Haricilik ve New-Selefilik

Haricilik ve New-Selefilik

-1-
İslam tarihinde, Müslüman ümmetin parçalanmasına yol açan fikri krizlerin ve siyasi kargaşaların temeli, Hz. Osman’ın katli ve hakem olayına dayanır. Katl ile bağlantılı olarak Sıffin’de meşru halife Hz. Ali’yle ona başkaldıran Muaviye arasında yapılan savaş ve sonrasında doğan sonuçlar önemlidir. 
Hz. Osman’ı şehit edenlerin hilafet merkezi Medine’de topluca bulunmaları, bunların Ali’nin yanında görünmeleri, katillerin ve yardımcılarının cezalandırılamaması, bazı valilerin azli ve tayini Muaviye’nin ve diğer muhaliflerin ileri sürdüğü gerekçelerdi. Ortalığın durulmasından, birliğin ve istikrarın sağlanmasından sonra o işlerin görülebileceğini ileri süren Ali, gönülleri tatmin edemediği için duruma hâkim olamadı. Cemel’den sonra meşhur Sıffîn olayı böylece gerçekleşti.
Sıffin’de savaşı kazanamayacağını gören Muaviye tarafının Kuran’da belirtilen tahkim ayetini öne sürmesi, Ali’nin istemese de tahkimi kabul etmesi, sonuçları itibarıyla gerçekte günümüze kadar sürecek krizlerin habercisiydi. Nitekim ilk kez tekfirci fikrin ve taraftarlarının ortaya çıkması, yönetimin parçalanması, iç kargaşanın devamı, Hz. Ali’nin şahadeti, Hz. Hasan’ın şartların zorlamasıyla anlaşarak hilafeti Muaviye’ye devretmesi, Hz. Hüseyin’in başına gelen hüzünlü Kerbela olayı gibi gelişmeler ilk akla gelenlerdir.
Emevi saltanatı Muaviye döneminin sonundan başlayarak merkezi devlet gücünü, otoritesini ve denetimini kaybetmeye başlamıştır. Bu durum zaten var olan muhalif fikri hareketleri siyasi tutum olarak yeniden harekete geçirecektir. Özellikle fethedilen yerlerin ahalisi mevalinin yaşadığı bu günkü Irak, İran, Türkistan, Hindistan, Yemen ve Mağrip taraflarında iç çatışmalar baş gösterecektir.
-2-
Tarihte ilk isyanı Hz. Ali’ye karşı başlatan hariciler, 658 de Nehrevan’da yapılan savaşı kaybettiler. Bu savaş hariciliği zayıflattı ise de onları ortadan kaldırmadığı gibi çevreye yayılmalarına da yaradı. Oradan kurtulanlar kaçtıkları bölgelerde fikirlerini yaymış, taraftarlarını çoğaltmıştı. Bunlar çevrelerde ve uç yerlerde örgütlenerek fırsatını buldukları uygun zamanlarda isyan etmeyi sürdürdüler.
İsyanlar daha çok Emevi saltanatının çözülmeye ve çökmeye başladığı 680’lerde başlayıp Abbasi saltanatının 750’lerde kurulup daha sonra yönetime hâkim olacağı dönemlere kadar ateşli şekilde, merkezi otoritelerin güçlendiği şartlardaysa düşük dozlarda sürmüştür. Abbasiler döneminde Abbas Oğullarıyla Ali Oğulları arasındaki iç rekabetse başka şekilde sürecektir.
Geniş ülkelerin ve toprakların fethi, bu arada çok farklı kültürlerin ve inançların İslam’a yeni girmesiyle başlayan fikri kargaşalar ve toplumsal memnuniyetsizlik, merkezi yönetimlerin idari zaaflarıyla birleşince muhalif fikirler ve hareketler için uygun vasatı ortaya çıkaracaktır.
Tarihimizde büyük günah işleyenin (Halife’nin) durumu hakkında başlayan itikadi tartışmalar, giderek bir kez işlenen ameli günahlarla ilgili hükümlere kadar genişledi. Dönemsel siyasi kargaşa ve Hint-Yunan felsefesinin tercümeleriyle de farklı biçimde tazelenen itikadi-ameli tartışmalar siyaseten hizipleşmeyi, kurumsal mezhepleşmeyi, etkin olmasa da iç isyanları ve çatışmaları besleyecek sebepleri teşkil etmiştir.
İman-amel, kaza-kader, takdir-kulluk, Allah’ın iradesi-kulun reyi, tevhit-adalet, hilafet-biat, itaat-isyan, tekfir-mürted, gaybubet-masumiyet, ulûhiyet-tenasüh, nasla-tayinle atama, Dar-ül İslam (Dar-ül Hicre)-Dar-ül Küfür, Kuranın mahlûk olup olmadığı, Allah’ın isim ve sıfatları, hükümlerin uygulanması vs gibi konuların felsefik-kelami bağlamda tartışılması, görüş farklılığı olanların taraflar olarak ayrışmasına ve nihayet ümmetin siyaseten parçalanmasına kadar sebep olacaktır.
Başlangıçta fikri seviyedeyken giderek hizbileşen ayrışma, seçimle iş başına gelmeyen halifeye karşı isyan edip etmeme veya bu isyanın nasıl şekilleneceği çerçevesinde gelişti. İtikadi ve ameli tartışmalar da bu ayrışmaların haklılığı bağlamında yorumlandı. Üç ana akım bu şartlarda ve şu şekilde belirginleşti:
A- Herkesi kuşatmadığı veseçimle iş başına gelmediği için yöneticiyi büyük günah işlemekle suçlayarak onu yok sayan, bu sebeple ona isyanı farz bilen, yönetime itaatleri sebebiyle de zalim durumuna düşen topluluktan ayrışan, ayrışmayanları ve kendilerine katılmayanları tekfir edip katli vacip gören “harici”ler azınlık biçiminde ayrıştı.
B-İmamın masumiyetini, nasla veya tayinle belirlenmesi gerektiğini savunarak halifeliğin “Ehli Beyt” soyuna ait olduğunu kabul eden ve bu sebeple fırsatını buldukça yönetime ayaklanan “Şii”ler bir diğer azınlık şeklinde ayrıştı.
C-Bunların karşısında dört halifeden sonra meşru yoldan gelmeyen yöneticiyi zalim ilan ederek ona itaati hak bulmayan, ama onu alaşağı edebilmenin şartlarını ayaklanınca işi bitirmek için gerekli hazırlıkları yapmış olmaya, bu nedenle iç savaşa meydan vermemeye, yönetimde adaleti gerçeğiyle ikame etmek içinde ayaklananların kendilerinin adil olmaları şartlarına bağlayan “Ehli Sünnet” çoğunluk şeklinde bir taraf oldu.
Bu üçlü kategori, İslam tarihinde ilklerin, onlardan sonra gelenlerin yani selefin benimsediği bir kategoridir ve her şeyin temelidir. Kategorilerden birini doğru diğerlerini kısmen veya tamamen doğru veya yanlış bulmak ayrı bir bahistir. Nitekim hem ondan hem diğerinden olanlarla, bu durumu fitne sayıp hiçbirine katılmadan içe kapanan ve uzlete çekilenler de olmuştur. Fakat bu kategoriler, itikadi anlayış ve inanç bütünlüğünü siyasi ve toplumsal işlerin bütünlüğüyle birleştirmek bakımından Müslümanlığın, gerçeğiyle anlaşılmasına ve yaşanmasına tekabül eden bir duruma işaret eder. Nasıl inanmışsan şayet o inancına uygun olarak toplumsal ve siyasi hayattaki işlerini buna göre tanzim etmek, buna uygun bir pozisyon almak demektir.
Bu çerçevede kelami ve itikadi görüşler, fıkhı usul ve içtihatlar, sünnet ve hadis anlayışları gelişecektir. Bunlar kendi başlarına birer kategori ve akım olmadan yukarıdaki üçlü kategori içinde bir yere ait, o kategoriler tarafında anlamlı alt birimler olarak tasniflenecektir. Bu nedenle kelamcılardan, fıkıhçılardan ve hadisçilerden o kategorilerin hem birine hem diğerine yakın, bazen sadece birisine ait ilmi çalışmalar, fikri gelişmeler ve siyasi taraftarlar olacaktır.
Tasavvuf akımı, bilgi sistematiği, anlayış ve uygulama bakımından Şii’dir. Şeyhin masumiyeti, onda var sanılan kutsi özellikler ve mürşidin tayinle-nasla belirlenmesi bakımından Şia kategorisindedir. Ümmet bünyesine girişiyse, üçlü kategoride ayrışmayı ve siyasi çalkantıları fitne zamanı sayarak toplumdan uzak kendi köşesine çekilen zahitlik anlayışyladır… Ehli hadis, kelami tartışmalara, özellikle mutezileye, rey ehline ve genelde fıkıh ekollerine karşı bir akım olarak gelişti. Ehli hadisin siyasi tarafı olmadığı için “melez” olduğu söylenebilir. Ehli Sünneti temsil ettiği anlayışı bu nedenle doğru olmaz… Hem tasavvuf hem de hadis akımının siyasi ve toplumsal bir pozisyonu olmadığı, itikadi bütünlükle dünyevi hayatın bağlantısını kurmadığı için kategorik olarak tasniflenemez.
Müslümanlar, Hz. Âdem’den beri iman ve küfür çatışmasına inandıkları için tarihin ve hayatın içinde, her çağda ve şartta her zaman toplumsal bir varlık olarak yer aldılar. Kendi içinde bir takım anlayış farklılıkları yaşasa da bazen izzeti ve gücü ayakta tutup adil yöneticiler oldular. İtikadı ve hayatı birbirinden koparmama, itikadı ve hayatı kendi içinde parçalamama halidir bu. Bu durum, imanın küfre galip gelmesi demekti yani itikadi bütünlükle toplumsal kurumlaşma ve işleyişin birleştirilmesidir. Bazen de zilleti ve yönetilmeyi hak ettiler. Bu durum da itikadi bütünlükleriyle toplumsal işlerin birbirinden kopartılması ya da itikadın ve hayatın kendi içinde parçalandıkları zamanlarda oldu. Bu durumda müşrikler Müslümanlara hükmettiler.
Tarih boyunca Müslümanlık hiçbir zaman hayali, soyut, salt zihinsel ve düşünsel bir teoloji olmadı. Dolayısıyla inanç esaslarıyla dünya hayatı birbirinden kopuk olarak anlaşılmadı. Bu nedenle imani bütünlük gereği tarihte, her çağda, her tolumda ve şartta her daim müşriklere ve kafirlere müdahil oldu. Kendi izzetini, üstünlüğünü ve haklılığını her hayatta tescilledi. Bunlar yapılamadığı, bu bağlantılar kurulamadığı veya birbirinden kopartıldığı zaman da din ya Hıristiyanlaştı ya da Yahudileşti.
Kategorik olarak ayrışan üçlü tasniften Şiilik ve haricilik o gün bu gündür itikadi anlayışlarına uygun biçimde toplumsal ve siyasi taraflar olarak varlıklarını hep korudular. Bunlardan sadece Ehli Sünnette bir sorun ortaya çıktı. Yanlış temsil ya da eksik anlayışlar gereği Ehli Sünnet, uzlaşma taraftarı sanıldı ve son çağda haksızca eleştiriye uğradı. Korumasız kaldı. Bu sebeple kuruluşundaki sahih temeller tarihselleşti. Bu nedenle hadisçiler, tasavvufçular ve uzlaşmacılar ait oldukları kategoride yer almadıkları halde Ehli Sünnet akımının temsilcileri olarak boy gösterdiler. Arap kavmi dinini sadece Kuran’dan öğrenirken, Türk kavminin ve birçok mevalinin dinini sadece hadisten ve tasavvuftan öğrenme geleneği de bu durumu besledi.
Burada özellikle günümüz için önemli bir husun altını çizmekte yarar vardır: Bu çağın Müslüman’ı, o zaman ve daha sonra yapılan tartışmaları bu günün zihniyeti ve kültürüyle düşünmemeli. O günün yöneticileriyle bu günün yöneticilerini, o günün muhalefetiyle bu günün muhalefetini aynı kefeye koymamalıdır. Selef o gün, yöneticinin başa geçme usulüne karşı çıkar, yöneticiyi bu nedenle zalim ilan ederken, zalimde olsalar o günün yöneticilerinin şeriatla hükmettiklerini biliyorlardı. Bu hususu akıldan çıkartmamalı ya da akla getirmeli. Her dönemde yönetimlerin eleştirilebilir uygulamalarını ise burada konunun özü sanıp çöpü sırık yapmaktan kurtulmalı. Unutmayalım ki bizim keşfedeceğimiz bir din, tarihten ve hayattan kopuk soyut yeni bir din yoktur.
-3-
Tahkimden dolayı anlayışları ve tarafı netleşen hariciler gerçekte inançlarına uygun siyasi bir fırka oldular. Hz. Ali’yi meşru halife kabul etmekle beraber hakkını silahla müdafaa etmeyip tahkimi kabul ettiği için, Sıffin’de bulunan Müslümanları da insanların zayıf hükümlerini Allah’ın kesin hükümlerine tercih etikleri için tekfir ettiler ve ümmetten ayrıştılar.
Hariciler bilahare, Muaviye dâhil dört halifenin de Kureyş’den olmasına karşı çıktılar. Siyasi hâkimiyetin tesisi yerine “siyasi çokluğu” öne sürerek halifenin seçimle iş başına getirilmesini şart kıldılar. İktidarları gizli anlaşmalarla suçlayıp eşit dağıtmadığı mali imtiyazlar ve bürokratik statülerden dolayı reddettiler. Uzlaşmayı kabul etmediler. Silahlı isyanı farz saydılar. Kendilerine katılmayanları tekfir ettiler. İlk isyanları da Nehrevan’da Hz. Ali’ye karşı oldu.
Hz. Ali’yi ve Muaviye’yi ve hatta taraftarlarını tekfir etmekle birlikte hariciler, seçimle gelmeyen yöneticiyi zalim, ona itaat etmeyi de küfür saydı. Müslüman toplulukları isyan etmedikleri için zalim, yaşadığı yerleri Dar-ül küfür olarak tanımladılar. Oraları terk ettiler. Dar-ül Hicre veya Dar-ül İslam ilan ettikleri yerlere hicret ettiler. İktidarların otoritesinin zayıf oldukları yerlerde toplanmaya başladılar. Aralarından birini, bazen siyasi ve askeri sorumlu olmak üzere ikisini halife ya da emir olarak seçtiler. Ona biat ettiler. Yerleştikleri yerlerde teşkilatlandılar, silahlandılar. Örgütlenme biçimleri katıydı.
Ümeyye Oğullarının beyaz bayrağına karşılık siyah bayrak edindiler. Sözlü veya fiili takiyyeyi küfür saydılar. İtaat etmeyenleri ve en küçük günah işleyenleri cezalandırdılar. Daha sonra bölgelerden diğer Müslümanları kendilerine katılmaya ve melcelerine hicret etmeye çağırdılar. Kendilerine katılmayanları kâfir, katlini vacip, mallarını ganimet ilan ettiler. Hanımları ve çocukları da aynı kategoride değerlendirdiler.
Vilayetlere, şehirlere, yolculara, ticaret kervanlarına saldırdılar. Çocuk kadın ayırmadan canları katlettiler, malları ve işgal ettikleri yerleri ganimet edindiler. Bazı yerlerde birkaç yıl gibi kısa süreli hükümranlık elde ettilerse de valiler eliyle merkezi iktidarlar onları mağlup edip kılıçtan geçirdiler.
Bu gelişmelerden rahatsız olarak şehirlerde yaşamayı tercih eden, hicret edip diğerlerine katılmayan ya da kırsaldakileri çok sert bulan hariciler de vardı. Temelde onlarla aynı görüşleri paylaşıyorlardı. Ama itikadi ve ameli görüşlerinde yumuşaklık ve esneklik gösterdiler. Bunlar sözlü takiyyeyi helal, fiili takiyyeyi küfür saydılar. Bir kez günah işleyip tevbe eden bir daha aynı günahı işlemezse, kâfir olarak cehenneme gitmezdi. Tekfirciliği, aynı günahı tekraren işleyenlere şamil kıldılar. Günahkârları tekfir etmeyenleri ya da cezalandırılmayanları tekfir etmekten uzak durdular.
Genel olarak hariciler günahlardan hangisini işlemek tekfir sebebidir konusunda aralarında ihtilaf ettiler. Bu nedenle Kuranın bahsettiği büyük günahları tekfir sebebi saymak yaygınlaştı. Buna rağmen çoğu zaman bu sınırı genişletildi ve yaygınlaştırıldı. Söz gelimi namaz kılmamak gibi Kuranda cezai karşılığı olmayan kimi ameller de tekfir ve ölüm gerektiren günahlardan sayıldı. Kuran’a, Peygamber ve dört halifenin uygulamasına ters olsa da mürted’in katlinin farz olması da bu gibidir.
-4-
Hariciler doktriner olarak köşelidir. Böyle olmaları peygamber sünnetinden uzak salt Kuran’i olmalarından ve ayetleri lokal, bütünden kopuk ve parçalı anlamıyla kabul etmelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim Hz. Ali, onlarla savaş yapmadan önce onlara yolladığı elçisine “sakın onlara ayetlerle konuşma, sen iki ayet okusan onlar sana daha fazlasıyla cevap verirler. Analaşman mümkün olmaz. Onlara, peygamberden örnekler ver. Böyle bir durumda o, şöyle yaptıydı de” diye tembih ederken işin vahametini belirtmekteydi.
Hariciler ilk çıktıkları zaman isyanı, savaşı düşünmemişler, sadece kendi aralarında ve melcelerinde İslam’ı yaşamak istemişlerdi. O nedenle ayrışmışlardı. Çok kesin olmamakla beraber onları, taşıdıkları safiyetten ve örgütsel katılıklarından dolayı isyanlara teşvik edenler olduğu söylenmiştir. Haricilerin genellikle çevre insanından oluşan saf, temiz, iyi niyetli, ilerisini gerisini hesaplayamayan adamlardan olması, bu yargıyı güçlendirmektedir. Teşvikçiler, fethedilen ülkelerindeki statülerini ve imtiyazlarını kaybeden, yeni durumda kaybettiklerini elde edemedikleri için kinlenenlerle, eski inançlarını ve kültürlerini terk edemeyip yeni dine bu nedenle de hasım olanlardır.
Haricilerin taraftarları daha çok kırsaldan, taşradan, çevreden kendini bir şekilde dışlanmış olarak hisseden saf ve masum insanlardan oluşuyordu. Fetihler nedeniyle İslam’a yeni girmiş ama yönetim tarafından dışlanmış mevaliden çokça taraftar toplaması da bu sebepleydi. Kısmi olarak anlayışları, külli olarak yöntemleri doğru ve meşru olmasa da, sade oluşları, kendi içinde paylaşımcı davranışları, taleplerindeki haklılıkları, onların muhalif olmalarında büyük öneme sahiptir. Bu nedenledir ki kendileri gibi düşünmeyenleri, kendilerine katılmayanları, seçtikleri emirlerine itaat etmeyenleri, onlardan olup da sonradan ayrılanları (mürted) kâfir ilan etmeleri kolaylaşıyordu. Kâfir saydıklarının mallarını ve canlarını ailesiyle birlikte helal saymalarıysa bu fikriyata göre doğaldı.
Haricilik İslam ümmetinin geneli tarafından benimsenmiş bir akım olmadı. Buna rağmen onların fikirleri ve tutumları benzer sosyolojik, tarihsel ve siyasi sebeplerle dip dalga olarak sürüp gelmiştir. İlk dönemlerde kendileri ve neredeyse her çağdaki takipçileri, her milletin ve devletin içinde bir şekilde ve bu sebeplerle yaşamaya devam etti.
Çağımızda haricilik fikriyatının ve yönteminin kendi adıyla değil de “Selefilik” kılıfında ortaya çıkışı manidar, siyasi ve ekonomik şartları düşündüğümüzde ise normaldir. Gerçekte tarihsel şartlar ve kökleştiği damar olarak kök tuttuğu eski Hindistan sayılan Afganistan, Pakistan, Endenozya ve kuzey İran yanında Türkistan, Irak, Yemen, Umman, Suriye, güney Arabistan ve Afrika’nın bazı yerlerinde “yeni selefilik” olarak yeniden canlanması şaşırtıcı değildir.
Bu devredeki “Selefi-Haricilik”in ayırıcı vasfı, Kuran’ın yanında hadislere de dayanıyor olmasıdır. Bunların hadislerle ilişkileri de ilklerin Kuran’la kurdukları ilişkiler gibi aynı zihniyete dayanıyor. Görüşlerinde, politikalarında ve yöntemlerinde hadis literatürünü veya külliyatını gerçeğinden, ait olduğu bağlamlardan ve bütünlükten kopartıp indirgemecilik yapmaları da bu sebepledir. Amaçları, varlıkları ve yöntemlerini meşrulaştırmak için, haklılıkları uğruna “istismar” edilen hadislerle de kendilerini savunmaları ilginç bir yenilik veya bileşimdir.
Yakın dönemde Afganistan’ın işgali, Irak’ın fiili işgalle parçalanması ve doğurduğu sonuçlar, birkaç yıldır devam eden Arap baharıyla ağırlıklı olarak Orta Doğuda sürdürülen stratejik operasyonlar, harici fikriyatın, örgütlenmesinin ve yönteminin “Cihadi-Selefilik” namıyla yeşermesine, yayılmasına zemin oluşturmuştur. Bu fikriyatı doğuran ve güçlendiren şartlar önemlidir. O halde bu çıkışın nedenlerine bakmak ve anlamak gerekmektedir.
-5-
Müslümanların yaşadıkları bölgelerde 1. Dünya savaşı öncesi ve sonrasında İngilizlerin kurduğu, 2. Dünya savaşından sonra liderliği Amerika’nın devralarak yenilediği ve işlettiği statüko, tarihsel dönüşüm çizgileridir. Statüko, ulus devlet yapılarında, zalim diktatörlükler icat edilerek kurulmuştu. İktidarlar despotik, ayrımcı, kıyıcı ve ceberut idareler yürüttüler. Merkezi yönetimlerin mutlak gücü ve otoritesi sebebiyle göreceli bir istikrar, zoraki bir iç barış, korku emniyeti ve düzeni yürürlükteydi.
Bu devrelerde coğrafi sınırlar, üniter ve merkezi devletler ve yönettikleri halkları diğerlerinden suni sınırlarla ayrıştırılmıştı. İç düzenler ideolojik ya da mezhebi taraflar olarak kendilerine tanınan yaşam alanları ve sınırlarında yaşamaya mecbur edilerek sağlanmıştı. Dünyada yürürlükte olan sistem de dışarıdan verdiği destekle vaziyeti idare ederdi. Bu sebeplerle o devrede başkaldırı teşebbüsleri daha başlamadan ama acımazsıca bastırılırdı.
Statüko değişikliği, dünyada yürürlükte tutulan kapitalist sistemin kendini yenileyip post kolonyal döneme geçmeye karar vermesiyle başlayacaktır. Bu nedenle kapitalist sistem eski biçimiyle kolonileştirdiği çevre ülkelerdeki merkezi güçleri ve yönetim tarzlarını da değiştirmeye karar vermişti. Bu durum post modern dönem politikalarını küreselleştirme anlamına geliyordu. Bu nedenle Müslüman coğrafyada yönetim boşlukları oluştu ve isyan kazanları kaynamaya başladı. Filistin ayrı bir kategori olduğu için değil ama ilk ciddi isyan Rus işgaline karşı Afganistan’da başladı. İran, Sudan, Bosna, Cezayir, Çeçenistan da vs devam etti.
Sistematik politika değişiklikleri Arap Baharı ile sıralamayı Orta Doğuya kaydırdığında, işlerin sonunun nereye evirileceğini kestirebilmek çokça mümkündü. Dünyada olup bitenlerin bölgeye yansımasını ve takip edilen taktikleri izleyenler için bu kolaydı. İşlerin sonunun nereye varacağını kestirmenin sebebi, Türkiyeliler olarak 12 Eylülle başlayan aynı yayılmanın ve politikaların 28 Şubat’la nasıl hızlandığını ve rayına oturduğunu tecrübe ederek post dönemin politikalarına şerbetlenmiş olmaktı. Müslümanların bu çağda işe el koyacak, işleri bitirecek iradeye, örgütlülüğe, donanıma ve güce sahip olmadıkları da bunun içindeydi.
Orta Doğuda bazı ülkelerin fiili işgali, diğer bazı ülkelerde diktatörlerin devrilmesi, geriye kalan bazıların da iç kargaşa başlatmakla birlikte işlerin zamana bırakılması sürecinde içerdeki tüm dengeler alt üst oldu. Diktatörlükler yıkıldı yahut merkezi idareleriyle birlikte siyasi otoriteler çökertildi. Merkez güçler ve destekçileri dağıtıldı. Dolayısıyla iktidarlar otoritesini, gücünü ve denetimini yitirdiler. Statükonun bozulması, bu sebeplerden dolayı büyük bir kargaşaya, kaos ortamının doğuşuna yol açmıştı.
Böylesi durumlarda örgütlü olanlar, daha önceden kendi toplumu içindeki varlığı ve yöntemleriyle meşruiyeti ve yöneticilik vasfını sağlayanlar ve her şartta donanımlı ve hazırlıklı olanlar ancak işe el atabilirdi. Kaosu önleyebilir, istikrarı sağlayabilir, huzur ve emniyeti tesis edebilirdi. Oysa hem modern dönemin biriktirdiği öfke hem de yeni dönemin neliğine dair anlama zafiyeti, buna imkân vermedi. Geçmiş dönemler, Müslümanları sağlıklı yapılanmalar oluşturma yerine “çatışmacı” ya da “uzlaşmacı” yapılara dönüşmeye zorladığı için taşınan bagajlardan kurtulmak da kolay değildi.
Bu ülkelerden fiili bölünmeye uğrayanlar kendi çaplarında ve bölgelerinde muhtariyet ilan ettiler. Muhtariyet iki şekilde oluştu: Etnik çoğunluklu bölgeler ulusçu-laik etnisiteye, mezhebi yoğunluklu olanlar mezhepçi fırkacılığa dayandılar. Bunlar düne kadar aynı ülkede çatışma rotasına girmeden birlikte yaşıyorken bu gün birbirlerine düşman yeni komşular oldular. Bunu yapamayanlarsa ülke çapında iç savaşlara savruldular.
Bu kargaşada çok parçalı guruplar, sahiplenebilecekleri yerlerin alanını genişletmek için şehir savaşları, mezhep ve kabile temelli yerel çatışmalarla birbirlerini boğazlıyorlar. Eski rejimler nezdinde statü ve imtiyaz sahibi olanlardan bir anda boşluğa düşenler, kamufle olmuş biçimde en yakın bulduklarıyla ittifaklar kuruyorlar. Hesap içinde hesaplar tutuluyor yani. Bu gelişmeler netice itibarıyla bölge şartlarına, tarihsel ve toplumsal kültüre ters şekilde kanlı çatışmalara sebep oluyor.
İşlerin faturası harap edilen şehirler, viran edilen ülkeler, heba olan kaynaklar, geleceği karartılan ve birbirine düşman edilen nesillere dolayısıyla Müslümanlığa çıkacaktır. Nihayetinde bölge gerçeği, tarihsel birikim ve kültürel damar dolayısıyla birbirine hasım mezhebi-etnik temelli yeni devletçikler kurdurulduğunda, kaybeden elbette Müslümanlar olacak. Müslüman ümmet olacak. Müslümanların geleceği olacak.
Batılılarca mezhep ve etnik devletçiklerin önünü açmak, en kolay ve masrafsız yoldu. İstikrarsız ortam üretildiğinde bölge şartlarının nasıl tepki vereceği biliniyordu. Tarafların istek ve arzuları buna denk düşürülecek şartlarda stratejiler güdüldü. Kaos ortamı geçmişin birikmiş öfkelerini, dışlanmışlığın ve yok sayılmışlığın tepkisini kolayca açığa çıkardı.
Bu şartlarda tarihsel damar olarak yaşayan haricilik, tarz ve yöntem olarak yeni kılıflarda öne çıkacaktı ve çıktı. Batı, İslam tarihini Müslümanlardan daha iyi bildiği için ne yaptığını biliyordu. Söylemeli ki Batılılar, nereye temas ettiklerinde ne gibi sonuçlar alacağını da biliyordu.  Bir taşla birçok kuşu vurmayı becerdiler yani.
Batı için haricilik fikriyatını ve yöntemini “Cihadi-Selefilik” masumiyetinde açığa çıkartmanın yolu, uygun şartları hazırlamaktan, potansiyel olanı tahrik etmekten geçiyordu. Geriye kalansa Müslümanları birbirine kırdırmak, ümmet pratiğini ve düşüncesini değersizleştirmek, mezhebi bölünmelerle sağlıklı gelişmelerin yönünü saptırmak, İslami bir siyasal ve toplumsal sistem gerçeğini hayal dünyasına yollamaktı. Ve tabi ki en karlısı tüm dünyada Müslümanları “terörle” eşitleyip savunma pozisyonuna sokmak ve bir yüz yıl daha geriletmek.
Haricilik fikriyatı tarihte olduğu gibi günümüzde de iktidar boşluğunda, merkezi güçlerin zaaflı dönemlerinde canlanarak ortaya çıkıyor. Modern dönemin baskıcı uygulamaları da harici yöntemlere haklılık ve sempati sağlıyor. Bu gün bu zihniyet Orta Doğuda ve yakın Asya’da tarihsel benzer sebepler ve şartların ürünü olarak, yeni adlarıyla yeniden var. Yöntemleri aynı şekilde acımasız, intikamcı ve merhametsizce. Tarihte olduğu gibi teşvikçilerinin olduğu da düşünülmelidir.
Haricilik, Abbasilerin merkezi otoriteyi güçlendirdiği şartlarda ve dönemlerde kabuğuna çekilmişti. Bu nedenle Amerika’nın ve Batılı merkez güçlerin bölgede amaçlarına uygun dengeleri yeniden kuracağı ana kadar kendi hesaplarına çalıştıklarını düşünecekler. Gerçekteyse dünya sisteminin işini kolaylaştırdıklarını fark etmeyecek kadar saf ve dürüstler.
-6-
Yenidünya düzeninde “Yeni Türkiye”nin rotasına ve stratejik ilişkilerine dikkat etmeli. Bölgeyle ilgili gelişmeler ve varılacak yer hakkında bize daha net sonuçları bildirecek örneklik var çünkü. Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin tarihsel, kültürel şartları, mezhebi anlayışları ve toplumsal tecrübeleri de burada önemli elbet. İslam dünyasına bu çerçeveden bakınca şimdilik görünen o ki, Müslümanlar iki seçeneğe sıkıştırılmış, başka da çıkış yolları kapatılmış durumdadır.
Bölgede devam eden kargaşaların verdiği fotoğrafa girmek istemeyerek demokratlığı, sekülerliği, modern evrensel hukuku, sivilliği ve özgürlüğü benimseyenler bir taraf oluyorlar. Kalkınma, refah, ilerleme, kentli yaşam, adalet, eşitlik ve iç barış bundan sonra geliyor. Türkiye, bu tarafı tercih ettiğini ve buna uygun yeniden yapılandığını göstermişti zaten.
Bu seçeneği benimseyenlerin elini diğerlerine kıyasla daha da güçlendirip emperyalist burjuva medeniyetinde, kapitalist dünya sisteminde istihdam etmek, karar vericiler için kolaylaşıyor. Kabul edenler, tarafını bu yönde belirleyenler elbette ödüllendirilecekler. Bu ödüller değerlerinden ve inançlarından birçok şeyi feda etme karşılığında veriliyor. Diğer seçenekse malum: Arap baharındaki gelişmelerde ortaya çıkan parçalanmalar, çatışmalar, “terör”le eşitlenmiş Müslümanlık. Yoksulluk, iç kargaşa, içe kapanmışlık, siyaseten ve iktisaden küçülme. Üçüncü bir seçenek mi, henüz yok.
-7-
İslam dünyasında 8. yüzyılla başlayıp 13. Yüzyılla zirve yapan fikri, ilmi, iktisadi, askeri ve siyasi gelişmeler, Müslümanları dünya liderliğine taşımıştı. Bu imanı küfre galip kılmaktı. Böylece dönemin fitne kazanını kaynatan felsefi-kelami düşüncelerin ve haricilik gibi yanlış akımların zararlı etkileri oldukça sınırlamıştı. İnsanlık tarihinde eşi benzeri zor görülür sonuçlara yol açan Haçlı seferlerinin ve Moğol istilasının getirdiği fiili bozulmayı da bu sayede atlatmıştı.
Çağımız Müslüman’ı modern felsefenin, modern bilimin etkisinde kalmak ve toplumsal hayatı batı taklitçiliğinde örgütlemek gibi bir yabancılaşmayla karşı karşıyadır. Bu nedenle harici fikriyatla veya sekülerleşmekle yeniden tanışmak gibi tarihsel benzer bir duruma düşmüştür. Batılıların gerek fiili gerekse stratejik saldırıları da Haçlı seferleri ve Moğol istilasına benzer sonuçlar üretmektedir. Bu vaziyet 19. Yüzyıldan bu yana sürüp durmaktadır.
Ümmete bu çağda duçar olan bela, dış etkileri bir yana koyarsak iki tür felaket şeklinde karşımızdadır: İtikadi parçalanmışlık ve dolayısıyla toplumsal kurumlaşma ve işleyişin itikadi bütünlükle kopukluğu. İki tür beladan da kurtulmanın yolu daha önceden tecrübe edilmiş olduğu için biliniyor aslında. Ümmet, tarihteki o başarıyı yeniden tekrarlayabilecek midir? Zannımca temel sorunumuz budur bizim.
Önceden olduğu gibi önceliği, vahyi-ilmi hakikati, fikriyat ve kavrayışımızı, İslami değerler temelinde Müslüman’ca bilgi üretimine verebilirsek önemli bir eşiği aşmış olacağız. Müslümanlar bu çağda, bu şartlarda ve yaşadıkları mekânlarda Müslüman’ca yaşamanın bilgisini kendileri ürettiklerinde bu belaların altından kalkmışız demektir. Bu durumda, itikadi bütünlükle toplumsal kurumların ve işleyişin bütünlüğü kendiliğinden sağlanmış olacaktır çünkü.
Vahyi, hakikatin açıklayıcısı ve kaynağı olarak, peygamberi, o hakikatlerin uygulayıcısı ve tek otoritesi olarak bilmek ve kabul etmek önemlidir. Dört halife dönemi ve tecrübeleri hariç geçmiş dönemlerde üretilmiş örneklikleri yeniden ve aynısıyla canlandırarak düzlüğe çıkmak mümkün de, gerekli de değildir. Tarihimize sırt dönerek tarihsizleşmek veya tarihin dışına çıkıp soyutlanmak ve türedileşmek belanın birinden kaçarken diğerine yakalanmak olur.
Peygamber örnekliğinin bize gösterdiği, dünyada var oluş sebebimizi özetleyen “İslam-iman ve ihsan” terkibi, bizi felaha çıkartacak bir formül olarak düşünülebilir.
Bu terkibe riayette iman-amel gibi iki esası birbirinden koparmamış, hayatı ve varlık âlemini parçalamamış oluyoruz. Yani İslami ve itikadi anlayışımızı “imani” emniyete kavuşturmakla başlıyoruz. Allah’a dayanarak ilahi emniyet alanına girmek bizi sarsılmaz bir güvenlik alanına sokar. Bu eminlik bizi silme girdirir, Müslüman’ca “teslimiyete” götürür. Müslüman teslimiyeti de bizi kendimize ve diğer insanlara karşı “ihsana” sevk eder. İcbar eder. Burada mesele imani ilkelerle toplumsal işleri birleştirmektir.
Müslüman ümmet olarak birliği ve bütünlüğü sağlayıp doğru istikamette buluşmanın yolu buradan geçiyor. Külliyen olmasa da ana akım olabilmenin, baskın güç olmanın, hakkı temsil etmenin yolu da buradadır. Bu işi Hz. peygamber bize böyle öğretti. Bu olmadığı, iman-islam-ihsan ya da itikadi bütünlükle toplumsal işler arasında kopukluk olduğu zaman ayrılıklar ve çatışmalar kaçınılmaz oluyor. Ayrılıklarsa hem bu eksikliğin patolojik sonuçları olarak ortaya çıkıyor hem de başkalarının hesabında heba oluyoruz. Zannım o ki, ilklerin kategorik ayrışmasındaki Ehli Sünnet görüşü ve pozisyonunu aslına uygun şekilde yeniden ihya etmenin, doğru temsiliyle ayağa kaldırmanın zamanıdır.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir