Diktatörlüğün Demokratçası

Diktatörlüğün Demokratçası

Demokratik siyasal rejim biçimi, yeryüzünün “baldırı çıplakları” için propagandası/iknası hayli başarılı, ambalajı ‘al-beni’li iyi bi ‘üründü’; daha iyisi olmayan en faziletli model olarak sunulmuştu.

Üzerinde yazan özellikleri ve kullanım şartları şuydu:

Meşruiyet gökyüzünden yeryüzüne inecek tanrıdan beşere geçecek; sosyal sözleşmeden doğan yurttaşlık hakların devlet karşısında yasal olarak korunacak; herkesle eşit özgür yurttaş olacaksın; düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne kavuşacaksın; seçimli sistemle yöneticini kendin seçeceksin; ekonomide eğitimde politikada fırsat eşitliğine kavuşacaksın; serbest dolaşacak istediğin işte çalışıp kazanacak, mülk sahibi olacaksın; kurulacak dünya cennetinde refaha ulaşıp mutlu olacaksın.

En fiyakalı vasfıysa şöyleydi: Güçler ayrılığı prensibiyle “yasama-yürütme-yargı” iktidarları kurumsal olarak ayrışmış, ‘denge fren’ mekanizması özelliğiyle ‘diktatörlüğün’ yolları kapanmıştı.

Daha ne olsundu…

Bi önceki siyasal rejimin özellikleri neydi; yasa yapma hakkı tanrısal, iktidarı kullanma yetkisi beşeri olan, dolayısıyla meşruiyetini çıkartmayı tanrıdan alan; ‘mavi kan’ taşıyan, babadan oğula geçen krallık, sultanlık ve prenslik vardı. Kilisenin ruhbanları ve mülk sahibi aristokratlar imtiyazlı başka bir sınıf olarak söz sahibiydi.

İnsan teki olarak sen hiç bir hakka sahip değildin; sorgusuz itaat eden, toprağa bağlı köle, kilisenin mümini olarak efendilere kul, savaşları için asker, servetleri için angaryacıydın. Seyahat edemez, serbest çalışamaz, mülk edinemez, sınıf atlayamazdın…

Doğruya doğru; Yüzlerce yıl feodalitenin baskısı, engizisyoncu Kilisenin zulmü altında yoksul, sefil bi hayat; salgın hastalıklara müptela, çaresiz ve aciz bi halde yaşayan Avrupalı için demokrasi, bulunmaz Hind kumaşıydı…

Dünyanın belirli bir coğrafyasında, tarihin belirli bir zaman diliminde, verili sosyo politik ve ekonomik hayat şartlarında başlayıp gelişen bu büyük değişim ve dönüşüm

Başka tarihsel bağlam, sosyo politik ve ekonomik şartlar ve coğrafyalarda yaşayanlar için aynı şey miydi?

Avrupa değerlerini ve kültürünü taşıyan, Avrupa siyasi ve ekonomik çıkarlarını temsil ve transfer eden “evrensel değerler” ne kadar ‘evrensel’, kimler için ‘değer’di?

İşin bu kısmı diğerlerinden çok Müslümanları alakadar eder; şayet ‘hak’ dine mensup olmak, dünyaya Allah kaynaklı ‘hakikati’ hatırlatmak, şeri hukuk temelli sosyal düzen kurmak, peygamberi rehberlikteki gibi ‘ahlak, adalet, merhamet’ iktidarı göstermek gibi bi sorumluluk taşıyorsa.

Şayet yönetici emirlerinin yakasına yapışıp zulme ve baskıya, haksızlığa ve adaletsizliğe baş kaldırabiliyorsa…

Batıda gerçekleşen o büyük toplumsal değişim ve siyasi iktisadi dönüşüm neticesinde ortaya çıkan neydi? Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, refah, demokrasi ve evrensel değer propagandasıyla tüm dünyalıları ‘talepkar’ olmaya ‘ikna’ eden onca cicili şey gerçekte nasıldı?

Eskisinden ve yenisinden önemli başlıkları ‘gidenler ve gelenler’ olarak sıralayıp bakalım:

Kan ve soy bağına dayalı krallık veya sultanlık idaresi/rejimi gitmiş, yerine seçimli ve yasal diktatörlük rejimi gelmişti.

Soylu prensler gitmiş, yerine partiler ve parti bürokrasisi gelmişti. İmtiyazlı aristokrat sınıfı gitmiş, yerine burjuva/sermaye sınıfı gelmişti.

Özerk ve özgür imtiyazlı Kilise ve ruhban sınıfı gitmiş, yerine üniversite aydın medya sanatçı sınıfı gelmişti.

Toprağa bağlı mülkiyet ve kazanç kaynağı gitmiş, yerine banka fabrika işletme sahipliği/mülkiyeti gelmişti.

Toprağa bağlı kölelik gitmiş, yerine sermaye sınıfına bağlı işçi devlete bağlı memur sınıfı gelmişti.

Tanrısal yasa yetkisi ve ilahi meşruiyet gitmiş, yerine parlamentonun yasa yetkisi ve insanların çoğunluk iradesinin meşruiyeti gelmişti.

Kilisenin tanrı adına yaptığı ikna yöntemi gitmiş, demokratik propaganda gelmişti.

İlahi ve beşeri kaynaklı ikili iktidar biçimi gitmiş, yerine akıl bilim kaynaklı ve tek iktidar yetkili yasal hükümet/başkanlık gelmişti…

Öncekinin ‘kan ve soy bağına dayalı’ siyasal ve tanrısal kaynaklı dini iktidar rejimine (çifte kılıç teorisi) kıyasla, sonraki demokrasinin sosyal sözleşme ve seçimli sisteme dayalı üçlü kurumsal (yasama yürütme yargı) iktidar rejimi, yeninin daha faziletli olduğuna dair üstün ve yeter şart sayılır hep.

Bu iş gösterildiği gibi midir, şeyin adı doğru mu konmuştur, bi bakalım mı?

Yeni siyasal rejimde halk seçimle iradesini gösterir, kendilerini temsil edecek parlamenterleri seçer. Parlamenterler yasama meclisinde toplanır, tartışır, uzmanlara danışır, yeter sayıdaki çoğunluğun kabulüyle yasa yapar. Meclis böylece ‘yasama iktidarı’ temsilcisi olur.

Parlamento, üye çoğunluğunun iradesiyle kendi içinden hükümeti çıkartır, hükümet üyeleri aralarından birini ‘baş-bakan’ seçer. Böylece siyasal iktidar oluşur. İktidar ‘yürütme iktidarını’ temsil eder. Parlamenter demokrasilerde bu işler siyasi partiler üzerinden yürütülür. Dolayısıyla seçimlerde çoğunluk iradesini temsil eden partiler mecliste de çoğunluğa sahip olacağı için iktidara da sahip olur.

İşin özü, seçmen iradesiyle parlamentoda çoğunluğu kazanan partiler aynı anda hem yasama ve hemde yürütme iktidarını temsil hakkı kazanır. Yani üçlü kurumsal iktidardan ilk ikisi siyasi iktidarın tekeline geçmiştir.

Geriye kalan bağımsız ve tarafsız kurumsal ‘yargı’ iktidarı’na gelince; yargının hüküm vereceği yasaları yahut hukuk kurallarını parlamentonun çıkarttığını düşünürsek, siyasi iktidarı temsil hakkı kullanan hükümetin aslında bu iktidarı da tekeline aldığını görebiliriz.

Anayasa denen en üst yargı normu, görünüşte siyasi iktidarları bağlayıcı, yetkilerini sınırlayıcı kurallar koyar. Demokratik diktatörlerin önüne set çeker.

Yakından bakıldığında durumunun öyle olmadığı görülecektir: Normal yasa yapma yetkisiyle (genelde %51 salt çoğunluk aranır) anayasa yapma yahut tadil yetkisi (genelde %75 nitelikli çoğunluk aranır) arasındaki fark yalnızca aritmetik oran farkıdır, başka değil.

Devlet iktidar araçlarını yasal olarak kullanma yetkisi kazanmış siyasal iktidarın diktatörlüğe dönüşmesi önündeki yasal engellerin gerçekte aşılması zor olmayan bariyerler olduğu görülebilir.

Şu halde söylenmeli ki yeni rejimdeki kurumsal olarak ayrışmış üçlü iktidar aslında, tekli iktidardır.

Bu işin farkında olanların söyledikleri iki şey var: İlki, demokrasi bi kültürdür, onu araç olarak kullanan ‘kötü’ yöneticinin eline geçerse yapılacak fazla bi şey yoktur.. İyi de kralların sultanların arasından da ‘iyileri’ geldi geçti bu dünyadan.

İkincisi, muhalif partiler var, sivil toplum örgütleri var. Partiler parlamentoda yasal haklarını kullanarak, sivil toplum düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü kullanarak siyasal iktidarı denetleyebilir, hesap sorabilir, itiraz edebilir. Yasaklarla söz hakları sınırlanmış, tehditlerle yetkileri ellerinden alınmış, yargı mekanizması kullanılarak susturulmuş muhalif partiler ve sivil toplum bi şey yapamaz; yapmaya kalkışanlar için ‘iç düşman, hain, terörist’ damgası hazırdır.

Özetle bu işler, yazılı kağıtlar üzerinde kayıtlı normatif/şekli kurallardır. Batılının tecrübesiyle ‘iktidar kötü, mutlak iktidar mutlak kötüyse’ gerçekleşene bakalım!…

Demokrasilerde iktidarın kim olduğundan bağımsız olarak, sistem veya rejim gereği, siyasal iktidar, görüntüdeki üç iktidarı da tekeline alır. Siyasal bir iktidarın, onun en tabii, en yasal, en hukuki, en meşru hakkı olan üçlü iktidarı kullanmaması söz konusu olabilir mi? Olursa iktidar denen şey olur mu?

Şu halde demokrasiyle asıl gizlenenin ‘gerçek iktidar/mülk sahipleri’ ile ‘görüntüde iktidar/halk’ olduğu gerçeğini fark etmeli. Diktatörlüğün, eskiye kıyasla yeni durumda sadece şeklen/hukuken ve dahi meşruiyet kaynağı olarak değiştiğini fehmetmeli.

Bundan gerisi ‘reklamları izlediniz’ faslı; ‘dilek ve temenniler’ bahsidir…

Şeylerin adını doğru koyamazsak olan biteni şöyle de ifade edebiliriz: Siz hiç,

Demokrasi tarihinde, yani doğrudan demokrasinin uygulandığı antik Yunanda, temsili demokrasinin uygulandığı modern çağda, katılımcı demokrasinin uygulandığı postmodern çağda,

‘Mülk sahiplerinin’ ve ‘eski/yeni imtiyazlı sınıf ve zümrelerin’ aleyhine, dolayısıyla geniş halk çoğunluğunun lehine, ‘haklar ve özgürlükler’ verildiğini gördünüz duydunuz mu?

‘Fırsat eşitliği, üretim ve paylaşım, hak ve adalet’ gibi toplumsal bakımdan oldukça önemli hususların çoğunluk lehine yaygın olarak kullandırıldığına şahitlik ettiniz mi?

Uluslarası hukuk, dünya barışı ve istikrarı denenlerin ‘kimlerin hukuku, neyin barışı’ olduğunu düşünüp ‘hangi sistemin istikrarı’ olduğuna kafa yordunuz mu?

Uzatmayalım; bunlar, çok haklı olarak despotik ve baskıcı zalim rejimlerden kaçarken, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü adına, insan hakları hukuku savunusuyla demokrasiye gönül veren, demokratik diktatörlerin eline düşenlerin derdi olsun…

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir