Evrensel Bir Yalan: İnsan Hakları  

Evrensel Bir Yalan: İnsan Hakları  

1.Bu dünyada çoğu “insan” önce fare olduklarına, biyolojik olarak ilk evrimleştiklerinde maymuna, sonra da insana dönüştüklerine inanır. Bunlar ilkel yapıdan mükemmelliğe doğru her evrimleşmede biyolojik olarak geliştiler, akıl, düşünce, duygu, iletişim ve fikir üretmek gibi bazı melekelere sahip oldular. Biyolojik evrimleşme şimdilik böylece tamamlanmış oldu.
Sosyolojik olarak evrimleşme aşamaları üretme, uzmanlık, örgütlenme gibi toplumsal süreçte ilerlediği için tıpkı doğadaki gibi doğal seleksiyon çalıştı, güçlü olan cinsler zayıf olanları itlaf ettiler. Bunlara göre doğanın kanunu buydu, yaşamak için öldürmek gerekecek, güçlü olan ayakta kalacaktı.
Bu türlü yaratılışa ve biyolojik evrime inananların ataları hayvandan geldiği için, kendilerini tanımlarken mecburiyetten ya iki ayaklı hayvan, ya aklı olan hayvan, ya düşünen hayvan, ya da ekonomik hayvan vs olarak nitelediler. Sosyolojik evrimleşme ise başka bir hikâye.
2.Ortaçağ Avrupa’sında krallar, prensler, aristokratlar, şövalyeler, ruhban sınıfı, kent soylusu, lonca üyesi esnaf, sosyal yapıda üstün insan tipi ve grubuydu. Bunlar toplumların kabaca yüzde onunu teşkil ederdi. Bu üstünlüklerini kimisi taşıdığı mavi kana, kimisi atalarından miras kalan toprağın mülkiyetine, kimisi malikâne/küçük idari birim sahipliğine, kimisi savaş sanatını bilmesine, kimisi meslek guruluğuna, kimisi de tanrıyı temsil ettiği için dini alanda otorite olmasına bağlıyordu. Bunların sınıfına göre unvanları, rütbeleri, kıyafetleri, meskenleri, hayat tarzları vardı. Kendi arasında bir hiyerarşisi vardı. Hegemonya böyle kurulmuştu.
Bunların dışında kalan serf veya yarıcı statüde köylü, çiftçi, aylaklar ve tüccar grubu vardı. Ortalama yüzde doksanı oluşturan çoğunluk olmasına rağmen bunlar toplumsal yapıda en alt sınıftandılar. Bunların herhangi bir statüsü, unvanı yoktu. Nerede doğduysa orada ölürdü. Oranın efendisine/rabbine bağlıydı. Efendinin sözünden ve toprağından çıkamazdı. Hayatı, geçimi, barınması, üremesi efendisine aitti. Kanunu, kuralı, ölümü, dirilmeyi bağlı olduğu efendisi belirlerdi.
Yukardakiler aşağıdakilerden topladıkları vergiler, elde ettikleri ürünler, kullandıkları emekler, hasmından el koydukları servetler, düşmandan elde ettikleri ganimetler sayesinde lüks ve şatafat içinde yaşarlardı. Kendi aralarında bolca eğlenir, avlanır, yer içer tüketirlerdi. Onlar için en kötü gün savaşta düşmana karşı yenilmek, bir üst sınıf lehine siyasi rekabeti ve statüyü kaybetmekti.
Saraylarda, malikânelerde, konaklarda, belediye binalarında, meclislerde aşağıdakilerin insan olup olmadığı, onların bir ruh taşıyıp taşımadıkları konuşulur tartışılırdı. Dolayısıyla bunlara insan muamelesi yapmaya gerek yoktu. Nasılsa hakları yoktu, sahipleri efendileri/rableriydi.
3.Derken devran döndü. 15. Yüzyıldan sonra Avrupalı için yeni bir çağ başladı. Bildik Rönesans ve reform çağı olarak bilinen değişimlere ilkin İtalya beşiklik etti, ardından bütün Avrupa’ya yayıldı. Çağ değişimine iki büyük gelişme sebep oldu: İlki, Avrupalı insan haçlı seferleriyle başka ülkeleri, devletleri, yönetim biçimlerini, şehirleri, insanları, yaşam tarzlarını ve kültürleri tanıdılar. Gözleri açıldı. Dünyaları değişti. İkincisi, Osmanlı İstanbul’u fethedince Avrupa karasına fareler gibi sıkışıp kaldılar, bunaldılar. Ve deniz ticaret yollarını keşfederek hızla sıçrama yaptılar.
Yeni çağda tüccar sınıf yükseldi, aşağılardan yukarıya sıçradı, statü sahibi oldu. Unvanlar satın aldı, soyluluğa erişti, mülk edinebildi. Ticaretin, üretimin, mülkün, bankanın, kâğıt paranın ve pazarın sahibi oldu. Dünyayı talan etti. Büyüdükçe güçlendi, güçlendikçe tekelleşti. Eski sosyo- ekonomik ve siyasi hiyerarşiyi alt üst etti, hegemonyasını yasalaştırdı ve kurumsallaştırdı. Yeni kentler kurdu, toplum endüstriyel yapıya göre yeniden şekillendi ve modern insan, modern kültür yaygınlaştı. Çifti çubuğu bozulan, işsiz güçsüz kalan köylü, serf ve avare grubu gibi işleri bozulan lonca esnafıda da kentte bu sınıfın fabrika ve işyerlerinde emeğiyle çalışan işçi sınıfına dönüştü.
Maddi alandaki bu değişim şüphesiz önce kültürel alandaki değişim üzerinde yükseldi. Aydınlar, ansiklopedistler, üniversiteler, sanatçılar, mimarlar, edebiyatçılar burjuvazinin sponsorluğunda bu yeni çağın zihinsel ve fikirsel mimarları oldular. Bilgi, eski klasik kaynakların eleştirel okuma biçiminden ve yeni bilgi kaynaklardan yeniden üretildi ve tasnif edildi. Toplumun dünya görüşü değişti. İcat ve keşifler yapıldı. Din bu bilgiyle yeniden tanımlandı ve konumlandırıldı. Siyaset yeniden yapılandı. Hukuk sistemi, eğitim düzeni ve ordu yapısı yenilendi. Bu gün şahidi olduğumuz kurumlaşan modern devlet ve endüstriyel toplumsal hayat, böylece başladı.
4.Yukarda kısaca bahsedilen ve evrim teorisine dayalı insan varlığının yapısı, yaratılışı, mükemmel hale gelişi ve ilişki biçimi ile ilgili bilgiler, bu değişimler sonucunda ortaya atıldı. Daha önceki dini bilgiye göre tanımlanan insan, artık yeni bilgiyle evrimleşen başka bir varlığa dönüştü.
İnsanın biyolojik olarak evrimleşip akla, düşünceye, duyguya, iletişime ve seküler bir fikre sahip olması, kendini yeniden keşfetmesine ve birey olma aşamasına tekabül ediyordu. İnsan, birey olarak kendisini bu fikirle yeniden keşfedecek, birey kimliği ile kendisini yeniden inşa edecek, ilişkilerini buna göre kuracaktı. Artık bir dine, cemaate, krallığa, devlete, aileye, ahlaka ait değildi. Bunlardan bağımsızlaşmıştı. Yeni durumda seküler bir ulusa bağlı özgür ve sivil bir bireydi. Bu değişim neden bu kadar taraftar buldu ve hızla yayıldı?
5.Avrupalı sıradan insan eskiden hiç bir hakka ve statüye sahip değildi. Kentte veya kırsalda bağlı olduğu efendisi, ruhbanı, soylusu ve prensi onu istediği gibi çalıştırma, öldürme, işkence etme, sakatlama, dövme, sürgün etme gibi bütün hak ve yetkilere, onun üzerinde her tür tasarrufa sahipti. Değişimden sonraysa doğanın bireye verdiği, doğuştan sahip olduğu vazgeçilemez ve devredilemez haklara sahip oldu. İnsan denen varlık böylece “haysiyetine” kavuştu.
Gerçekte “insan hakları” olarak propaganda edilen ama aslında birey olma özgürlüğü ve kullanım hakkı olarak bilinen bu haklar, üç ana kategoride tasnif edildi: “Yaşama hakkı. Mülkiyet hakkı. Mutlu olma hakkı.” Bu kategorilerin altında seyahat etme, dilediği işte çalışma, kazanma ve harcama, vücudu üzerinde dilediği gibi tasarruf etme, cinsel tercih gibi özgürlüklere; oy kullanma, eğitim ve sağlık, yasa karşısında eşitlik, dilediği inancı ve fikri seçme, reddetme ve ifade etme, intihar etme vs gibi haklara sahip oldu.
Bütün bu haklar önce tanrıdan ve dinden, sonra eski yöneticilerden alındı. Yeni devlet, bireyin bu özgürlüklerini koruyacak şartları ve haklarını kullanacak yasal teminatı sağlayacaktı. Buna rağmen bireyler siyasi iktidarın hükümranlık alanı dışında kalan özgür bir alanda sivil toplum biçiminde örgütlenerek kendi haklarını kendileri koruyabilecek, özgürlüklerini kullanabilecekti.
6.Batı kültüründe, tarihsel ve toplumsal gelişiminde, siyaset tarzında, hukuk düzeninde, kamusal alanında ve sosyo-ekonomik yapısında anlamını ve karşılığını bulan bu insan hakları kavramını, kendi bağlamında ve doğru şekliyle anlamak gerekir. Modern çağ öncesi aşamada kralının, kilisesinin, prensinin, aristokratının ve kent soylusu efendilerinin sadece kölesi, uşağı, hayvan derekesindeki bağlısı olan Avrupa insanının ulaştığı ileri bir aşama olarak kavramak gerekir. Dolayısıyla bir Avrupalının hafızasının, kültürünün, paradigmasının kendi tarihsel geçmişi ve çağdaş haliyle anlamlı olduğunu görmek gerekir.
Öte yandan insan hakları kavramı gerek çıkış yeri olarak gerekse zihinsel yapı ve dünya görüşü bağlamında Yahudi ve Hıristiyan kültürüyle kayıtlı, Batı tipi sosyo-siyasi ve toplumsal yapının ve Batı tarihinin bir ürünüdür. Kaynağını ve gelişimini bu süreçten, kendi dünya görüşünden alır. Bu bağlamlarla anlamını bulur.
Her ne kadar “evrensel” olarak takdim edilse, en doğrusu olarak propaganda edilse ve hatta bu gün bütün dünyada yaygınlaştırılsa da, bu insan hakları kavramı, hiçte öyle değildir. Hele evrensel hiç değildir. Çünkü insan hakları kavramı dünyanın başka yakalarında, başka toplumlarında ve din kaynaklı kültürlerinde Batılı biçimiyle öylesi bir “insan” anlayışı da, öylesi bir “haklar” kavramı da yoktur. Gelişmemiştir. Gerek de duyulmamıştır.
Bu kavramın Batı emperyalizmine, Batılıların bu kavramı ileri sürerek ülkeleri işgaline, iç savaşa, katliama, parçalanmaya, kaynakların sömürüsüne ve talanına meşruiyet sağlaması ayrı bir garabet, ayrı bir bahistir.
7.Aynı Avrupalı modern çağa geçişinden sonra modern devletin, denetleyici iktidarın, şiddeti tekelinde tutan kurumların “nesnesi”, liberal burjuvanın, sermaye hegemonyasının, finansal düzenin, uluslararası şirketlerin hem “hizmetkârı” hem de “müşterisidir.” Eskisine kıyasla daha girift ama daha “özgür” olan bu tarz kölelik biçimi, orta ve alt tabakada insan hakları mücadelesi ve talebiyle örtülüyor. Bu da Avrupalının bütün dünyaya yaydığı “sevimli” bir dert olsa gerek! İnsan hakları neden evrensel bir yalandır:
8.Dünyanın yarı nüfusunun yaşadığı Doğuda, insanların inandığı, toplumsal yapıda ahlaki değerler olarak uyguladığı bambaşka bir kültür vardır. Başından beridir seküler bir “din” olduğunda herkesin ittifak ettiği bu coğrafyada, gerek Taoizm de, gerek Konfüçyanizm ve Budizm’de, ne insan Batı tipi insandır, ne de haklar konusu Batıdaki gibidir. Tarihsel ve toplumsal süreçte aynı biçimde gelişmemiştir.
Bu toplumlarda ve kültürlerde özgürlükte, bireysellikte söz konusu değildir. Toplumsal yapıda, kurucu zihin ve kültürde insan için toplumsal “uyum” öncelikli, toplumsal “denge” esastır. Aile, kadın erkek ilişkisi, ahlak, itaat önemli değerlerdir. Batının kültürel ve siyasi hegemonya kurduğu modern çağ boyunca bu coğrafyada bu gün dahi halen dünya hayatının çekiciliği, rasyonel çıkarcılık, menfaatperestlik ve hazcılık hiç de önemli sayılmıyor.
9.Müslüman dünyaya gelince: Tarihsel süreç ve toplumsal biçim olarak kültürü İslam dini belirledi ve kurdu. Batının her alanda hegemonya kurduğu 19. Yüzyıldan bu yana dahi bu kültür toplumda halen dip dalga olarak sürüp gelmektedir. Dolayısıyla buralarda insan, hayvandan gelmez. Biyolojik ve sosyal evrimleşmeden geçmemiştir. Birey kimliğine yabancıdır. Hak kavramıysa gerek kaynağı, gerekse anlamı ve uygulaması bakımından bütünüyle farklıdır.
İslam’da hak olan Allah’tır. Her şey Allah kaynaklıdır. Uluhiyet ve Rububiyet Allah’a, ubudiyet insana aittir. Bu insanın Allah’tan kopartacağı, onun elinden zorla alacağı bir hakkı, kazanacağı bir özgürlüğü yoktur. Allah’ın kilise ve ruhban tarzı yardımcıları olmadığı gibi siyasi olarak yeryüzü temsilcileri de yoktur. Dolayısıyla Müslümanı köleleştirecek bir güç, otorite, kurum olmadı bu dünyada.
Müslümanların gerek tek egemen güç olarak yönetici niteliğinde olsun, gerek denetici tanrısal vasfa sahip meclisli yönetim biçiminde olsun, ne kutsal monarşileri, ne de kutsal devlet anlayışları olmadı. Müslümanlar çok yakın zamana kadar tarihte devletleri ve devletlileri denetleme ve hesaba çekme hak ve yetkisi kullanan tek millettiler. Sadece tabii olmayı, sadece reaya olmayı hiç kabul etmediler. Zorla sindirildikleri dönemlerde dahi bunu içlerine hiç sindirmediler.
Müslümanlar “halife” tipi insan modelidirler. Hayatını, yaşamını, istikrarını, rızkını ve ecelini Allah’a bağlarlar. Ondan gelip tekrar ona döneceklerine iman ettikleri için sadece ondan ister, yalnızca ona sığınırlar. Onların cenneti ahirettedir. Bu kurucu zihin yapısı onları hiç bir kimseye ya da kuruma borçlu kılmaz. Çünkü hileyle veya zorla kimseden bir şey/hak almazlar. Dolayısıyla ne korkuları, ne açlık kaygıları, ne de gelecek endişeleri sebebiyle birilerine ya da bir yerlere mihnet etmezler, eğilip bükülmezler.
Bu dünyada paraya, statüye, mülke, çokluğa, menfaate kulluk etmediği gibi kula kulluk etmeyen, kayıtsız şartsız yönetici otoritelere itaat etmeyen, haksızlık karşısında susmayan tek insan tipi varsa, o da halifelik sorumluluğunu ve haklılığını taşıyan Müslümandır.
Bir Müslüman için dünya hayatı, başı boş bırakıldığı bir haz yeri değildir. Bireysel özgürlük, rasyonel çıkarcılık, şirkin siyasi ve ekonomik istikrarı ve menfaat temelli toplumsal konsensüs peşinde olmak bir Müslümana ne kadar yabancıysa, çokluk peşinde koşup sahip olacaklarıyla üstünlük aramak, haksızlık edip başkalarına zulmetmek de o kadar Müslümana yabancıdır.
Halife tipi insan modelinin en bariz vasıfları dürüstlük, güvenilirlik, hakseverlik, dayanışma, yardımseverlik gibi en yüce ahlaki değerleridir. Sorumluluğu gereği düşkünün elinden tutar, mazlumun yanında yer alır, zalime ve tağuta karşı durur.
Mü’min bir insan, cemaatinin/toplumunun bir parçasıdır. Üyeler arasındaki ilişkiler velayet temellidir. Varlık sebepleri gereği birbirlerine karşı sorumlu oldukları gibi yeryüzünde küfre, şirke, fesadın egemenliğine, kötülüğün yayılmasına karşı da sorumludurlar. Bu sebeple bu hallere hep birlikte karşı çıkarlar.
Mü’minler birilerinden veya bir yerlerden hak talep etmek bir yana, herkese ve her yere hakkı hatırlatmakla, hak olanı temsil etmekle yükümlü olanlardır. Buna rağmen kendileri haklı olanlar acizlenip bir yerlerden hak talep etmeye başlamışsa ya zillete düşmüşlerdir, ya da haksızlığa ortak olmuşlardır.
10.Bu dünyanın sakinlerinden olan insanlar tek ümmet olmayacaklardır. Allah böyle bir şey dilemedi. Dolayısıyla Müslümanlarla diğerleri arasında iki ayrı tarih süreci, iki ayrı toplumsal biçim, iki ayrı insanlık hali, iki ayrı dünya görüşü, iki ayrı değer sistemi ve iki ayrı ilişki biçimi söz konusu olacaktır. Sınanma böyle gerçekleşecek, Allah’ın sözlerini tasdik edenlerle yalanlayanlar böylece açığa çıkacaktır.
Müslüman toplumlar eğrisi doğrusuyla, eksiği fazlasıyla kendi dünya görüşlerine göre bir toplumsal hayat düzenlediler, başka bir siyaset, iktisat ve hukuk biçimi geliştirdiler. Hakkı üstün tuttular, haklılık peşinde koştular. İnsanlara hakikati hatırlattılar, kendi dinlerine göre birlikte yaşayıp gittiler bu dünyadan. Ta ki 19. Yüzyıla kadar. Ondan sonra evrensel olduğu propaganda edilen Batılı değerlere özenildi. Batılı siyaset biçimi, hukuk düzeni, ekonomik sistemi ve sosyal hayat tarzı prim yapar oldu. Nihayet dinimizi ve dünya hayatını Batılı gibi anlamaya başladık.
Evrensel ve tek doğru olduğu söylenen insan haklarının gerçekte öyle olmadığını ama bu söylemin Batılının hem ihtiyacı hem de sömürgecilikte işine yaradığını söylemek gerekir. Bu ve benzer toplumsal değerler Batılının derdi ve dertlerine çözüm yolu olabilir lakin aynı şey Müslüman toplumlar için dinde eksikliğe ve acizliğe işaret eder. Kültür emperyalizmi denen bir şey varsa budur. Bunun farkında olalım yeter
Bu bağlamda evrensel insan hakları söylemi yalanı, masumane bakılırsa kendini aldatanları ve zihinsel olarak kendi kültürüne yabancılaşanları, dikkatlice bakılırsa Batının gücüne dayanarak egemen şirk sisteminden menfaatlenmek isteyenleri ilgilendirir.
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir