi dünyalarında bunun şahitliğini yapmaları, pratiğini göstermeleri gerekiyor.
Müslüman bir millet olarak var olmak, bu dünyada ümmetler içinde İslam ümmeti olarak kendi yerini almaktır. İslam ümmeti olmak dünya hayatını ve maddi alemi Müslümanca kurmak ve bir beldede bu hali yaşamaktır. Müslümanlıkta aslolan toprak ve çokluk değil yönetim sisteminin ve yönetici takımının İslam olmasıdır. Dolayısıyla belde, Allah’ın arzında kendilerine bahşedilmiş bir yer olacaktır. Mü’min kullar bu yola girer ve kendi üzerlerine düşeni yaparsa yeryüzünün sahibi olan Allah, onlara uygun bir belde verir.
Bu iş isteyenleri olduğu sürece kolaylıkla olacak bir iştir. Hiçte bir zorluğu yoktur. Çünkü Allah kâfir ve müşrik kullarına cömertlik, Müslüman kullarına cimrilik ediyor değildir. Kendimizi aldatmayalım, Müslüman ümmet böyle bir şeyi istedi de Allah vermedi de değildir. O halde Allah, gereğini yaptığı sürece hak edene hak ettiğini, dileyene dilediğini vermektedir. Bu durumda önce mevcut durumun hak olmadığına bir karar verile, sonra ne yapılması gerektiğiyle ilgili bir öncelik sıralaması yapılıp işe koyula.
11.Unutulmamalı ve akıldan hiç çıkartılmamalı ki: Allah’ın son elçisi ve onun davasını destekleyen arkadaşları bir avuç insandılar. İnsanlar arasından bir Mü’minler topluluğu ya da bir Müslüman millet olarak ayrışıp ortaya çıktıklarında, Mekke’de işleri yolunda gitmedi. Büyük zorluklar çektiler. Buna rağmen iddialarında sadıklar oldular, yılmayıp sabrettiler. Daha beşinci yılda önce Habeşistan’ı denediler ama oradan umduklarını bulamadılar. Lakin oradan bir nefes aldılar. Sonra da on ikinci yılda Allah onlara Medine’yi verdi.
Müslüman millet Medine’de bir İslam devleti kurduğunda bu iş öyle kolayına ve sadece beşeri bir çabayla kurulmadı. Dönemlerinde Sasani ve Bizans gibi iki güçlü imparatorluk, bunlara bağlı vassal krallılar vardı. Akabe biatlarından sonra aldıkları istihbarata gereği o iki imparatorluk Müslümanları ve oluşacak devletlerini yok etmek için hazırlık yapmaya başladılar. Allah’ın yardımı o zaman geldi, iki düşman birbirine düştü, aradan İslam imparatorluğu yükseldi. Diğer hepsi Müslümanlara itaat etmek zorunda kaldılar. İsra ve Rum sureleri bu gelişmeleri ve ondan sonra olabilecekleri uzunca anlatır ve kıyamete kadar yaşayacak Müslümanlara yol gösterir.

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir