Müslümanlar Neyin Peşindeler?

Müslümanlar Neyin Peşindeler?

1.Memleketimin Müslümanları miras aldıkları ya da kendileri kazandıkları için hak ettikleri kıymetli bir şey vardı ve o ellerinde idi de, birileri gelip onu ellerinden mi aldı? Böyleyse ellerinden alındığı için kaybedilen şey uğruna direnişe geçmiş, varını yoğunu o uğurda ortaya koyup geri almaya mı uğraşıyor?
Ya da günümüz Müslümanları gerçekten paha biçilmez değerde kıymetli bir şey kaybettiğinin farkında mı? Bir zamanlar ecdadın elinde tuttuğu, kıymetini bildiği, varlığını onun uğruna adadığı, bu dünyanın en kıymetli değeri olarak bildiği İslam, şimdikilerin bir bütün olarak olmasa da, kendilerine ne kaldıysa kalanın üstüne koymak bir yana, elde olanı olsun koruma derdinde mi düştü? Yoksa mirasyediler gibi har vurup harman savurmak alışkanlığına mı kapıldı?
Bu dünyada Müslümanlar olarak bizim kendimize ait bir hikâyemiz vardı, film bir yerde koptu sanki. Ondan sonra kopan yeri birleştirip sağlamlaştırarak devam etmek bir yana, başkalarının hikâyesinin filmini izleyip duruyoruz nicedir, nedense. O halde şu hikâyemize bir bakıp neden bahsettiğimizi anlatmaya çalışalım.
2.Osmanlı devlet sistemi kendine has bir İslami sistemdi. Devlet ve toplum nezdinde ikili bir hukuk sistemi yürürlükte tutuluyordu. Özellikle sultanlığın imparatorluğa geçtiği Fatih döneminden bu yana siyasetin kendi başına otonom bir kategori olduğu dolayısıyla devlet teşkilatlanmasının dinden bağımsız olarak işlemesi söz konusuydu. Buna rağmen devlet kendini İslam’la ifade eder, İslam’la bağımlı tutar, toplumsal alanda ve işlerde şeriatın uygulanmasına karışamazdı.
1600’lü yılların sonlarında ikinci Viyana seferi sonrası, Batıda Osmanlının da yenilebileceği imajı oluştu. Ondan sonra bu devlet girdiği savaşlarda yenilgiler tatmaya, toprak ve insan unsurlarını kaybetmeye başladığında hem moral olarak, hem de siyasi ve ekonomik olarak çökmeye başlamıştı. Günümüzden 200 sene kadar önce de içine düştüğü krizden çıkmak için devlet düzeyinde İslam’dan vaz geçmeye karar verildi. Onun yerine Batılılar gibi yapıp ilkin siyasi, idari ve askeri düzeni, sonra da yasal, ekonomik ve kültürel hayatı yeniden düzenlemeye, bu sayede krizleri atlatıp ayağa kalkmayı düşündüler.
Bu değişim aslında Batı toplumsal sürecinin, tarihinin, sosyo-siyasi ve iktisadi nizamının bir parçası olmaya, bu dünya hayatını Batılı gibi düşünmeye, anlamaya ve yaşamaya karar vermekti. Bu sebeple kendi düşüncesinden, kimliğinden, tarihinden, kendince düzenlediği sosyo-siyasi ve iktisadi toplumsal düzeninden kopuş başladı. Başlarda bu değişim normal bir şey sanıldı. Başvurulması gereken tek çare olarak görüldü.
Devlet, o gün bu gündür İslam’dan daha çok vererek aynı rotada yoluna devam etti. İslam’dan vermek kapitalist sisteme dayanmak, ondan istifade etmekti. Osmanlı milletler sisteminden vazgeçilip ‘eşit milletler’ statüsüne geçildiğinden bu yana devleti hesaba çekecek, devleti şeriata yani İslam nizamına, yani hakka, adalete ve ahlaka uyup uymadığı gerekçesiyle denetleyecek ve düzeltecek Müslüman bir millet statüsü lağvedildi. Laiklik anayasa maddesi yapıldıktan sonraysa bütün dinler eşitlendi, İslam’ın kendisi de kitap ehlinin dinleri statüsüne düşürüldü.
Bu değişimlerle devlet evvela kendisini kurtarmak istiyordu. Kurtuluş ideolojisi olarak sarıldığı liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm ve endüstrileşmiş toplumsal yapı baş tacı edilirken, Devlet için İslam’ı elden çıkartmanın bir maliyeti kalmamıştı. Günümüze gelindiğindeyse devletin hala kendisini kurtaramadığını, kendi varlığı ve bekasının tehlikede olduğunu söyleyen ‘yüce devletlülerin’ beyanlarından anlıyoruz.
3.Bütün bu süreçte Müslüman ahalinin, gerçekte elinden alınanın ne olduğunu bilip bilmediği, bu işlerin başında yapılıp edilenlere karşı ‘Gavur Padişah’ diyerek tepki verenlerin neslinin ne olup olmadığı bizim için bahse değer önemli bir meseledir. Kök bağlantısı kurulacak, eksik gedik ikmal edilecek ve kalınan yerden devam edilecekse, meselenin ne kadar hassas olduğu ortaya çıkar. Bize ayna tutacak olan, nerede durduğumuzu öğretecek olan döngüsel bir tarih bilinci, bu nedenle gereklidir. Önemlidir.
Yoksa lineer tarih çizgisinde kaybolmuş, dinlerini tarihselleştirmiş, kendilerini bir halt sandıkları için her şeyi sıfırdan ve kendilerinden başlatmayı bir hüner zannetmiş, dini kendi zamanları ve şartlarına has kıldığı için millileşmiş ya da liberalleşmiş, kitap ehli gibi hümanist, modernist, aydınlanmacı ve sivil zihnin sahibi dindarlarla bir işimiz yok bizim. Bunlardan tüm dünyada sürüsüyle mevcut var zaten.
4.Bozulmanın katmerleşerek şekillenmeye başladığı en yakın tarihten bu güne gelinen süreçte esas değişen şey nedir, kim hangi güzergahta yol almaktadır, devlet ve toplum katında olup bitenlerden sonra geldiğimiz yer neresidir, burasının doğru anlaşılması gerek.
Tarih ve siyaset bilenlere malumdur ki devlet katında İslam, siyaseten tarihe havale edilmiştir. Dolayısıyla devlet teşkilatlanması dinden bağımsız olarak kurumsallaşmış, devlet işleri dine dayanmadan yürütülmektedir. İslam’a göre adalet terk etmek buydu çünkü İslamın kendisi adaletti. Ve bu islam devlet işleri dahil her şeye karışan bir İslamdı. Buna karşılık devleti idare eden kadrolar değişmiş, değişim sadece iktidarlar ve iktidar mücadelesi veren sınıflar arasında bir nöbet değişimi olarak sürüp gelmiştir. Toplum katındaysa devlet tarafındaki değişime uyum sağlayanlarla, esası gözden kaçırdığı için bir kaç mevzide sıkışıp kimlik bunalımı yaşayanlar söz konusu olmuştur.
Tarihi süreçte 2. Mahmut ve Atatürk çizgisi halka rağmencileri, yukardan aşağıya doğru reformcuları ifade eder. Abdülhamit ve millici dindarlar, ahaliyi de işin içine katarak reform yapan reformcuları ifade eder. İki çizgi arasındaki fark, sadece başvurulan yöntemdedir. Yoksa yapılan şey aynıdır.
Toplumsal alanda kendilerine tarihsel dayanak ve referans arayanların bu iki çizgiden birinde yer almış olması esas ait bir mesele değildir. Bu ikisi arasındaki tarihsel tarafgirlik, mevcut şartlar içinde iktidarın kimde olup olmayacağı, devlet imkânlarından kimin daha çok yararlanıp yararlanmayacağı konusunda olageldi. Bu açıdan bakılınca iki tarafın da ellerinden alınmış ya da kaybettikleri esaslı bir kıymet gibi bir dertleri olmadığı görülebilir. Dolayısıyla ellerinden alındığı için uğrunda kendilerini adayacakları ve geri almak için mücadele verecekleri yekpare bir İslam peşinde olmamaları doğaldır.
Bu durumda İslam’ı en yüce değer olarak bilenlerin, var oluşunu İslam’la anlamlandıranların, kaybettiği en kıymetli değeri İslam olarak kabul ettiği için varını yoğunu onu ele geçirmek için adayanların çizgisini hayırla hatırlamak gerek. Onlar İslam’ın köklü ve yerli olduğunun, Batılı değerlerin köksüz ve yersiz olduğunun bilincindeydiler. Taraflarını belirlerken de buna göre şekillenmişlerdi.
En kestirmeden Tanzimat fermanını ilan ettiği için atının yularını tutarak Sultan 2. Mahmud’a ‘Gavur Padişah’ tepkisi verenlerin çizgisi budur. Çünkü bunlar neyi kaybedeceğinin farkında olanlardı. Nitekim kaybettiğini elde etmek için var oluşunu buna bağlayanlar da onlardandı. Selam elbette onlaradır.
5.Bu memlekette ama genel çerçevede Müslümanların çok yakın zamanda kaybettiği sahih bir İslam telakkisi, bu telakkiye bağlı bir İslami dünya görüşü, bu görüşle oluşturulmuş bir zihniyet yapısı, bu zihniyetten neşet eden salih ameller bütünü, dolayısıyla kendilerince örgütlenmiş ve siyasi bir varlık olmuş bir Mü’minler topluluğundan bahsetmek gerçekçi olmaz. Fakat olması gereken, peşine düşülmesi gerek bu çizgidir. Kaybedilen de bu kıymettir.
Ahali katında öğretilenler dinin tamamı olarak bilindiği ve uygulandığı için dinin onlar nezdinde doğru olarak kavrandığından ya da onların önüne çıkıp hakikat budur, tuttuğunuz yol bu sebeple yanlıştır diyenlerden bahsetmekte pek gerçekçi olmaz. Bahsedilmesi gereken kendi içinde gettolaşmış, fazlasıyla içine kapanık yaşadığı için tarihteki ve dünyadaki gelişmeleri anlamamış ve dolayısıyla patolojik semptomlar gösteren küçük öbekler olabilir.
Ortalıkta Kur’an diyerek ses verenlere ya da seslerinin başkaları tarafından gürleştirildiğinin farkında olmayanlara gelince: Bu gibilerin büyük bir kısmı, dini doğru anladığını söyleyen, Kur’an okuma ve anlama meşguliyetiyle kendilerini bu faaliyetlere hapsedenler, geriye kalan bir kısmı da fantastik yorumlarla kendilerine gizemli bir dünya kurup orada oyalananlardır.
Bunların tipik özellikleri var: İslam inancına dayalı olarak kendiliğinden var olmak ve üstün olmak nedir bilmiyorlar.  Başkalarının kusurunu kendi üstünlükleri olarak ileriye sürüyorlar. Bu sebeple var oluşlarını tasavvuf karşıtlığına, mezhep, fıkıh ve hadislerle çatışmaya bağlıyorlar. Hayali bir gelenek icat etmişler onunla boğuşup duruyorlar. Bu saçmalıkları sebebiyledir ki fesadın hüküm sürdüğü, şirkin egemen olduğu ama kendilerinin de içinde yaşadıkları seküler hayatla, modern toplumsal düzenle bir alıp verecekleri yok. Dinleri buraya karışmıyor. Buradan bakınca dinlerini Kur’an’a dayalı bir telakkiyle sahiplenme söyleminin karşılığı, dini, kişisel inanç unsurlarından ibaret kılıp, soyut ahlak, erdem, adalet ve ibadetlerle sınırlamaya tekabül ediyor.
Kaybettiği kıymetin bütünsel ve yekpare bir nizam olduğunu bilip tamamının peşine düşmeyenlerin hali, tipik olarak antik kent kalıntılarına benziyor. Aslı gitmiş fasılları kalmış, bütünü gitmiş parçaları kalmış virane bir görüntüyü hatırlatıyorlar. Bu hal sadece ibret almak isteyenlere, bir zamanlar bu parçaların ait olduğu bir asıl vardı deyi o aslı düşünmek isteyenlere yarar bir haldir sadece.
6.Sözün özü: Mü’min olmak evvel emirde diğer başka bir varlık olmaktan çıkmak, Müslüman kimliğine sahip olmak da diğer başka kimliklere ait amelleri terk etmektir. Yani liberal, milliyetçi, sosyalist, kapitalist, sivil ve laik olmamak, bunlara ait unsurlardan arınmaktır. Bu kimliklerin düzenlediği bir dünya hayatında yaşamayı zül kabul edip doğrusundan yana taraf olmak, bunu da çekinmeden ifade edebilmektir.
Müslüman kimlik, alan ve iş bölümü ayırımı yapmadan dünya hayatını yekpare olarak düşünüp inanç unsurlarına göre dünya hayatını düzenlemeyi icbar eder. Bu dünyada yapılıp edilen bütün etkinliklerde, ayırım gözetmeksizin kurulan bütün ilişkilerde kendin olmak, kendince olmayı sağlar. Başkalarına bakarak, alakasız bir şeyler gözeterek, dönemine göre birilerine sığınarak ya da çeşitli bahanelerle uzlaşarak olacak iş değildir bu. Kendinde kusur olanların başkalarının kusuruyla avunmaları, kendilerini onlara göre ayarlamaları ne acınacak bir haldir, keşke bilinseydi.
İman etmek, iman unsurlarıyla uyumlu davranışlar sergilemeyi, kendini buna göre düzeltmeyi zorunlu kılar. Siyasi, iktisadi, hukuki, mesleki, medeni, sanat alanındaki münasebetlerde var olan şirk unsurlarından kurtulmayı gerektirir. Müslüman kimliğe sahip olmak bu hale ulaşmak, korunması gereken en yüce değer olarakta bütün bunları sağlayan iman olduğunu bilmektir. Bazı şeyler ya da her şey olur olur, olmazsa da olur. Fakat her şekilde dilimizin döndüğü, gücümüzün yettiği, elimizin erdiği şeyler olur. Bu da bize yeter. Bizim peşinde olacağımız, uğruna herşeyimizle koşturacağımız budur. Ahirette karşımıza çıkacak olan da budur.
İman edenler, şirkten arınarak Müslüman kimliğe ulaşanlardır. Bu kimlik sayesinde bu dünyada var oluş gerekçelerini hiç unutmayanlardır. Kendileri için eksik olan nedir, neyin peşinde olacaklardır, bu hususta essalı bir karara varmış olanlardır. Başkalarını, zamanlarını, şartlarını bu sebeple dikkate almadan kendi yapıp edeceklerine bakanlar, ittika edip cürmünce sorumluluk üstlenenlerdir. Selam böylelerine vaciptir.
 
.
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir