Başörtüsü Zulmü Yada 1'e 99, 99'a 1 Paylaşımı

Başörtüsü Zulmü Yada 1'e 99, 99'a 1 Paylaşımı

1.Kur’an’da bahsedilen bir mesel var, Allah bu misalle kullarına bir şey öğretti: Aralarında ihtilaflı bir mesele olduğunu söyleyip davalarını adil bir şekilde halletmesi için Hz. Davud’a gelen iki kardeşin hikâyesi bu. Birisinin 99 koyunu var, diğerinin 1 koyunu. 99’a sahip olan diğerinin elindeki 1’ide istiyor. Dava konusu bu. Meseldeki diğer kısımlar işin teferruat kısmı olmalı.
Türkiye’de 2016 sonu itibarıyla değişen rakamlar olsa da ortalamada, bankalarda bir milyon TL ve üzerinde likit mevduatı olanların toplam sayısı yüz bin kişi imiş. Bunlara en üst tabaka diyelim. Biz bu tabakaya, bir o kadar da nakdi olmayıp da gayri menkulleri olanları ekleyelim, etti iki yüz bin kişi. Bunlara yakın olup bu varlıktan istifade edenleri, bunların yanında çalışan müdür, uzman, danışman, üst düzey personel gibi çalışanların toplamını iki yüz bin kişi sayalım. Toplamda etti dört yüz bin kişi.
Bir dört yüz bin kişi de mirastan gelen, iyi derecede üretim ve ticaret yapanları ve bunların yakınları ile üst düzey çalışanlarını sayalım. Bunlar da orta üst tabaka olsun. Sosyal hayatta üst sınıfa çıktıkça akrabalık, yakınlık ve çevre ilişkileri biter, onun yerine bireysellik başlar. Tarih böyle anlatıyor. Yaşayarakta tecrübe ediyoruz. Buna rağmen iyi niyetle bir iki yüz bin kişi daha ekleyelim. Bütün hepsini topladığımızda 1 milyon kişi etsin. Abartılı ama olsun.
Geriye ne kaldı dersek: Bütün bir ömrünü borç harçla bir ev, bir araba sahibi olmak, çocuklarına iyi eğitim parası ve hadi bir de yazlık sahibi olmak için koşturanları sayalım; buna bir ömür günlük nafaka peşinde çalışanları ekleyelim; buna ömrünün yarısını aç yarısını tok geçirenleri katalım; ve nihayet sosyal yardımlardan ve iyilik hareketlerinden geçinmek zorunda bırakılanları da burada sayalım. Bunların toplamını bir torbaya koyalım. Bunlara orta, orta alt tabaka diyelim ya da halkın geneli diyelim.
Türkiye’nin nüfusu kabaca 79 milyon. 1 Milyon kişiyi terazinin bir kefesine, kalan 78 milyonu da diğer kefesine koyalım. Bir milyonun kazancı yetmiş sekiz milyonun kazancına eşit çünkü. Hangi taraf ağır basar dersiniz? Dağılıma bakar mısınız? Adalete bakın adalete! Geldik mi Hz. Davud’un meseline.
2.Kapitalist ekonomi politikte kurallar var, dünyanın her yerinde aynısı öğretilir ve uygulanır. Yaşamak için öldürecek, yükselmek için birilerinin sırtına çıkacaksınız. Zengin olmak için en yakın rakiplerinizi yok edecek, tekelleşmek için biriktirecek, biriktirdikçe tekelleşeceksiniz. Türkiye örneğindeki rakamlar bu sebeple dünyanın her yerinde benzerdir. Avrupa’da, Amerika’da, Japonya’da kişisel gelir olarak aşağıdaki tabakanın eline geçen rakamsal ölçek biraz fazla olsa da genel ortalamada durum aynıdır. Hani kişi başına düşen milli gelir diyorlar ya buna, işte bu. Çin, Hindistan, Afrika, Ortadoğu vs nereye baksanız değişen bir şey yoktur bu sebeple.
Böylesine bir uçurum nasıl olabilir? Nasıl bir ikna metodu var ki her şey normal görülebiliyor? İnsanların yüzde biri ile beşi arası süper zekalı da geri kalan yüzde doksan beşi aptallar sürüsü de, ondan mıdır? Değilse böylesi bir servet dağılımı, böylesi bir zulüm, böylesi bir haksız gelir paylaşım dengesizliği nasıl izah edilir? Neyle? Hangi mekanizmadır ki bu böylesi bir durumu doğuruyor, üretiyor, sürdürüyor ve koruyor?
3.Kur’an’dan bir meselle başladık, ona bakarak anlamaya çalışalım: Allah, dünya dediğimiz yer kürede, havada, denizde, karada, kıyılarda, yer üstünde ve altında insanların, hayvanların, bitkilerin ve diğer biyolojik varlıkların beslenmesi, yeterli ve dengeli besine ulaşması için nimetlerini bolca verdi. Kâfiri Mü’mini, müşriki muvahhidi, zalimi adili, küçüğü büyüğü, sağlamı hastalıklısı bütün hepsi istifade etsin diye yeryüzünü kullarının emrine amade kıldı. Burada bir denge var, adı adalet. Herhangi bir dengesizlik olursa olur zulüm. Bunu insan yapar.
İslam, kendisi adalet olan bir dindir. Her şeyiyle adalettir. Allah adildir. Kitaplar adaleti öğretti. Din adaleti emretti. Peygamberler adaleti gösterdiler. İnsanlar arasından Müslüman olanlar da doğal olarak adil olmaları gerekenlerdir.
Müslümanlar bir araya gelip Mü’minler topluluğu olduğu zaman “Hiye’l Ulya” için siyaseten teşkilatlanırlar. İlahi buyrukları kendi aralarında siyasi, iktisadi ve sosyal bir nizama dönüştürerek ve dinlerini korumayı esas bilerek kendilerini var kılarlar. Millet olarak bekalarını bu sayede devam ettirirler. Dolayısıyla yer yüzünde insanlar arasında “siyasi adaleti”, “iktisadi adaleti”, “sosyal adaleti” uygularlar. İslam’da devletin varlık gerekçesi zaten budur. Müslüman millet zaten bunun için millet olur. Bu sebeple onlar zayıfı güçlüye ezdirmez. Zorbalığa imkân tanımaz. Yetimi, yoksulu, çaresizi, yaşlıyı, sakatı korur.
Diyelim bu dünyada Müslümanlar yok. Yahut kitap ehline dönüştüler de kafirleri dost edindiler, onlarla birlikte kötü işleri hep birlikte yapıyorlar. Zulümde müşterek hareket ediyorlar. Bu zamanda dünyanın sakinlerinden birileri azgınlaştı, uyanıklık etti, haksızlık etti, zalimlik etti, hırsızlık etti ve öyle bir zorbalık düzeni kurdular ki, 99 payı bir kişiye, geri kalan bir payı da 99 kişiye paylaştırdılar. Bu işi bir mekanizma kurup yaptılar. O mekanizmayla da devam ettiriyorlar. Diğerleri de kaderlerine razı oldular. Olmayıpta başını kaldıranların nefesini kesiyorlar. Ne adalet ama! İyi hoşta bu iş nasıl becerildi, sürdürülebiliyor?
4.Nasılsa her yerde aynı şeyler var. Hz. Davud örneğini hatırlayarak kendi ülkemizde olanlara bakıp kavramaya çalışalım.
Bu kadar dengesiz bir zenginlik farkı babadan kalmış olabilir mi? Hayır, olamaz. Yüzelli sene evveline kadar bu ülkede özel mülkiyet diye bir şey yoktu. Dolayısıyla nüfusun yüzde onuna tekabül eden bir aristokrat sınıf, onlara ait devasa büyüklükte toprak mülkiyeti olmadı ki, onlardan yeni nesillere kalan bir miras olsun, toprak çok büyük servet etsin, aynı düzeni devam ettiren bir siyasi teşkilat olsun da, torunları bu denli zengin olsunlar. Kaldı ki modern endüstriyel toplumlarda servetin kaynağı tarım arazileri olmayıp ticaretten ve üretimden kaynaklanan maddi ve mali ürünler ve varlıklardır.
Bir kaç yüz yıl önce burjuva tarzı maceracı bir sınıf vardı da, kıtalararası keşfe çıktı, katliamlar yapıp soygun, vurgun ve talan yaptı ve ticari servet biriktirdi. Biriktirdiklerine dayanarak fabrikalar kurdu, üretim aşamasına geçti. İcatlar yaparak teknoloji üretti, bu sayede yeniden ama devasa üretim yapmaya başladı. Önce ulusal pazarı, sonra da uluslararası pazarı ele geçirdi. Servet için servet biriktirdi. Tekelleşti. Bu sayede bu denli zengin bir azınlık oluştu. Bu günküler de o azınlığın çocukları olsun, bu kadar açık ara toplu mülkiyetin zerine otursun. Hayır, olamaz. Bu ülkede henüz üçüncü kuşağa geçmiş hiç bir şirket yok. Olanı da dünya ölçeğindeki burjuvanın ya tedarikçisidir, ya fasoncusudur, ya da yerel çapta küçük imalatçıdır.
Son bir kaç yüzyıl öncesinde çalıp çırpmayla parası olmuş, parasını korumak ve artırmak için kağıt para sistemine geçerek faizli mekanizmalar üretmiş, sıkışanı borçlandırıp bu mekanizmayla parasını defalarca katlamış tefeci, bankacı, borsacı da olmadı. Dolayısıyla onlardan bu güne kalan nesilleri bu kadar devasa servete sahip oldular. Hayır, bu da olmadı.
Bu devlet Osmanlı yükselmesinin değil yıkıntısının üzerine kuruldu. Dolayısıyla devlet dün İtalya, Portekiz, İspanya, Hollanda, Belçika, İngiliz ve Fransızların, bu gün de Amerikalıların yaptığı gibi her yıl, ara vermeksizin fetihler ve işgaller yaptı, gittiği yerlere demokrasi, uygarlık, laiklik, milliyetçilik götürdü de, karşılığında vurgun vurdu, yüklüce ganimet elde etti ve oradan getirdiklerini içerde paylaştırırken birilerine çok fazla verdi de, o fazlaya sahip olanların çocukları mı bu sayede servet sahibi olabildiler. Hayır, bu da olmadı.
Olsa da bu kadar büyük fark olmazdı ya varsayalım olsun, bu ülkenin üreticileri bir iki devre öncesinde bütün dünyaya satacakları demir-çelik-plastik-petrol gibi temel hammadde sahasında büyük çaplı üretim işlerine soyunup tekelleşmiş fabrikalara kurdular da, onların mirasçıları o işleri devam ettiriyor da, bu sayede mi servet biriktirdiler. Veyahut ülkenin üreticileri yeni dönemlerde dünya ölçeğinde her yıl milyonlarca sattığı bir Volkswagen, bir Fıat, bir Reno, bir Ipon, bir IBM, bir Shell, bir Google, bir Facebook, bir Aspirin vs mi ürettiler de elde ettikleri kârlarla devasa servet birikimine sahip oldular? Hayır, böyle de olmadı. Ya nasıl oldu bu iş?
Toprak aynı toprak. Su aynı su. Yeraltı kaynakları aynı kaynak. Ormanlarımız aynı orman, kıyılarımız aynı kıyı. Buralardan elde edilen hammadde yeterince üretim sürecine sokulmadı. Teknolojik icatlar yapılmadı. Vasıflı insan sayısında patlama olmadı. Dünya çapında markamız da yok. Peki nasıl oluyor, nereden geliyor bu değirmenin suyu? Bu azınlık yüzde birin zenginliğinin kaynağı ne o zaman?
5.Bunu anlamak için İbn Haldun’a müracaat edelim. Batılı meslektaşlarının tümünü cebinden çıkartır o. Ne diyordu: Devlet fetihlerle büyüdükçe, kentler ve kentli nüfus çoğaldıkça, yönetilen nüfus çeşitlendikçe, hem lüks ihtiyaçlar çoğalır ve yayılır, hem de bürokrasinin ihtiyacı da ona göre artar ve büyür. Savunma, güvenlik, idare, imar işleri, sulama kanalları, lüks tüketim, idarecilerin şatafatı vs derken kamu harcamaları devasa katlanır. Vergiler yoluyla giderlerden çok fazlası toplanır. Bürokrasinin rüşvet çarkı doymak bilmez şekilde buna göre büyür. O sebeple yönetici memurlara yakın olanlar çok büyük paralar kazanırlar. Bürokrasiye yakın olmak bazen de kazandıklarını kaybetmekle sonuçlanabilir. Çünkü devlet dönem dönem servete el koyar çünkü kendine rakip olabilecekleri hizaya getirir. Yoksa ahlaklı ticaret ve üretim yaparak zengin olunmaz.
6.İbn Haldun’un söylediklerini günümüze aktarırsak neler söylenebilir. Son ABD başkanı Trump örneğinden yola çıkarsak, başkanlık seçimlerinde kendi söylediklerinden çıkarttıklarımızı genişleterek söyleyelim:
Öncelikle hiç bir devrede ve hep aynı şartlarda değişmeyen usulü hatırlayalım: Bitmek bilmez kamu ihalelerinden elde edilen vurgunlar meselesi. Her devrede her yerde geçerli oldu.
Sonra, duruma ve döneme göre değişkenler devreye giriyor: Herkese ait hazine arazisine, deniz kıyısına, orman bölgesine, kent merkezlerine allem kullem edip el koyuyorsunuz. Çünkü devlet memurlarıyla anlaşıyorsunuz. Halkın da gıkı çıkmıyor. Plazalar dikiyor, iş hanları ve korunaklı lüks siteler yapıyorsunuz. Oteller zinciri kuruyorsunuz. Kumarhaneler, alışveriş merkezleri, tatil köyleri açıyorsunuz. Suyu parayla satıyorsunuz. Enerji kaynaklarını, eğitim, sağlık ve ulaşım hizmetlerini özelleştirip tekelleştiriyorsunuz. Temel hizmetleri bedavaya görmesi gereken devletle aranız iyi olduğu için o hizmetleri çok daha fazlasına kakalıyorsunuz. Bankalar kurup küresel sermayeyle ortaklaşa herkesi borçlandırıyor, paranızı kat kat katlıyorsunuz.
Yerler teşvikli. Yapılar ucuz kredili. İşleriniz müşteri garantili ve devlet güvenlikli. Çünkü istihdam yaratıyor, katma değer üretiyor, kalkınmaya destek oluyorsunuz! Aldıklarınızın çok az bir kısmını lütfedip ödüyorsunuz ama genellikle vergiden muafsınız. Çevre ve hava kirliliği, suların zehirlenmesi, kaynakların tüketilmesi, insanların mağduriyeti, çok ucuza ve güvencesiz adam çalıştırma, hasta ve sakatlar yaratma, tazminat vs gibi kamusal yükümlülük ve sosyal sorumluluk nedir bilmiyorsunuz. Hakça kazanım, yerel halkla paylaşım vs sizin kitabınızda hiç yok. Battığınız zaman devlet sizi kurtarıyor, bedelini halka yüklüyor.
Uzatmayalım. Hikâyenin özü bu. Bu hikâye kurulu bir mekanizmayla, dünya çapında bir entegrasyonla sürdürülüyor. Küresel bir sistematik olarak yürütülüyor. Liberalizm diyorlar buna. Özgürlükler, insan hakları, demokrasi, laiklik, serbest pazar ekonomisi de deniyor. Milliyetçilik, sosyalizm de işin içinde. Elbette hepsinin suç ortağı ulusallaştırılmış dinler.
7.Yazının başlığına dönüp baş örtüsüne geçersek, sizce bu dünyada, böylesi bir mekanizmada bir zulümden bahsedilecek olsa, bu işler mi, başörtüsü mü, hangisi zulüm gibi zulümdür? Hangisi esas zulümdür hangisi o zulmün küçük bir parçası ya da sonucudur?
Bu milletin yıllardır diline doladığı başörtülü eğitim hakkının verilmemesi gibi bir zulüm, şimdiki haliyle ve elde edilmiş bir hak olarak ne gibi bir anlam ifade ediyor? Değişen bir şey oldu mu? İslami literatürle siyasi, ekonomik ve sosyal hayatta var olan zulmün başörtüsüyle bir bağlantısı yok muydu?
Şöyle bakarak canımızı acıtalım biraz. Başını örtme gereğini duyan bir kızımız ya da kadınımız, hangi saikle başını örtüyorsa, aynı saikle, o başörtüsünün siyasi, ekonomik ve sosyal hayattaki zulme bir başkaldırı olduğunu bilmez mi? Başörtüsü bunun sembolü değil mi? Bu sebeple başını örtmemiş miydi? Değilse, başörtüsü denen şey neye yarıyor? Değilse aynı düzenin başörtülü olarak bir parçası olmuş olmak da ne oluyor?
Bir kişiye 99, 99 kişiye bir paylaşımı kurtlar sofrasında bile yoktur. Hayvanların yaratılışı buna izin vermez. Ya insanlar? Sahi zulüm neydi? Bir devlet niye vardı? Ya İslam devleti niye var olacaktı? Müslümanlık ne ifade ediyordu? Adalet dediğin ne idi?
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir