Bedrettin El Cemaa

Bedrettin El Cemaa

1. Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte din ile ilgili bildirim, kesilmiştir. O vefat ettikten sonra artık vahyi alanda bir otorite, dinden sorumlu bir elçi kalmadığı gibi onu temsilen dinen yetkili bir görevli de kalmamıştır. Hz. Muhammed’in yerine yönetici olarak seçilenler onun vahiyle ilgili konularda ve dinle ilgili temsilde değil, kurmuş olduğu cemaatinin, ümmetinin reisliği veya Müslüman milletin siyasi yöneticisi olarak temsilcileridir, halifeleridir.
Bu bağlamda Müslümanlar artık akaid tartışması, Kur’an’ın kendisi ve ayetlerinin kaynağı ve yönlendirmesi üzerine tartışma, çatışma yapamazlar. Çünkü bu işler ayan beyan olmuş, din herkesçe anlaşılır hale gelmiş, uygulaması gösterilmiş ve tamamlanmıştır.
Hz. Peygamberden sonra Müslümanlar artık, dünya işlerini görmek, topluluk işlerini düzenlemek, insanlar arasındaki ihtilafları gidermek, güçlüler karşısında zayıfları korumak, toplumsal huzuru ve emniyeti sağlamak, dinlerini muhafaza ve müdafaa etmek ve cihad etmek üzere içlerinden birisini emir, başkan, siyasi yönetici veya halife olarak seçtiler. Halife, bir seçici kurul tarafından belirlendi, sonra da ümmetten onay aldı. Hemen ardından Halife, bu işlerde kendisine yardımcı olacak, yönetim kademesini oluşturacak emirleri seçti. Bu sebeple raşit halifelerin tümü, ondan sonra gelipte onlara benzeyenlerin tümü Allah’ın halifesi ünvanını değil peygamberin halifesi ünvanını aldılar.
Müslüman toplum itaat toplumudur. Başlarına getirdikleri liderlerine, onun tayin ettiği emirlere gönülden itaat ederler. Fakat bu itaat kayıtlı ve şartlı bir itaattir. Çünkü emirler, Müslüman toplumların işlerini görmek üzere vekil olarak tayin edilmiş, ümmet adına bu görevi emaneten üstlenmişlerdir. Bu sebeple denetim altındadırlar.
Emirler, dini işlerde değil dünyevi işlerde, yönetim ve düzenleme alanında emirdir. Emirler, emirlik işleri dışında diğer Müslümanlar gibidir, hiç bir ayrıcalıkları yoktur, dini sorumluluk olarak onlar da herkes gibidir. Bu sebeple herkes onlara bu konularda yardımcı ve destek olur. Yanlış yaparlarsa da kendilerine müdahale edilir. Bu müdahale yanlışı düzeltme olabileceği gibi yanlışta ısrar olur ve bu da bütün ümmeti ilgilendirecek seviyeye ulaşırsa azle kadar gider. Bu düzeltme işinde seçici kurul, istişare heyeti, ileri gelenler dahil herkes kendi çapında sorumludur. İtaatin kayıtlı şartlı olması da bu demektir. Zaten böylesi sorumluluk taşıyanlar kalmazsa, sultanlar, melikler, tiranlar, zalimler devreye girerler.
Bu kısa nakilden sonra denmeli ki, bu gün bu sözlerin toplumsal olarak bir bağlamı yoktur. Bunun buraya gelmesi tarihsel süreçte bazı unsurlarda başlayan bozulmaların giderek tüm alanlarda bozulmasının neticesidir. Bu bakımdan dini telakki de dolayısıyla bozulmuştur. Bu gün Müslüman bir toplum dendiğinde dünya işlerini dinlerine göre yapmak üzere bir araya gelmiş ve içlerinden birisini yönetici yapmak için organize olmuş bir topluluk anlaşılmıyor. Müslüman denilince de farklı farklı din sahipleri anlaşılıyor. O sebeple cari dünya sistemi ve düzeni içinde, mevcut şartlarda kendilerine tanınan özgürlük alanlarında eşit yurttaşlar olarak yaşamak, diğer herkesler gibi yöneticilerden bir yönetici tercihinde bulunmak için ulusal/milli iradeyi kifayetli bulmak Müslümanlıktan sayılıyor. Buna göre denebilir ki tek hak olan, üstün olan İslam, buna göre şekillenmiş bir İslam milleti ortada yoktur!
2. Bu vesileyle tarihe dalıp bize bu konularda yol gösteren, doğrusunu ihya etmeye çalışan, söylediklerinin yaşadıkları dönemde dikkate alınması ve uygulanması için ciddi mücadeleler veren alimlerimizden birini hatırlayalım istedik. Böylece hem bu gün nerede, ne gibi şartlarda yaşıyor, ne gibi yanlışlar yapıyoruz, buna bakıp kıyaslama ve değerlendirme imkanı elde etmiş olacağız.
Bedrettin el Cemaa, 1240-1330’larda Memlüklüler döneminde yaşamış, çeşitli medreselerde müderrislik, Kudüs’te müftülük, Şam’da Kadı-ül Kudatlık, Mısırda Şeyh-ül İslamlık yapmış bir alim, müçtehid. Kendisi Şafi’dir. O diyor ki:
“İslam halifesine, dini anlayış farklılığı ya da bir haksızlık nedeniyle isyan edenler (bagy), iki türlüdür. Bunların ilki, güçlü oldukları bir beldede toplanıp silahlı güç oluşturarak bir vilayeti ya da eyaleti ele geçiren, oraya hükmedenlerdir. İkincisi, silaha sarılmayıp halifeye itaat etmeyenlerdir.” Böylesi bir durumda Halife ne yapmalıdır:
“Halife, ilkin bunların temsilcilerini çağırıp konuşur. Şikayetlerini dinler. Aralarındaki meseleyi halledemez, varsa bir haksızlık gideremez ve onları ikna da edemezse, onlara şiddet uygulayamaz. Emniyetlerine ve canlarına tecavüz edemez.”
İbn El Cemaa’a göre “Halifeye itaat etmeyen bu iki grup, asidir, bagy’dir amma bunlar tekfir edilmez. Çünkü bunlar kafir değildir.”
O diyor ki “Bir beldeyi işgal edenlerin yönetimleri caizdir. Aldıkları vergiler, kadılarının verdiği hükümler geçerlidir. O belde (Halife tarafından) tekrar ele geçirilse dahi önceki asilerin uygulamaları meşru sayılır. Onlara itaat edenlere neden itaat ettiniz diye sorgu yapılamaz.”
Devamla “Bu asiler silaha sarılıp savaşa girişmedikçe, kıtale başvurmadıkça, ahalinin namusuna, malına ve canına kast etmedikçe, onlara savaş açılmaz. Savaş olsa dahi öldürme yerine yaralama yoluna gidilir. Savaştan kaçanlar olursa takip edilmez. Teslim olanlara dokunulamaz.”
“Halife bunlarla savaşsa ve galip gelse, bunlar esir edilemez. Malları ganimet olarak alınamaz. Eşleri cariye yapılamaz. Çocukları paylaşılamaz…”
El Cemaa’a göre asilerden diğer gruba gelince, “Silaha sarılmayıp halifeye itaat etmeyenlere dokunulamaz. Onlar inançlarını rahatlıkla yaşayabilir. İtaat etmeye zorlanamaz…”
3. Şimdi bu sözler, görüşler çok şey ifade ediyor. Bunları söyleyen El Cemaa’ın bilgisine, bilgi birikimine, statüsüne, yaptığı işlere, etkli konumuna, yaşadığı döneme ve şartlara bakarak bir değerlendirme yapmalı. İslam hukuku ve şeri nizam konusunda yetkin bir alim. Kendisi Moğol saldırılarıyla ve Haçlı seferleriyle sarsılan İslam dünyasında, işgale uğratılamayan ender yerlerden birinde yaşıyor. Kaos yaygın ama Halifelik kendi ülkesinde…
Günümüzde çok farklı şartlarda yaşıyoruz. İslam tekçi kalıpta anlaşılan, milli sınırlara hapsedilmiş bir dine dönmüş durumda.  Kendilerini kendi çevreleriyle “fırka-i naciye” yapıp İslamın temsilcisi konumunda gören, herkesi kendine ve anlayışına itaate çağıran, kendileri dışında farklı düşünüp yaşayanları tekfir ederek birleşme imkanlarını heder edenler için Alimimizin görüşleri umarım yeterli bir nakildir. Unutmayalım nakledilen konular akaid ve kelam tartışmaları değil, mezhep farklılığı gibi fıkhi içtihatlar değil, doğrudan siyasi hükümranlıkla ilgilidir. Tekçi ve ulusçu zihniyetin dini telakkiye de yansıdığı günümüz için ufuk açıcı olmasını umalım.
Açıklayıcı ekler:
1- Kastilya/İspanya kralı 8. Alfons, H. 7. Yüzyılın sonlarında Arapça dille yazılmış Hristiyan yazılarında kendisini “Katoliklerin emiri”, Papayı ise, Hıristiyan Kilisesinin “İmamı” olarak adlandırmıştır. (H. Lavaoiks, Espagne et Afrikue, 2)
2- 13. Yüzyıl coğrafyacısı Yakut, Roma’yı tasvir ederken, bu şehirde Frankların itaat ettiği Papanın yaşadığını ve onun imam statüsünde olduğunu belirterek şöyle devam ediyor: “Ona başkaldıran günahkar ve suçlu sayılmıştır. Bunun cezası da toplumdan ihraç veya ölümdür. O Papa Franklara eşleriyle ilişki kurmaya, yıkanmaya, yemeye, içmeye yasak getirebilir ve kimse ona karşı koyamaz.”
3- Yakut’dan 20 ile 30 yıl sonra Marko Polo, Bağdat hakkında şu satırları kaleme aldı: “Nasıl Roma’da dünyadaki bütün Hıristiyanların başkanı yaşıyorsa, burası da dünyadaki bütün Müslümanların halifesinin tahtıdır.” (Marko Polo, puteşestiviye M. Polo)
4- Bu alıntıda muhakkak belirtilmesi gereken bir husus var, o da şu: Roma parçalandıktan sonra her ne kadar Hıristiyanlık Avrupada birleştirici bir inanç olsa da, din, dünyevi işlere karışmayan bir nitelik almıştı. Selçuklu imparatorluğu parçalandığında Müslümanlar aynı akıbete uğramadılar. Mısırda, Suriyede, Tunus’da, Cezayir’de, İspanya’da, Libya’da, Anadolu’da, Semerkant’ta, Hindistan’da ve hükümranlık ettikleri sürece Emevi ve Abbasiler devrinde, halifeler dünyevi iktidarı da birlikte yürüttüler. Din ve devlet işlerini ayırmadılar. Halifelerin zayıf olduğu, vezirlerin ve eyalet emirlerinin güçlü olduğu devrelerde dahi halifelere saygıda ve itaate kusur edilmedi. Zayıf da olsa halifeler her dönemde dar çerçevede de olsa hükümranlık etmeye devam ettiler..
5- 1183 yılında Hac için Mekke’de bulunan İbn Cubeyr “hutbede en başta Abbasi halifesinin isminin, ardından Mekke emirinin ve en sonunda Sultan Selahaddin ve kardeşi Ebu Bekir’in isimlerinin zikredildiğini, Selahaddin’in isminin zikredildiği sırada o ana kadar suskun kalan cemaatin tek ses olarak “Amin” dediği ve sevdikleri sultan için dua ettiklerini” yazmaktadır. (İbn’ül Esir)
6- O İbn Cubeyr ki “Müslümanların Emiri” ünvanını taşıma hakkının sadece “Muvahhidlere” ait olduğunu (Murabıtlardan sonra İspanya ve Tunusa hakim olan Müslüman yöneticiler), kendi ülkeleri dışında hiç bir yerde ne inancın ne de hukukun olmadığını, Suriye ile Mısır halkının Muvahhidleri kurtarıcı olarak beklediğini ileri süren biridir.
7- Tarihçi İbn Cubeyr’in Selahaddini karşılaştırmak için uygun bir Abbasi halifesi bulamaması da ilginçtir…
8- Bunları aktarırken Abbasi halifelerinin tümünü aynı kefeye koyduğumuz anlaşılmamalı.
9- Bir küçük ayrıntı: İslam devletleri/halifeler, hükümranlığını ilan edip tescillemek ve küffara karşı bağımsızlıklarını ilan etmek için iki şey yapardı; birisi hutbe okumak, diğeri para basmak…

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir