Tekasür Toplumu

Tekasür Toplumu

Postyapısal yahut postmodern temelli değişim ve dönüşüm 1980’lerin başına tarihe girdi:

Kendi bilgi biçimi, inşa ettiği düşünüş ve zihinsel yapısı, getirdiği doğru yanlış ölçüsüyle değerler sistemini yeniledi, insan modelini inşa etti, toplumunu oluşturdu.

Yaratılışa, varlık alemine, varlıklar arası münasebetlere ve gelecek tasavvuruna dair eski izah, anlam ve mahiyete müdahale ettiği için dünyaya bakışı değiştirdi, tarih anlayışını yeniledi. Dolayısıyla

Modern çağın ekonomik üretim mantığını ve sistemini, mülkiyetin niteliğini ve kazancın kaynağını, sosyal sınıfsal yapıyı ve sendika parti gibi ideolojik örgütlenmeleri parçalayıp atomize ettiği gibi;

Sosyal hayatı içeren ‘aile-komşuluk-eğitim-sanat-ticaret-mesleki hayata, kent’e dair değerleri başkalaştırdı. Nihayet demokratik kabulleri yeniledi, siyasal düzeni de değiştirdi.

Artık başka bi insan tipi/özne varlık, başka bir sosyo politik ve ekonomik hayat modeli ve toplumsal örgütlenme biçimi vardı. İnsanlık alemi bunu 3. Milenyuma girdiğinde ancak, ama pratiğin içinde fark edebildi…

Bu değişim ve dönüşümler neticesinde aydınlanma çağının bilgi üretim biçimi, hakikat kavrayışı, doğru yanlış ölçüsü, tarih yorumu, toplum yapısı ve siyasal düzeni çözüldü;

Sosyalist-faşist-fundementalist ideolojilerin söylemleri toplumsuz kalıp boşa çıktı, bir tek liberalizm yeniliğe ayak uydurabildi.

Türkiye’de modernist/pozitivist Kemalizmin ve onun bir konteynere doldurup homojenleştirmek istediği nation/toplum projesinin başına gelenleri gözleyebilenler, tarihsel rakipleri İslamcıların da nasıl dönüştüklerini kavrayabilirler…

Yeni anlayış ve sosyal oluşumu temellendiren iki fizik yasası vardı: Quantum fiziği mekanı yok etmiş, zamanı parçalamıştı; artık doğru parçalı zamanın geçici doğrusuydu. İzafiyet teorisi zaman ve mekandan bağımsız sabit ve değişmez hakikate başkaldırmış, tarihsel bağlam ve sosyal şartlarla sınırlı/değişken doğruları hakikat yapmıştı.

Doğal olarak İslam, İslami düşünce, İslami doğrular, vahiy, peygamberlik, mümin/mümine kul, İslam cemaati/milleti, İslami devlet fikri de yeni muhayyileye uygun zihinlerde aklileştirilecek, Kur’an’ileştirilecekti.

Allahtan, vahiyden, peygamberden, şeri hukuk sisteminden ve hesap gününden bağımsız ‘vicdan, ahlak, adalet, özgürlük’ peşine düşülecek, yeni ‘insan modeli’ arayışına geçilecekti…

Aydınlanmanın ‘yüce’ filozofu Kant’ın buyruğuyla Allah’ın vesayetinden kurtulan erişkin akıl, özerkleşip özgürleşecek, doğrunun tayininde otorite olacak; illa gerek duyuyorsa dini ve ahlakı aklileştirerek yeniden icat edecekti. Hayatı ve değeri parçalayan erişkin akılda din, o parçalardan biri olacaktı ama hiç bi şeye karışmayacaktı. Özcesi

İktisat, siyaset, hukuk, sanat, mesleki hayat gibi toplumsal hayatı ilgilendiren parçalar kendi içinde kendi değerleriyle işleyecek, bunlar birbirine müdahil olmayacak ama her biri dine müdahil olabilecek, din, bunları düzenleme yetkisine sahip olamayacaktı.

Weber’in tespitiyle kapitalizmi kuran Protestan ahlak, artık haz evrenine girebilir, din, bireye ait ahlak dini, vicdani tercih olabilirdi…

Postmodern toplum artık modern dönemin “dil-vatan-tarih-örf-natıon” temelli endüstriyel ya da homojen ulus toplumu değildir; başka bi yapısallıktır. Ulus devletin yurttaşı da artık evrensel dünya vatandaşıdır.

Batı hegemonyasını ve çıkarlarını üretip yayan “evrensel değerler”, post modern yapısallıkta toplumu ‘ırk-mezhep-din-cinsiyet-kültür-göçmen..’ temelli atomize topluluklar/farklılıklar halinde parçalayacak;

Tümünü katılımcı demokratik siyaset çatısı altına çağıracak; çoğunluk içinde baskıya yahut asimilasyona maruz kalan azınlıkları/farklılıkları, evrensel insan hakları hukukuyla güvenceye alacaktı. Tek şartı,

Neo-liberal ideolojik doğrular dışında hiç birisi kendi doğrusunu ‘hakikat budur’ diye savunmayacak, kendi içinde dahi totaliter/baskıcı olmayacak, diğerlerinin doğrularına saygılı olacak, küresel vurgun soygun kıtal düzenin kurduğu barış ve istikrara gönüllü olarak katılacaktı…

Postyapısal dönüşüm içindeki varoluş ve mücadele yarışı bir hakikat yarışı veya çatışması değildir; toplumsal yapı bu türlü var oluşa da, söyleme de, örgütlenmeye de müsait değildir. Bunu yapmaya kalkışanlara ilkin kendi mensubiyeti/dahil olduğu toplumu karşı çıkar.

Postmodern toplumun kabulü sınırlarındaki her türlü hakikat yarışı ve varoluş çabası serbesttir. Yarışın kuralları ve kulvarı “her tür sayısal çokluk, çoklukla övünme, çokluk temelli üstünlüktür.”

Siz buna sekülerleşme, dünyevileşme, materyalistleşme de diyebilirsiniz…

Kur’an; tüm nitelikleriyle birlikte bu toplum biçimini bize “Tekasür suresinde” tanıttı. Bu toplumda “Nuh ve Lut’un kavmi; Salih ve Hud’un kavmi; Şuayb ve Yunus’un kavmi; İbrahim ve Yusuf’un kavmi; Musa ve İsa’nın kavmi vs” hepsi vardır. Hiyerarşide birisi öne çıkmış diğeri geride kalmıştır olabilir ama, vardır.

Onların hepsi bu toplumda, kendi inanç biçimi ve yaşayış özellikleriyle, postmodern özgürlük alanında ve sınırlarında yeniden var olmuş, yarışa girmiş, birlikte yaşamaktadır. Hepsinin hakları korunmaktadır.

Son peygamber olduğu için olsa gerek Hz Muhammed’in kavmi ve çevresindeki toplumlar, insanlık tarihinin bi özetiydi; diğer peygamberlerin kavimlerinin ortak özelliklerini taşıyordu; her biri kendi hakikatini temsil eden kabilelere tekabül ediyordu o gün.

Onun dönemi aynı zamanda, insanlık tarihinin gelecekteki muhtemel ortak şekillenişine de bi misaldi…

Ortaçağda küresel hegemonya mümkün olmadığından her toplum, kendi içinde geçmiş peygamberlerin kavimlerinden birinin yeniden üretilmesiyken

Modern dönem kısmen, post modern dönem küresel boyutta tümünü bir arada topladı, evrensel insan modeli ve küresel toplum yapısı içinde hepsinin tek tek var oluşuna zemin hazırladı…

Biz postyapısal bu değişim dönüşümü, evrensel değerler çatısı altında “ırk-mezhep-din-kültür-örf-cinsiyet-kadın-çevre-göçmen-çocuk-hayvan..” sever farklılıklarıyla bir araya gelip birleşmiş, buna göre kimliklenmiş kavimler/toplumlar olarak tasnifleyebiliriz.

Bu kimlik inşasıyla gerçekleşen grupsal/toplumsal parçalanma doğal olarak hakikatin, doğru anlayışının, değerler sisteminin, bilgi biçiminin, örgütlenme yapısının ve mücadele biçimiminin de parçalanmasını besliyor.

Her parça kendince doğrulara ve uygulama alanlarına da sahiptir, kendi hakikatleri içindedir. Diğerleriyle birlikte yaşıyor. Çatışanlar dışlanıyor, iddia sahipleri terörize edilip izole ediliyor…

Eskisi endüstriyel/homojen natıon yenisi Tekasür nitelikli bu toplumu oluşturan ‘özne/hazcı’ birey de farklıdır. Mensup olduğu toplum/grup/kabile asabiyesi başta, üzerinde baskı kuracak, özgürlüğüne set çekecek her söyleme ve yapıya karşıdır.

Karşı olunanlar din olmuş, sabit ve değişmez değer veya ahlak olmuş, aile cemaat olmuş fark etmiyor; tümü totaliterlik torbasına doldurulup atılmıştır.

Biz hedonizme, nihilizme, deizme ve bu dünya ile sınırlı hazcılığa dönüşen eskinin dehriciliğini ve naturalistliğini bu sayede tanıdık. Grek filozoflarını, Roma asilzadelerini ve aydınlanma bilimcilerini toplu olarak bu süreçte gördük.

Bu türler, bu toplumsal yapının, kültürün, dini ideolojik telakkinin yahut dünya görüşünün doğal ürünleriydiler…

Postmodern kültür, toplum yapısı ve işleyişi içinde Müslümanca düşünülemez, yaşanamaz, örgütlenilemez; müdahale içerden yapıldığı, anlama ve mahiyete müdahale edildiği için, anlamsız şekiller ve semboller aldatır.

Olanı reel, olması gerekeni irreel yapan bu zihniyet, değer ve olgu arasındaki ilişkiyi mevcut toplumsal yapı içinde kuracağı için olmaz. Nihayetinde insan, tarihsel bağlamı ve sosyal şartları içinde mahkum/esirdir; düşünüş biçimi bu paradigma içinde kalır.

Bu sebeple buraya dışardan bi müdahale şarttır; buysa ancak vahiy ve peygamberlikle mümkün olacak bi şeydir.

Kur’an kıssaları burda rehberlik edebilir ancak Kur’anı metaforik ve sembolik yaklaşımla okuyan bu özne varlık, bu zihin, kelimelere yüklediği anlam farkı nedeniyle

Kur’an’dan istifade etmek, sabit ve değişmez muhkemlere dayanmak yerine sosyal şartların ve tarihsel bağlamın kuşatması altında olduğundan bunu kavrayamaz…

Bu labirentten çıkış elbette mümkündür. Toplumsal yapıyı, kültürel paradigmayı, günah ve fesad yayan sebepler hiyerarşisini ve dayanaklarını tespit etmek, hangi peygamber milletinin sebeplerin sebebi olduğunu bilmek, başlangıç olarak yeter.

Bize kalırsa peygamberlerin sonuncusuna bakmak, benzer şartlarda onun neyi nasıl yaptığını ve niye öyle yaptığını kavramak, stratejik bir adım olur.

Bunun olması, mümkün içinde görünen seçeneklerden birine sarılmak asla değil, çünkü bu paradigma içinde kalmak demektir. Tam aksine imkansızı mümkün kılacak zihinsel ve cemaatsel/vasat ümmet kopuşunu gerçekleştirmeye bağlıdır. Bu da mümkündür.

Son peygamberin bu işi nasıl yaptığıyla alakalı fikrimizi ikinci seriye bırakalım…

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir