Kurtarıcılardan Kurtulmak

Kurtarıcılardan Kurtulmak

1.Özal’ın ilk yıllarıydı. Türkiye üç aylık, aylık, gecelik faizle yeni tanışmıştı. Borsa yaygınlaşmış, tefecilik ve döviz alışverişi yasallaşmış, konut kredileri yeni duyulmuştu. O zamanlar kuyumculuk yapıyordum dolayısıyla bu alandaki gelişmelerden yakinen haberdardım. Müşterilerin neredeyse hepsinin faize, faiz diye rağbet etmediğini ve helal olana yönelip altın alarak tasarruflarını korumaya çalıştığını iyi hatırlarım.
O sıralar sosyal dokuyu ve günlük hayatı hızla değiştiren teknolojik yenilikler, mali ve ticari hayatta cezbedici gelişmeler peş peşe patlama yapmıştı. İnsanlar, sayıları giderek artan bireysel girişimler, çok ortaklı şirketler, kâr paylı kuruluşlar, faizci bankerler ve İslami finans kurumları ile tanışıyordu. Ceza kanunundaki 141-142 ve 163. maddeler kalkmış, siyaset rahatlamış, Musiad gibi ticari, Mazlum-der gibi insan hakları temelli muhafazakâr sivil kurumlar ortaya çıkmıştı.
O yıllarda pek kavramamıştık mali sermayenin, serbest pazar ekonomisinin, özelleştirme yoluyla küçülecek devletin, katılımcı demokrasinin, bireyselliğin, özgürlüklerin, sivil insanın, sivil toplumun, sivil mücadelenin neler getirip götüreceğini. Post-modern dalganın nefislerimizi azdırarak bizleri nereye sürükleyeceğini de. Üzerimize gelen dalga çok güçlüydü ve Müslümanları da etkisi altına almakta gecikmedi.
Büyük değişimler oluyordu. En çabuk fark edileni, nasıl olursa olsun para kazanma iştahı kabarması, yükselecek merdiven basamakları arayıp sosyal hayatta statü kazanma hevesinin galip gelmesiydi. Dolayısıyla hangi işin mübah olup olmadığı, paranın nasıl ve nereden kazanılması gerektiği, faizi-krediyi, helali-haramı, sivil dernekçiliği, demokratik particiliği sıkça konuşup tartışıyorduk. Ahalide teorik donanım yeterli olmasa da günlük hayatında hala İslam kültürünün etkisini, İslami değerlerin ve ölçülerin yaşanan bir din olarak pratiğini sürdürdüğünü görüyorduk.
Biz gibiler bu denli hızla yayılan değişimlere doğru ve yeterli izah getiremesek, insanların karşısına çıkıp bu yanlıştır, doğrusu şudur diye ikna edemesekte, en büyük hasarın zihinsel ve kültürel alanda olacağını ve bunun arifesinde olduğumuzu bilemezdik. Ahalinin günlük hayatında İslam’ın etkisinin kırılacağını, dinin giderek alan kaybedip hayattan çıkartılacağını bilemediğimiz gibi, biz gibilerin de teorik ve soyut alana kayıp orada boğulacağımızı kestiremedik.
O yıllarda yapılan iş kollarını, girişilen meslek dallarını, ideolojik mücadele biçimlerini sıkça konuşup tartıştığımız gecelerde, heveslerine ve hırslarına boğulanların yaptığı bir savunma vardı: “İdeolojik mücadeleyi kazanacaksak ekonomik olarak güçlü olmalıyız.” Bu sözün ne manaya geldiği, ne gibi sonuçlar doğuracağı bilinmiyordu. Fakat düşünülmeden tekrarlanıp durulan bu ve benzer ifadeler çokça tutmuştu.
Sanırım ilk kez sınırların ötesinde olup bitenlerden günlük haberdar ediliyor, heveskâr ve duygusal bir şekilde ümmetçilik yapıyorduk. O yıllarda bir taraftan Afganistan’ın işgali ve buna karşı gösterilen tepkiler, diğer taraftan İran devriminin verdiği psikolojik ve ideolojik heyecan ortalığı kasıp kavurmuş, bizleri duygusal, devrimci ve heyecanlı atmosferde boğmuştu. Yüzeysel değerlendirmeler uzun süre bu iki gelişmeyi kendi gerçeğiyle anlamamızı engelleyecek, bu ikisi üzerinden mezhebi taraftarlık dahi baş gösterecekti. Filistin meselesi henüz gündeme giriyordu çünkü orası solcuların eğitim yeri olarak biliniyor, FKÖ üzerinden solcuların meselesi olarak tanınıyordu.
İlginç biriyle tanışmıştım o sıralar. Adam tefeciydi. Kur’an ayetleriyle yaptığı işi izah edebiliyordu; “Ben kimseye zorla para vermiyorum. İnsanlar sıkışıyor, bana geliyor, ben de işlerini görüyorum. Onları sıkışık halden kurtarıp rahatlatıyorum” diyordu. Ben de “sen kendini kurtarıcı olarak savunuyorsun da, çaresizlikten senin eline düşenleri senden kim kurtaracak” demiştim. Çok bildiğimden değil ama ticari piyasada olup biten refleksten hareketle söylemiştim o sözü. Yasal veya gayri yasal tefeciye düşenler veya düşenlerden bir şeyler duyanlar bu meseli iyi anlar!
2.Yine o yıllarda “Öze dönüş” gibi etkileyici bir sloganın cazibesinde “Kur’an’a dönüş” namıyla meşhur bir çağrı duyulmaya başlamıştı. Sanırım ilk çıkış merkezleri Balıkesir, Malatya, Osmaniye, Ankara, İstanbul’du. Bu çağrı kısa sürede “mealcilik” akımı olarak şöhret kazandı.
Bunun yanında öteden beri yüksek okul kökenli gençlerin, abilerin yurt, eğitim, kamp, öğrenci evleri gibi buluşup kaynaştığı mekânlarda ideolojik ve örgütçü çalışmaları, dava adamlığı ekseninde harekete dönüşüyor, çoğalıyor, yayılıyor, bir kaç koldan samimi çabalarla fiili çalışmalar biçiminde yürütülüyordu.
Bu ikisi dışında ev sohbetleriyle başlayıp devam eden Kur’an, hadis, fıkıh ve usul çalışmaları yapan bağımsızlar; kitabevi, dergi ve gazete etrafında kümelenen gruplaşmalar vardı.
Süreç ilerledikçe mealciliğin hümanist akılla “Kur’an’cı Protestanlığa” varacağını, siyasi, iktisadi ve sosyal hayatla dinin bağını kopartacağını, dinin inanç kaidelerine sıkıştırılacağı bilinemezdi. Dava adamlığı çalışmalarının millici ve mezhepçi kabızlığa düçar olup sekülerleşeceği, ahlak ve ibadetten ibaret bir dini anlayışa dönüşeceği hesaplanamazdı. Bağımsızların amip gibi parçalanıp habirem bölüneceği varsayılamazdı.
O yıllarda bu akımların buralara geleceğini bizler bilmiyorduk ama birileri bizim buralara geleceğimizi biliyor olmalıydılar. Küresel sistemi, neo-liberal iktisadi ve siyasi düzenin sahiplerini kast ediyorum bununla. Çünkü bunlar çok daha önceden benzer süreci Avrupa’da Hıristiyanlarla yaşamışlar, ciddi tecrübelere sahip olmuşlardı.
Her toplumda ve her şartta olduğu gibi başka ama etkisiyle ahaliye vaziyet eden akımlar da vardı: Kadim kollarıyla tarikatçılık, klasik ya da modern versiyonuyla Nurculuk, varoşlarda örgütlenmiş Süleymancılık ve kitlesel başarıya ve oy desteğine koştuğu için demokratik siyasi particilik.
Bunların yeni şekliyle de yerel ve küresel sistemle bir şekilde uzlaşıp neo-liberal kervana katılması doğaldı. Bunlar kurucu değerler olarak zaten içerde pozisyon alıp ıslahatçılık yapmayı, sıkıştıkları yerde takiyye yapıp kendilerine tanınan alanları muhafaza etmeyi, rahatladıkları dönemlerde tasarruf edebildikleri alanları genişletmeyi hedeflemişlerdi. Dolayısıyla sistemle, düzenle bir hesapları, bu hesaba uygun konuşlanmaları zaten beklenmezdi.
3.1980’lerden bu yana aradan epey zaman geçti, köprünün altından çok sular aktı. Tıpkı iktisatta üretim ve tüketimdeki dengeyi ve pazar rekabetini ayarlayan bir ‘gizli el’ teorisi gibi, toplumsal alanda da çapı ve etkileyici gücü yüksek başka bir gizli el de her kesimi etkileyen büyük değişimler yaşattı. Ekonomik, kültürel ve sosyal hayattaki dönüşümler her toplumsal kesimi kuşattı.
Gerek Kur’an’cı akımın, gerek militarist eksenli çalışmaların ve gerekse diğerlerinin bu süreci en az hasarla atlatması, fırtınayı atlattıktan sonra salimen kıyıya çıkması beklenirdi. Yeni hasmın bunlar tarafından tanımlanıp eleştirilmesi ve aşılması gerekirdi. Çünkü kurucu değerler olarak var oluş gayeleri bunu gerektirirdi. Oysa işler umulduğu gibi gitmedi. Her kesimi olduğu gibi Müslüman kesimi de yeni sistem tanımladı, toplumsal alanda her kesime biçtiği pozisyon gibi Müslümanlara da bir pozisyon biçti. Eskiye kıyasla görece özgürlük elde etmenin rehaveti kendilerine biçilen alana razı gelmekle sonuçlandı.
Kendilerine tanımlanan alana rahatça girenlerin elde ettikleri kazanımlar gözleri boyadı, orada oyalanmayı, nüfuz sahibi olmayı benimsetti, bekasını orada sürdürebileceği umudunu yeşertti. Dolayısıyla tuttuğu pozisyonda dünya görüşü ve zihin yapısı bakımından değişime uğradı. Aynı süreçte önleri açılan siyasi yelpazenin daha güçlü esen rüzgarıyla sistemin bir parçasına dönüşmeyi engelleyemedi. Bu sonuç hesaplanamaz mıydı? Kültürel kapasite ve entellektüel birikim bu dalgaya direnemez miydi?
Öyle olması beklenirdi. Çünkü bunları diğerlerinden farklı kılan, kendi yerini kendisinin tayin edeceği önemli bir husus vardı: O, kurucu değer olarak sistem dışına çıkıp, sisteme rağmen, sistemi kendileri tanımlayarak, sistemi de aşıp başka bir sistem peşinde olmalarıydı. Bu manada var olanlar, sistemin toplumsal gruplara yeni pozisyonlar biçerken kendi namı hesabına manevra yapabileceğini, kendi stratejisini değiştirebileceğini, bunun da esasa dair olmayacağını anlayabilirlerdi. Dolayısıyla çalışmalar, örgütlenmeler ve programlar açısından bu değişim çok çok taktiksel kimi manevralarla geçiştirilebilirdi.
Böyle de olmadı. Sistemik değişim stratejik etki yaptı. Düşünüş biçimine sirayet etti. Akıl yapısını bozdu. Kendisine açılan alanı nasıl meşrulaştırdıysa, zihinsel kapasitesini de neo-liberal paradigmaya göre kurguladı. Tarihsel hafızanın zayıflığı; ilmi birikimin yetersizliği; sahih gelenekten kopukluk; baskı altında kaldığı dönemlerde içe kapanmanın getirdiği psikolojik travma; dünyadaki yeni gelişmelerden haberdarsızlık; ve yeni duruma hazırsızlık, işin asıl gerçeğini açığa çıkarttı.
Bu sürecin ilerleyen zamanlarında işin esasını tartışıp yeniden dirilişin yolu tutulacağına, ya “tek kaynak Kur’an” formülü ya da halktan kopukluk gibi kimi bahanelerle popülizme düşüldü, zaaflar örtüldü, sorunlar ertelendi. Eksiklikler görülmezden gelindi. Sivillik benimsendi. Sivil çalışmalar aracılığıyla entegrasyonun yolu doğal olarak açıldı.
Bu güne geldiğimizde geçmişten bu yana elde dişe dokunur çok şey kalmadığı söylenebilir. İdeolojik olarak, kavramsal ve değerler sistemi olarak, kurucu değerler ve var oluş gerekçesine uygun örgütlenmeler olarak, fazlasıyla gerilere düşüldüğü ortadadır. Bu durumda gelinen yerin göstergeleri şunlardır: Tutulan “pozisyon” seküler, talep edilen “haklar” sivil, korunması gereken “özgürlükler” liberal ve yapılan sivil nitelikli faaliyetler “bireysel”.
Bu yerin sorunu, olunması gereken yerin doğru yer olmadığının herkesçe itirafı yapıldığı halde, siyasi ve iktisadi alandaki toplumsal ilişkilerde takınılan tavrın, sosyal hayatta alınan pozisyonun sahih olmadığının bilindiği halde, bunun nedenlerinin cesaretle üzerine gidilememesidir. Mevcut pozisyonu olsun kaybetmeme gayretleridir. Buna sebep kendimizi tanımlayan, karşıtımızı işaretleyen güçlü bir söylemin olmayışı, literatür yoksunluğu, yazılı kaynakların yetersizliği olabilir. Strateji eksikliği, yöntem ve amaç kargaşası, program fakirliği başka neye bağlanabilir ki.
4.Müslümanların bu devrede durdukları yer, esasa kıyasla detay farklarla sistem içinde bir yer. Yapılıp edilenler için istenilen pozisyon sistematik tolore edilen alanlar. Dolayısıyla var oluş gereği sistemin kendisine, niteliğine ve meşruiyetine yönelik bir eleştirel söylem yok, sistemi aşmaya ve kendi inancına uygun bir kuruculuğa dair stratejik bir akıl ve faaliyet yok. Bu sebeple:
Temel faaliyet alanları nelerdir? Sivil toplumculuk, insan hakları savunuculuğu, kültürel faaliyetler, sosyal dayanışma ve yardımlaşma etkinliği. Şimdilik zayıfta olsa çevrecilik, feminizm, hayvan hakları ve göçmen sorunu. Neleri karşısına alarak var olunuyor? Gelenek ve tasavvuf düşmanlığı. Sünnet, fıkıh ve mezhep karşıtlığı. Akıllar nasıl çalışıyor? Felsefik, hümanist, tarihselci, hermenotik, dilci, seküler milliyetçi. Dolayısıyla ve elbette soyut metin tahliline dayalı ‘Kur’an’cılık.’ Epistemik kelime anlamına sıkıştırılmış ayet ‘yorumu.’ Din laikliştirilip özelleştirildiği için sana göre olanı yerine bana göre olan ‘ilkeler.’ Patinaj yapmaktan kurtulup selamete çıkamayan ‘Kur’an dersleri.’
5.Kur’an, ‘kimsenin kimseyi kurtaramayacağını’ bildiriyor. ‘Kurtulan kendisi için kurtulur’ diyor. Allah’ın son elçisi ‘nefislerinizi Allah’ın elinden/ateşten kurtarın’ buyuruyor. Şu halde insanlar kendileri istemedikçe kurtulamayacaklar.
Allah Kur’an’da duyurdu ki: İman edenler, şirkten arınarak kalplerini, niyetlerini, kendilerini düzeltir, günahlardan ve kötü huylardan arınır. Kendilerini tezkiye ettikleri gibi mallarını da tezkiye eder. Bunlar ittika sahibi olur. Allah bu yola girenlerin basiretini açar. Basireti açılanların dışa dönük amelleri, fiilleri, etkinlikleri değişmeye başlar, başka insan olurlar. İnsanlar arasındaki siyasi, iktisadi, sosyal ve hukuki münasebetlerini imani değerlere, itikâdi unsurlara göre yeniden düzenlerler.
Mümin olanlar bu aşamaya geldiklerinde, kendileri gibi kendilerini kurtaranlarla birlik olurlar. Bu bir imanî sorumluluk aşamasıdır. İmandan sonra hemen sonra gelen sorumluluk budur. Bunlar kendi aralarında teşkilatlanırlar. Aralarındaki ilişki velayet temellidir, iman kardeşliğine dayalıdır. Hiç bir yere dayanmadan, hiç bir yere mihnet etmeden kendi işlerini kendileri görürler. Nasıl yapacaklarının hukuki dayanakları vardır. Kimlik edinmek de budur. Silme girip İslamlaşma da budur.
Bunların diğerleriyle kuracakları ilişkilerde kendi hukukları vardır. Ahlaki sınırları vardır. Şeriata uyma emri burayı da kapsar. Kavimleri içinde ayrıca teşkilatlandıkları, değerler farkı nedeniyle farklılaştıkları için, doğal olarak zıtlaşma başlar, zulme uğrarlar. Baskı altına alınırlar. Suçları ‘Rabbim Allah demelerdir.’ Bu süreçte başlarına gelenlere sabrederler. İmana dayalı sabır da budur.
Bunların tek gayesi vardır, kendi işlerine bakmak, her hal ve şartta kendi yollarında gitmek. Tek sığınakları vardır, veli kılıp dayandıkları Allah. Tek sorumlulukları vardır, diğer insanlara güzellikle hakkı hatırlatmak. Dost olmadan, şirke bulaşmadan akrabalık ve komşuluk dayanışmasını sürdürebildiği kadar sürdürmek.
 6.Kur’an nazil oldu. Hakikati bildirdi. Geçmiş kavimlerden örnekler verildi. Yanlış doğru ayan beyan kılındı. Artık düzelmek isteyenler tasdik edecek, kendilerini düzeltecekler, batıla dalmak isteyenler yalanlamaya devam edecekler. Mü’minler topluluğunun istikameti belli, yolları açık, kendi yollarında devam etmek isteyenlerin de yolları açık. Tercih herkesin kendisine kalmıştır. Hakkın şahitliğini yapmak, insanlar arasında hayra çağıran ümmet olmak da budur.
Kur’an’ın bu beyanlarına rağmen birileri ‘birilerini kurtarmak’, ‘dine’ veya ‘halka hizmet’ etmek’ maksadıyla ‘mücadele etmeyi’ şiar edinmişse, bunu maslahat, menfaat, statü, güç elde etme vs gerekçesiyle yapıyor veya kendince çokluk peşinde koşuyorsa, bunlar, bir kere daha düşünmeli. Bunu öyle ya da böyle bir alışkanlığa dönüştürenler, kendilerine bir şekilde haklılık kazandıranlar, bir kere daha hesaplamalı. Kim neyi elde edeceğini, hangi şartlarla edeceğini, elde edilmesi istenenlerin edilmesi gerekip gerekmediğini, elde ettikleriyle ne yapacağını düşünmemişse, durup bir kendisine sormalı: Niyet nedir, murat nedir? Buradan nereye varacaktır? Doğrusu bu mudur?
Bu tarz gidiş nereye kadar sürecek? Çok açıkça söylenmeli ki bir yerlere karşı pazarlık gücü mü elde edilecek? Pazarlıkla ne elde edilecek? Pazarlık hangi hususta yapılacak? Sana bana bu imkânları verenler bunu bilmiyor olabilir, bizim nereye varacağımız ve sonucu bilmiyor olabilir mi? Tarih bu konuda bize bir şey öğretmedi mi? Bunların Kur’an’a göre manası ne?
İşimize yarar ve muradımızı açıklar umuduyla mevcut halimizin fotoğrafına düz bir perspektiften bakınca ortaya çıkan manzara şudur: Daha kendisi olamadığı için sivilliği aşamamış; arınamadığı için küresel sistem hegemonyasını kıramamış; insan haklarına takılıp kalmış; seküler zihinle zamanın ruhunu, anın fıkhını ve tedrici mücadele aşamasını kendisine dayanak yapmış; işlerini sistemik değerlerle yürütmeyi alışkanlık etmiş; devlet kapısıyla ala külla ilişkiyi dahi sorun etmemiş; hasmını hısmını karıştırıp yürüttüğü karışık ilişkiler yumağında işleri çarşafa dolaşmış vs. Popülerlik ve pragmatiklik.
Sormalı o zaman: Kendimizden çok başkalarını kurtarma ameliyesi neyi ifade ediyor? Açık yüreklilikle cevaplanmalı. Derdimiz nedir bizim? Muhteva ve şekil olarak nereye varacağı daha şimdiden belli hizmet çalışmalarıyla nereye varacağımızı umuyoruz? Oraya varmadan bize yol verenlerin istediği yerde yolumuzun kesmeyeceğini nereden biliyoruz? İyi niyetli olanlarımız hiç olmazsa son elli yıllık tarihe bir yolculuk etsinler. Farklı rivayetlerden bilgi edinsin, farklı zaviyelerden değerlendirme yapsınlar. Nereden başlayıp nereye varacağını bilmek isteyenler, nerede durması gerektiğini önemseyenler için çok büyük tecrübeler var orada. Acizane tavsiyemizdir.
7.Son söz: Kim her neredeyse, ferda fert ya da topluluk fark etmez, hayrı yıkmadan, fitne çıkartmadan, içerden veya dışardan direnerek, kurtarıcılardan kurtulmayı vazife edinebilir, kurtarıcıları da kurtarmayı deneyebilir. Varlığını anlamlandırmak isteyenlerin katkısı bundan başka nedir? Bu bağlamda neresi olursa olsun kendisi kovulana kadar mücadelesi haktır. Bu konuda Hz. Peygambere “bu vahiy midir yoksa senin görüşün mü” diye soranlar; Hz. Ömer’e “Bunu da nereden çıkarttın, sana bu hakkı kim verdi” diyenler bizim için en güzel örneklerdir. Unutmayalım, böyle olduğumuz sürece, aramızda böyleleri çoğaldığı sürece biz izzetimize kavuşacak, yeniden dirileceğiz.
Neredeysek oranın dışında da bizi bir yere çağıranlar, hak olduğu sürece davetlere icabet etmeliler. Nezaketle katılım, kendini ifade etme, hayrı hatırlatıp yayma manasına meşrudur, gereklidir. Yükümlülüktür. Davet sahipleri ya da bir yerde olanlarımız, altından kalkamadığı bir işe destek için çağırmalı, biz çağırıyorsak aynı maksadı gütmeliyiz. İşimizin ne olduğu, işin kendi işimiz mi olduğu elbette konuşulmalı, belirlenmeli, bilinmeli. Bizim başka ne işimiz olabilir ki? Ben iman ettim ve Müslüman oldum diyenlerin hepsi bundan sorumlu değil mi?
Gelen gelir gelmeyenin yolu açıktır. Birbirimize Allah’dan korkmayı öğütleyelim. Ne acaip bir iştir, özel ve sadece içi ilgilendiren meseleler hariç dışa dönük, bütün ümmeti ilgilendiren meselelerde, biz kendi aramızda istişare ettik, kendi içimizde bunu hallettik diyenler, nelerine güveniyorlar? Böyle yapınca kendilerini kurtardıklarından emin mi oluyorlar? Oysa hesap soran her kardeşine izah etmek, kitapta yerini gösterip ikna etmek sorumluluğu vardır.
Kendilerini bir şekilde müstağni görenlerimiz, başkalarına ‘hala siz orada mısınız’ diyenler, kendilerini ne sandıklarını sorgulamalı, günaha girdiklerini hatırlamalılar. Her lafında vahdetten bahsedenler, tevhidi değerleri kendileri kendi yaptıklarına dayanak gösterenler, ne vahdetinden bahsettiklerini biliyorlar mı?
Vahdet, her kesin, her grubun kendi Kur’an anlayışına yaptığı bir çağrı mıdır? Sizden veya bizden başka doğru anlayış olamaz mı? Bu manada tahammül edilecek, sen de haklı olabilirsin diyecek sınırlarımız bu kadar dar mıdır? Bize de ne oluyor? Bu işi kendimize hasrettiğimizde savunma mekanizmamız “ilke” dayatması mıdır? Bu ilke, Allah’ın ilkesi mi bizim ilkemiz mi, hiç düşündük mü? Kendi kavramsal açıklamalarımız, zihni üretimlerimiz nasıl dinin ilkeleri olabiliyor, bu hakkı kim nereden alıyor?
Ümmet perspektifinde vahdet sağlamak isteyenler, niyetini ve muradını düzelttikçe asıl vahdetin “yapılacak işlerde” olması gerektiğini bilirler. Kendi güçlerinin yetmediği işlere bu bağlamda kardeşlerini davet ederler. Bu sebeple Kur’an üzerinde, şahsi Kur’ani anlayış üzerinde vahdet olmaz. Vahdet çağrısı da olmaz.
Her yerde ve her çalışmada öne çıkanlar çıkar, Allah onlara güç ve kuvvet versin. Çıkamayanlar sinelerdeki seküler şirki atar, körü körüne değil denetleyerek destek olur. Olmak zorundadır. Denetleyenler olmazsa, öne çıkanların nefislerine yenildiklerinde, kibre saptıklarında, sapıttığında, bütün hayrı heba edecek yola girdiğinde, onları kim düzeltecek? İstişare ne için gereklidir? Nerede lazımdır? İstişare bizi terbiye eden, haddi aştığımızda bizi yola getiren dayanağımız değil midir?
Bizim insanımız eğitim yoluyla sistematik olarak ‘geri zekalı’ imalata tabi tutuluyor. Fanatik taraftar olmaya zorlanıyor. Mistik teslimiyet, Gavsçılık, Kutupçuluk, Mesihçilik, Karizmatik lidercilik nasıl bu kadar yaygındır, bu sebeple. Çünkü böyle olması isteniyor. Aynısını biz yapmayalım. Büyük bir zulümdür bu. Kur’an bize böyle öğretmedi, peygamber bize böyle göstermedi.
Yıllara sari Kur’an dersi yaparak kendi görüşlerimizi Kur’an diye savunup durmayalım. Çoğaldıkça amip gibi parçalanmayalım. İlkeler, Allah’ın ilkeleridir. İnsanlar kendi kavramlarıyla, epistemik kavram imalatıyla ilke belirleyemezler. İki fazla bilenler daha fazla sorumluluk altına girecekken ilke dayatmasıyla insanları kendine kulluğa çağıramazlar. Bu bir zulümdür. Kimse de istişare ilkesini istismar edemez, etmesine müsade etmemelidir.
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir