Kapitalizmin İslamî Kimliğe Etkileri

Kapitalizmin İslamî Kimliğe Etkileri

“Ol mahiler ki derya içredirler ama deryayı bilmezler.”
Bugün dünya üzerinde yürürlükte tutulan bir tek sistem vardır. Dünyada olup bitenlerin dolayısıyla ülkemizde de geçerli olan genel kuralların, piyasa ekonomisi denen bir sistem tarafından konduğunu ve kontrol edildiğini bilmek önemlidir. Bu piyasa şartları içinde yaşadıkları, sosyo politik, iktisadi, mesleki ve kültürel ilişkilerini de buna göre kurdukları halde bunu fark etmemek, denizlerde yaşadığı halde denizlerin ne olduğunu bilmeyen balıklara benzemek gibidir.
Kapitalizm sadece bir ekonomik üretim tarzı, üretim araçlarıyla bir üretim süreci ve serbest ticareti belirleyen bir sistem değildir. Aynı zamanda insan tanımı ve tipini, insani ilişkiler dediğimiz sosyal ve siyasi örgütlenme yapılarını, mesleki hayatı, sanatsal ve kültürel tüm faaliyet ve ilişkileri de kendince yeniden tanımlayıp düzenleyen bir sistemdir. Sistem olması nedeniyle hayatın her alanı/parçası birbiriyle uyumludur, uyumlu biçimde kurulur ve işletilir.
Kapitalizm söz gelimi insanı sivilleştirir yani insan maddi hayatını din dışı bir referansla düzenler, kurar. Sistemde din kişiselleşmiş, vicdan işi bir tercihe ait kılınmıştır. Siyaset alanı parlamenter düzen olarak laik/demokratiktir, diktatörlükle yaşayamaz. Sosyal ve kültürel alan nefsi azgınlaştırmıştır, kulluğa izin vermez. Hayat parçalı yaşanır, her parçanın ayrı bir rabbi vardır, totalde tek rab kapitalizmdir, başka rabler bu işlere karıştırılmaz vs.
Nasıl Doğdu, Gelişti ve Sistemleşti?
15. Yüzyılda İtalya kent devletlerinde Rönesans/yeniden doğuş ve reformlarla başladı. Sanat alanıyla başlayıp kent devletlerinin kurulmaya başladığı, okyanuslara açılan deniz nakliyatçılığının ticari hareketliliğe dönüşerek sıçrama yapmasıyla devam etti. İtalyanlar ulusal burjuvaziyi, ulusal birliği, bütünlüğü, ulusal sınırları ve dili o devrede sağlayamadığı için orada durakladı.
Hollandalılar, deniz nakliyatçılığında nöbeti İtalyanlardan devraldı. Ticareti Akdeniz’den ve klasik karasal ipek yolu güzergâhından kopartarak okyanus taşımacılığına taşıdı ve tarihsel olarak bir kırılmayı başlattı. Akdeniz’in Osmanlı hâkimiyetinde Osmanlı gölü olduğu 16. Yüzyılda savaş kadırgaları dâhil toplam gemi sayısı 350 adet iken Hollandalıların özel yatları dâhil okyanuslarda yol almaya müsait gemi sayısı 10.500 adetti.
Hollandalılar, dünyanın hemen her yanından Avrupa’ya lazım olan hammaddeleri getiriyor, aynı zamanda Avrupalıların ürettikleri malları her yere taşıyorlardı. Aynı dönemde en az ölü sayısıyla köle taşımacılığında ve ticaretinde de lider oldular. Bu işlerden büyük bir sermaye birikimi elde ettiler. Bu devrede senet, faiz ve tahvil işlerinin yürütüldüğü borsayı kurdular. Buna rağmen sanayileşme aşamasına geçemediler, çok fazla müstemleke elde edemediler. Bu çerçevede kaldılar.
İngiltere, 16. Yüzyıldan itibaren nöbeti devraldı. Buharın makineleri çalıştıran enerjiye dönüştürülmesiyle sanayileşmeyi başlattı. Sanayileşme endüstriyel üretime geçiş demekti. Endüstriyel üretim, makinenin düğmesine basılmasıyla başlayan sürekli üretim süreci demektir. Makineler çalışmaya başladı mı sonsuz sayıda mamulün üretilmesi, makinelerin bir daha durmaması demektir.
Sanayileşme üç şeyi beraberinde getirdi. Bir taraftan üretim için ihtiyaç duyulan çeşitli hammaddenin temini, diğer taraftan sınırsız sayıda üretilen mamullerin satılmasının gereği ve nihayet fabrikalarda çalışacak işçi ihtiyacı. Sürecin doğal sonucu olarak merkantilist dönemin el tezgâhlarıyla üretilen mamulleriyle ticaretini sürdüren toplumlarla rekabet edilmesinin gereği hâsıl oldu. Sanayi mamullerinin ucuzluğu, çeşitliliği, yeniliği ve ulaşım kolaylığı bu sorunu başka şekillerde aşacaktır. Devletler yıkıldı/kuruldu, geleneksel işler bozuldu, klasik üretim ve ticaret araçları yok edildi.
İngiltere, sistemi kurumlaştırıp yayılmaya başladığında güneş batmayan imparatorluk kurdu. Dünyanın hemen her tarafını müstemleke yaptı. Müstemleke, yönetimi, toprağı ve insanlarıyla birlikte mülk olarak emperyaliste ait olan ülke demektir. Kuralları koyan ve kararları verenin egemenliğine girmeye, yönetimde ve pazarda tekeli egemene vermeye, emperyal gücün emrine girmeye müstemleke deniyor.
İngilizler Amerika kıtası, Uzak doğu, Afrika, Orta doğuyu müstemleke yaptı ve buralardan elde ettiği altın, gümüş, inci gibi değerli metallerin yanında üretim için ihtiyaç duyduğu hammaddeleri ve fabrikalarda çalışacak işçi/köleleri de temin etti. Tüm bu işleri üstünlük sağladığı silah ve paralı askerlerden oluşmuş ordu gücüyle yaptı. Vahşi yöntemler uyguladı. Katliamlar yaptı. Kaynakları talan etti. Genç insanları hem köleleştirdi hem de yerlileri birbirine düşman etti. Dillerini ve kültürlerini aşağılayıp kendince yeniden biçimlendirdi.
Bu gelişmeler olurken Batıda ulusal burjuva/hırsız/katil tüccar devri başlamış, sanayileşmeye geçen ülkeler kendi pazarlarını diğer burjuvadan korumak için tedbirler almaya başlamıştı. Kilise hâkimiyeti dışında kalan başka mekânlarda yeni sanayi kentleri kuruluyor, köylüler cemaatlerinden ve geleneklerinden kopartılarak kentlere işçi yapılmak için göçe zorlanıyordu. Tarım, zanaat, hayvancılık ve klasik ticaretle uğraşanlar iflas ettirilerek yapıldı bunlar. Kentlilik, kent kültürü, sivillik, laiklik, özgürlük, kadın erkek eşitliği gibi bir yığın gelişme bu sürecin doğal sonuçları olacaktır.
Kapitalist sistem devreler halinde işliyor: Önce tarım ve hayvancılık bitiriliyor. Sonra küçük zanaatkârlık tasfiye ediliyor. Sonra orta sınıf esnaf ve tüccar işsiz bırakılıyor. En sonunda serbest çalışanlar işsiz kalıyor. Bu işlerin ve mesleklerin tümü bozuluyor. Bunlar işsiz kaldığı için sermayeye, sanayiye, kapitaliste işçi olmak için kente gitmek zorunda kalıyor.
Fransa, her zaman İngiltere’nin gerisinde kaldı. Fransızlar dünyada ilk kez ulus devleti, ulus toplumu, ulus dilini, ulusal sınırları ve değerleri kuran ülke oldu. Bunlar rakip Avrupa tüccar burjuvasından kendisini korumak için başlatılan tedbirlerdi. Buna rağmen din/kilise ve cumhuriyetçiler arasında süren savaşı 1905’lere kadar sürdü. Ancak bu tarihte uzlaşabildiler, laikliği meşrulaştırabildiler. Fransa’nın müstemlekesi bu sebeplerden de dolayı az oldu.
O devrelerde Çin, Rusya, Afganistan, İran, Türkiye müstemleke olmadı. Bu ülkeler uluslaşma sürecini yaşıyorlardı ama sanayileşme aşamasına geçemediler. İtalya, Almanya sanayileşme sürecini tamamladıklarında dünyada müstemleke yapacakları yer kalmamıştı. O nedenle iki dünya savaşını çıkarttılar. Japonya sistemin kontrolünde sanayileşmesini tamamlamıştı ama dünyaya açılmak için 2. Savaşta taraf oldu ama cezalandırıldı. Osmanlının hükümran olduğu topraklardan Anadolu hariç diğerleri zaten müstemleke edilmişti.
Osmanlı 18. Yüzyıla kadar direndi ama Tanzimat fermanıyla birlikte kapitalist sisteme geçmeyi kararlaştırarak ömrünü bir süre daha sürdürdü. Son süreç sanayileşmiş ülkelerin kendi aralarında paylaşım sorunu nedeniyle uzatılmıştı. 1. Savaş sonucunda dağıtılan Osmanlı sonrası kurulan cumhuriyet, Lozan anlaşmasıyla siyaseten, İzmir iktisat kongresinde alınan kararlarla ekonomik olarak kapitalist sisteme geçmeyi kabul ederek Anadolu topraklarını koruyabildi.
İki dünya savaşı arasında sistem çöktü. Savaş sanayileşmiş kapitalist merkezler arasında yapılan bir savaştı çünkü. Avrupa bu devrede kan kaybetti. Ara dönemde İtalyan faşizmi, Alman nasyonal sosyalizmi ve Rus Marksist sistemi farklı birer sistem deneme süreciydi ama fırsat bulup başarılı olamadılar. Çünkü 1945’de sistemi yeniden ayaklandıran Amerika nöbeti devraldı ve sistemin merkezini kıtasına taşıdı. Sermaye, Amerika’ya yerleştiği için Amerika dünyanın en güçlü ekonomisine sahip olmuş, patronluğa terfi etmişti.
Kapitalist sistem kabaca 1980’lerde küresel aşamaya geçene kadar ulus devlet, ulus temelli irade, iktidar ve egemenlik, cumhuriyet/demokrasi, parlamenter sistem, ulusal ekonomi, sınırlar, diller gibi tekçi ulusal değerleri öne çıkardı. Bunun yanında evrensel değerler olarak kabul edilen/ettirilen eşitlik, insan hakları, özgürlük, modern ölçülerle tanımlanmış kardeşlik, evrensel hukuk, laiklik, kadın erkek eşitliği gibi temel kabulleri ve düzenlemeleri de üretti.
Tüm bunlar kapitalist bir sistemin kurulması, işletilmesi ve denetlenmesi içindi. Birbirini tamamlayan bu değerler ve parçalar olmazsa kapitalist sistem kurulmuyor ve çalışmıyor. Sistem arızası veriyor.
Şu devrelerde sistem piyasaları ikiye ayırmış durumdadır. Biri, reel ekonomi dedikleri üretim sistemine ve ticaretine ait piyasalar. Klasik işler bu piyasada işlem görür. Diğeri borsa, tahvil, hisse senedi, ipotekli gayrimenkul, faiz ve kur işlerinin yapıldığı mali piyasadır. Bu piyasa sanal bir piyasadır ve elektronik sistemle çalışır. Paraya çevrilebilir her tür varlığın günlük/anlık olarak değerlendirilmesi, fiyatlandırılması, alınıp satılması, elektronik ortamda el değiştirmesi bu piyasada yapılır.
Mali piyasalar şu anda bir günde iki trilyon dolar işlem hacmine sahiptir. Sisteme dâhil olan ülkelerde engel, sınır, yasak yoktur. Para, elektronik sistem üzerinden ülkeler arasında serbestçe girer ve çıkar. Merkez bankaları bunun için özerktirler. Rezervlerinde, dünyanın her yerinde geçerli olan sistemin patronunun parasını bulundururlar. Bu rezervler, dışarıdan girip çıkan paraların ortalama işlem hacmine göre garanti olarak tutulmasıdır.
Dünyada bu tür bir sistemin yürürlükte tutulması veya yerleşmesi için medya, think-tank kuruluşları, sivil toplumlar, aydınlar, bürokrasi, üniversiteler, gazeteciler, iş adamları, politikacılar, sanatçılar, iktisatçılar, sosyologlar vs iş birlikçiliği yapıyor. Propaganda ve ikna çabaları bunlara aittir. Şimdi küresel kapitalizm dönemi başlamıştır ve bazı ulusal değerler yenilenmektedir. Dolayısıyla yeni değerlerin kabulü, dünya insanının bu yönde ikna edilmesi görevi de bu işbirlikçilerinin görevi oluyor…
Kapitalist Sistemin Temel Dinamikleri
Kapitalizm, her şeyden evvel bir sistem demektir. Siyasal, sosyal,, iktisadi ve kültürel parçalarıyla bütünleşmiş bir sistemdir. Sistem merkezi olarak sermaye/şirket hâkimiyeti demektir. Yani paranın, dünyada her şeyi tayin etmesi veya sermayenin egemenliği demektir.
Sermaye belli yerlerde, el attığı işlerde birikir, büyür, yoğunlaşır ve tekelleşir. İşlerden elde edilen kar sermayeye yeniden eklenir ve büyüme devam eder. Bu sermaye çok büyüktür. Bilinenler piyasa vitrininde olanlardır, diğerlerinin görünen yüzleridir. Asıl sermayenin ne kadar olduğunu sahiplerinin dahi bilmedikleri söylenir. Petrol, otomobil, dayanıklı tüketim malları, elektrik/elektronik mallar, metal/kıymetli madenler, inşaat, iletişim bunların en etkili iş kollarıdır.
Pazarın/marketin değerleri belirlemesi, her metanın/değerin pazarın kurallarına göre ayarlanması demektir. Üretim pazar için, pazarda satılması için yapılır. Talebini kendi yaratır. Reklam sektörü burada devreye girer ve insanları yönlendirir. Pazarda dinli dinsiz herkes müşteri, her şey alınıp satılan maldır/metadır. Dolayısıyla din, ahlak, aile, dostluk, sanat, müzik, spor dâhil her şey alım satım değerine göre değerlidir ya da değersizdir. İlişkiler Pazar değerlerine göre kurulur yahut bozulur.
Reklamcılığa burada bir parantez açıp batılı birinin “anneme reklamcı olduğumu söylemeyin çünkü o benim kerhanede piyano çaldığımı sanıyor” deyişini hatırlatmalı. Reklamcılık o kadar kötü ve ahlaksız bir iş olarak niteleniyor ki, kerhanede pezevenklik yapmaktan daha da aşağı bir meslek olarak niteleniyor.
Sermaye karlı bulduğu her işe girer, en fazla karlı bulduğu işe akar. Onun için önemli olan, tek amaç olan kardır. Sadece üretim ve ticaret alanına değil, karlı bulduğu için eğitime, sağlığa, enerjiye, iletişime, ulaşıma, gıdaya, eğlenceye, çevreciliğe, silah sanayine, (henüz havayı satmayı beceremediği için) suya vs akla ne gelirse karlı bulduğu her alana girer. Bu nedenle gümrük, sınır, hükümet, milliyetçilik, diktatörlük, ordu vs tanımaz.
1980’den bu yana devletlerin ekonomik alandan çıktığı gibi eğitim ve sağlıktan da çıkması, devletin küçülerek sadece savunma ve güvenlik işlerine ait kılınması, özelleştirme furyasıyla becerildi. İktisadi bloklaşmayla özendirildi (AB gibi). Tüm bu işler bütünüyle sermayenin ihtiyaçları içindi. Malın ve paranın serbestçe dolaşımı içindi.
Sermaye üretimden tüketime, iletişimden ulaşıma, hizmet ve eğlence sektöründen tatile, kültürden sanata kadar her alana hâkimiyet kurmuş durumdadır. Üretici, pazarlamacı, perakendeci, markacı, lisansçı, finansçı, taşımacı dahi kendisidir. Her işi kendi kontrolüne aldı. Her aşamada tekelleşti.
Kapitalizm rekabete dayalı bir sistemdir. Piyasa kendi içinde acımazsıca rekabet üretir. Bu ölümüne yarış demektir. Rekabet edemeyen, ilerleyemeyen pazarıyla birlikte yutulur. Sistemde süreklilik vardır. Bisiklete binmek gibi tarif ediliyor. Pedalları çevirdiğiniz sürece yol alırsınız, durduğunuz anda düşersiniz.
Sistem teknolojiye dayalıdır. Teknolojiyi sürekli yeniler. Rekabette öne geçmek için buna zorunludur. Her teknik ilerleme maliyetleri düşürmek, daha çok ve daha ucuza üretmek, daha yüksek kar elde etmek ve daha az işçi çalıştırmakla sonuçlanır. Bu aynı zamanda daha çok mülksüzleşme, daha çok yoksullaşma demektir.
Sistem mülksüzleştirme üzerine kuruludur. İnsan yığınlarını kendi başlarına üretecek, kendi kendilerine yetecek ve yaşayacak üretim araçlarından ve şartlarından mahrum etmek demektir.. Sistem devreler halinde ilerlediği için kendisi dışındaki diğer tüm işleri, meslekleri ve araçları süreç içinde tasfiye etmektedir. Bu nedenle daha çok işsizlik, daha çok yoksulluk üreterek yol alıyor.
Yüksek karla çalışır. Sermayenin büyümesi, tekelleşmesi ve rekabette öne geçmesi için bu gereklidir. Karını sermayeye ekler, büyür ve yoluna devam eder. Alt yapı, çevrenin korunması, yoksulların doyurulması, çalışamaz durumda olanların geçimi gibi işlerden uzak durur.
Bir mamulü üretmek için başka bir sürü parçanın üretilmesi demektir. Her parçanın üretilmesi, doğanın, çevrenin, havanın, temiz suların ve atmosferin kirletilmesine, canlı hayatın yaşama imkânlarının biraz daha yok edilmesine yol açar.
Özgürlük arar. Hiçbir sınır tanımaz. Ahlakı yoktur. Tek töresi, çıkar ve kardır. Önüne çıkan engelleri ya ideolojik şekillerle kurumsal bütünleşme sağlayarak ya da zor/savaş yoluyla temizler. Uluslar arası ve ulusal yasaları kendi menfaatlerine göre uyarlar. Çünkü sermayenin tabiatı sürekli büyümek ve yayılmaktır. Bunu yapamazsa bisikletten düşer.
Sistem herkesi kentlerde topladı. Yörelerinde, köylerinde, kasabalarında, küçük şehirlerinde ve doğal yaşam alanlarında yapacak başka bir işi kalmayanlar, işsiz kalanlar topluca kentlere yığıldı. Dolayısıyla herkes hem onun işçisi ve hem de müşterisi/tüketicisi oldu.
Bir parantez de burada açarak söylenmeli ki, bu sistemde çalışmayan açtır. İşsizdir. Kentlerde işsiz kalan insan bulaşıcı hastalık taşıyan hasta gibidir. Toplumsal karantinaya alınır. Herkes ondan kaçar. Dostu, ailesi, cemaati, aşireti, mahallesi, şehri yoktur. Kötü adam/kadındır. Psikopattır. Bu sadece işçi sınıfı için değil aynı zamanda işini kaybeden pilot, doktor, avukat, mühendis, öğretmen, asker, polis, esnaf, tüccarlar içinde geçerlidir. Ülkesi iç savaşa sokulmuş, yerini yurdunu, işini gücünü terke mecbur edilen mülteciler, canını kurtarmak için yâd ellere kaçmak zorunda bırakılan göçmenler için de geçerlidir…
Yahu bu sermaye/şirket tanrı mıdır? Evet. Milyarlarca insan onun kulluğunu kabul ediyor. Onun değerleriyle amel ediyor. Ona tapınıyor. O ne derse kabul ediyor. Ayrıca bu gün dünyada ondan başka bir tanrı/sistem de yoktur. Bir başka açıdan bu sistem aklın otorite olduğu bir zihniyetin ürünüdür. Bu bakımdan tanrıyı, dini yeniden tanımladı. İlişkileri, ilkeleri ve değerleri yeniden belirledi. Ve her şeyi menfaat temelli olarak yeniden kurdu.
Bu gün sisteme kim karşı çıkarsa cezalandırılıyor. Devletler, hükümetler, iktidarlar sistemin önünde dayanamıyor. Kimde itaat ederse ödüllendiriliyor. Başka bir sistem yok. Gâvurların şakası yok. Disiplinli, kuralcı ve acımasızlar. Dört yüzyıllık birikime sahipler. Neyi nasıl yapacakları konusunda tecrübeliler. Her yerde benzer politikaları izliyorlar.
Müslüman coğrafyaya girmeye başladılar. Toplumlar çözülüyor, iktidarlar dağılıyor, eski yapılar bozuluyor. İşbirlikçilik başlıyor, insanlar kirleniyor. İyi yerlere, yüksek konumlara sahip olmak, bol kazanç elde etmek isteyenler işbirliği yapıyorlar. Pisliğe bulaşanlarsa pisliği savunmaya başlıyorlar.
Böylesi dönemlerde pisliğe bulaşmamak, ne pahasına olursa olsun her işe ve her yere atlamamak önemlidir. Müslümanlar için iman küfür savaşının savaş alanlarında değil sosyal hayatta sürdüğü bir dönemde yaşadığımızı aklımıza getirelim. Haram helal konusundaki titizlik bizi diri tutacaktır. Kimse bizi çok kazanmaya, iyi yerlere gelmeye, nüfuz sahibi olmaya zorlamıyor. Kimseyi de kurtarma gerekçesiyle sorumluluk duyarak haram işlere/konumlara icbar etmiyor. Her işe, her yere, her çağrıya koşturmayalım.
İtaati, Rububiyeti, ubudiyeti, sapkınların ve gazaba uğrayanların yolunu ve varıp varacağımız yer olarak din gününü hatırlatan Fatiha süresini aklımızdan hiç çıkartmayalım. Bizi Müslüman tutacak şey budur.
Klasik Devletlerde Bu İşler Nasıldı?
Dünya serbest ticareti, zanaatı, üretimi, serbest mesleği kapitalizmle öğrenmedi. İnsanlık bu işleri hem içerde hem dışarıda yapmayı kapitalizmden de öğrenmedi. İçeri dışarı derken ulusal sınırlar kapitalist gelişmeyle başladığı için ülke/vatan demiyoruz. Kaldı ki o devirlerde insanlar ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütün olarak tanımlanmazlardı. Yani insanlık her yörede ve coğrafyada o zamanlar dini ile hangi din olursa olsun bağlı olduğu dinine ve yöneticisine göre tanımlanırdı.
18. Yüzyıla kadar Batı dışında her tarafta üretim, ihtiyaca göre yapılırdı. Doyumluk iktisat geçerliydi. Herkes kendi geçimliği için kendi üretim araçlarına, üretim şartlarına veya kazanç mesleğine sahipti. Teknoloji tarihin her devresinde olduğu gibi bu toplumlarda da hep vardı. Ama bunu tekelleşmek, rekabette öne geçmek için kullanmazlardı. Böyle bir kültür, böyle bir algı ve ihtiras yoktu. O nedenle bir yerde üretilen teknoloji her tarafta uygulanır, ondan lisans hakkı, marka parası, satış tekel haracı gibi haksız kazanç istenmezdi. Üretim ve tüketiciye ulaşım aşamasında tekelleşme olmazdı. İnsanlar bir iş yaparlar, her iş kolunda paylaşımcı ve dayanışmacı davranırlardı.
Klasik devletlerde kimse kimseye muhtaç olmadan geçinebilirdi. İzzetini koruyabilir, kendi hayatını idame ettirecek işe güce sahip olabilirdi. Herkes kendi işinin sahibiydi. Kimse başkalarına muhtaç olmazdı. Çalışamayacak, iş göremeyecek olanlar, ailesi, çevresi, cemaati, mahallelisi tarafından görülür gözetilirdi.
Devletler, çarşı pazarı kontrol eder, fiyatlara ve kaliteye kefil olurdu. Kimse kimseyi aldatmaya cesaret edemez, aldatanlarsa cezalandırılır, işinden el çektirilirdi. Kimse kimsenin işine göz dikmez, herkes kazancıyla yetinirdi. Zengini fakiri aynı mahallede oturur, komşuluk eder, aralarında bu bakımdan statü farkı açığa çıkmazdı.
Herkesin dinine göre şekillenmiş töresi, kutsalı vardı. Ahlak, aile, çevre, cemaat, mahalle önemliydi. Mahalleler kozmopolit kültür, çeşitli din ve farklı insanların yaşadığı mekânlardı. Herkesin hak ettiğine göre saygınlığı vardı.
Klasik devlet ve toplumlarda zenginlik yalnızca devlet adamlarında, bürokraside ve onlarla iş tutanlarda belirginleşirdi. Zulmü ve kayırmacılığı sadece onlar yapardı. Ama bunların sahası kendileri kadar dardı. Bunlar vergi toplayarak, savaşta elde edilen ganimetleri aralarında paylaşarak zulmederlerdi. Buna rağmen bunlar çalıştırdıkları insanların, savaştırdıkları askerin her şeyinden sorumluydu. Ailesinden, hastalığından, çocuklarından ve geleceğinden mesuldüler.
İnsanlık kapitalist sistemin hâkimiyeti ve yayılmasına kadar geçen zaman içinde, daha insandılar. Daha dayanışmacıydılar. Kimse başkalarına el açmayacak kadar izzetliydi velhasıl.
Kimlik ve Müslümanlar
Kimlik, insan davranışları olarak dışarıya yansıyan tarz, biçim, şekil ve tavırdır. Fiili hal demektir. Giysiyle başlar. Cinsiyetin, görünümün ve ilişkilerin ifadesi olarak kendini ortaya koyar. Kimlik icbar edicidir.
Kimlik, içerde olan bir inanışın dışavurumudur. İçerde olan, kalpte, gönülde ve zihinlerde yer etmiş bir inancın, duygunun amele dönüşmüş şekli tarafıdır. İçerde olan neyse dışarıya yansıyan da o olur. Kişisel hali ve toplumsal ilişki biçimini bu tayin eder. İman amel gibi düşünürsek amel tarafı kimliktir.
İman etmek, Mümin olmak özetle, şüphe etmeden emin olma, itimat etme, itminan bulma, sükûna ermektir. Neye? Allah’tan gelenlere. Bildirilenlere. Yani Allah’ın güvenlik alanına girmek, onun sarsılmaz bir emniyet alanına dâhil olmaktır. Her şeyin yaratıcısı, düzenleyicisi, sahibi, maliki, hükmedicisi, kaderi ve eceli tayin edici ve tek hak ve gerçek olan Allah’a iman etmek böyle bir itimada yol açıyor. Hiçbir endişe yok. Korku yok. Çünkü hiç kimsenin engelleyemeyeceği, zarar veremeyeceği bir alan bu iman alanıdır.
İman kalpte, gönülde, zihinde ve akılda durup duran bir fikriyat mıdır? Salt teolojik kabuller dizgesi midir? Orada kalırsa Hıristiyanlık, Yahudilik, Budistlik oluyor. Bireysel, vicdan işi oluyor. Sekülerlik, laiklik oluyor. Oysa iman, icbar eder. Kendince davranışa, ilişki biçimine yani bir kimlik gösterimine icbar eder. Yani iman etmek, iman edenini Müslüman yapar.
Nasıl inanmışsak ona uygun biçimde davranacağız. İmanla uyumlu amele Allah, salih amel diyor bu yüzden. Uyumsuz olanlarsa sadece amel oluyor. Allah nezdinde karşılığı olmayan davranışlar ve ilişkiler oluyor yani. Peygamberden öğrenildiği gibi, sünnete uygun olarak şekillenmektir yani.
Müslüman kimlik iman bütünlüğüyle hayatın, toplumsal işlerin bütünlüğünü birbiriyle uyumlu kılmaktır. İman ile hayatı, birleştirmektir. Namazı, ibadeti, diri ve canlı haldeyken hayatı ve ölümü Allah’a ait kılmaktır. İman ile ameli birbirinden kopartmamak, bunları kendi içinde parçalamamaktır. Müslüman kimlik budur.
Bu durumda bir Müslüman hem Müslüman hem kapitalist, hem Müslüman hem demokrat, hem Müslüman hem laik, hem Müslüman hem sivil, hem Müslüman hem maneviyatçı olamaz. Zira bunların her biri kendince bir kimliktir. Kendince fikriyatın, içsel itminanın dışarıya yansıyan sonuçlarıdır. Kendince ameli tavırlardır. Kendince kurulan ilişki biçimlerine icbar edicidir.
Bu kimlikler hayatı kendilerince tanımlar, kendilerince ilişki kurdururlar. Hayatı bunlar parçalar. Her parçaya bunlardan birisi hükmeder. Hayatta ne vardır, kimlik nasıl parçalanmaktadır? İnsan ve varlık tanımlaması, insan tipi, sosyal örgütlenme modeli, siyasi organizasyon ve işleyiş şekli, iktisadi işler, hukuki sistem, mesleki ve kültürel faaliyetler vardır. Bunlar ayı ayrı tanımlanır. Her biri birbirinden bağımsız öğretiye göre düzenlenirse, hayat parçalanmış oluyor. Farklı kimlikler bu parçalara göre yeniden şekilleniyor. Bunun bir diğer adı eklektizmdir. Her öğretiden seçmece yapıp yeni bir bütünlük oluşturmak yani.
Kapitalizmin Müslüman Kimliğe Etkileri
Müslümanlar bu çağda, bu kapitalist sistemde ne yapıyorlar? Söylemlerine, tartışma konularına, gündemlerine ve işlerine bakıldığında genel olarak neler söylenebilir.
Bizim durumumuz Karadenizli balıkçının hikâyesini andırıyor. Karadenizli arkadaşıyla balığa çıkar. Sonra fırtına çıkar. Fırtına şiddetlendiğinde balıkçı dua eder, “Ya Rabbi bizi kurtarırsan bir kayık hamsiyi senin için vereceğim.” Fırtına şiddetini artırıp ölüm tehlikesi baş gösterdiğinde “Ya Rabbi bütün Karadeniz’in hamsilerini vereceğim” der. Bunu duyan arkadaşı, “Bize ne kaldı?” diye sorar. Berikisi “Sus çaktırma” der!
Dünyada yürürlükte olan sistem, kendisini sorgulamayan, kendisine karşı çıkmayan dindarlığı çok seviyor. Hatta teşvik ediyor. Dolayısıyla kapitalist bir sistemde yaşıyoruz ama “çaktırmamaya” da dikkat ediyoruz. Kapitalist sistemi rahatsız etmeyecek ayetleri ve hadisleri tekrar edip duruyoruz. Sistemin hoşuna gitmeyecek şeyler yapamıyoruz. Dünyada ve ülkemizde olup bitenlerle, gelişmelerle ilgili sözümüz yok. Sistemi görmezden geliyoruz.
Çağımızda Kur’an okurları, okuyup anladığını söyleyenler kitap diyor, Kur’an diyor. Çoğunluk Kur’an ve Sünnet diyor. Ama ortada küresel kapitalizmin, yani küfrün hâkimiyetini sorgulayan yok. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet diyenler bir şey demiş olmuyor. Çünkü küfrün hoşuna gitmeyecek ayetler ve hadisler görmezden geliniyor. Yok sayılıyor.
Müslümanlar bu gün konuşurken Batılının söylediklerini konuşuyor. Dünyaya, Batının baktığı yerden bakıyor. Olaylara, varlık âlemine, gelişmelere ve insani ilişkilere batılının yaklaştığı gibi yaklaşıyor. İlişkileri Batının kurduğu gibi kuruyor. Halimiz, kimliğimiz, kafeste sahibi eliyle beslenen, sahibinin öğrettiklerini konuşan papağanlara benziyor. Ne yazık ki!
Basit bir örnek vermek gerekirse: İnsanlar, anasının karnından Türk, Alman, Kürt, Çingene olarak doğmuyor. İnsanları Türk, Kürt, Alman ve Çingene yapan çevresi, kültürü ve ülkesinin sistemidir. Ana dili derken kültürel çevre ve sistemin öğrettiği dili, ana dilimiz olarak biliyoruz. Dolayısıyla bu tür bir kimliği, kimliğin icbar ettiği yansımaları bir hakmışçasına bizler de savunabiliyoruz. Hatta bunun için çatışıyor, savaşıyoruz.
Oysa Allah bize, Kürt, Türk, Alam veya Çingene olmayı değil, Müslüman/insan olmayı öğütledi. Peygamberimizin hanımlarını annelerimiz olarak bildirdi. Hz. Hatice ve Hz. Aişe anamızın dili olan İslam dilini, Kuran dilini niye savunamıyoruz? Diğerlerini, dayatılanları neden reddedemiyoruz? Bunları bize kim öğretti? Allah mı, Hz. Peygamber mi? Bunların hak olduğunu kim söyledi de tekrar edip duruyoruz. Kimliklerimiz neden kirletiyoruz?
Müslümanlık, imani bütünlükle hayatın bütünleştirildiği bir İslam sistemi içinde, Müslüman topluluk içinde yaşanır. Müslüman kimlik, Müslümanlarla birlik ve bütünlük içinde yaşanan bir topluluk içinde geliştirilir. Bunu anlamaya çalışalım inşaallah.
Hüseyin Alan, Kardeşlereli Derneği, Edremit – Balıkesir, 17 Ocak 2015

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir