Müslümanlar ve Şehir

Müslümanlar ve Şehir

İsevi Müslümanlar Roma imparatorluğuyla uzlaşmaya başladıklarında, miladi 4. Yüzyılın başlarıydı. Konsül toplantıları uzadıkça kendi içlerinde teolojik tartışmalar başladı ve birçok mezhebe ayrıştılar. Bu süreç İsevilerin Hıristiyanlaşmasıyla neticelenecektir. Hıristiyanlığın Romalılaşması, Roma’nın da Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesi böyle başladı.
Hz. İsa’nın ve ahitlerini tutan Havarilerin sahih İslam’ı yaydıkları ve temsil ettikleri dönemlerde Müslümanlar, Roma kentlerinden, paganist Roma kültüründen ve müşrik toplumdan ayrışmışlardı. Bu ayrışma aynı kentlerde ve toplum içinde veya kentlerden uzak başka yerlerde kendi değerleriyle yaşayan cemaatler vasıtasıyla gerçekleşmişti. Müslümanlar Roma’ya itaat etmiyorlardı. Bu nedenle Roma onları katlediyor, kitleler halinde arenalarda vahşice öldürüyordu. Buna rağmen Roma’nın sınıflı toplumu çözülüyor, Müslüman cemaat giderek güçleniyordu.
Romanın azgın aristokratları ve devleti, bıkmadan sürdürdüğü katliamlardan netice alamıyor, toplumsal ayrışmanın ve yönettiği ahalideki çözülmenin önüne geçemiyordu. Bu nedenle Rom, miladi 315’de -başlangıcı 285 diyenler de var- Kadıköy’de düzenlenen konsül toplantılarını başlattı. Müslümanların liderleri üç yüzyıl süren baskı, zulüm ve katliamlardan biraz olsun kurtulmak, cemaat üyelerini biraz olsun rahatlatmak için kabul ettiler konsülleri. Kimi tarihçilere göre bu uzlaşma kabul edilmeseydi Roma şeriat devleti olacaktı ama o stratejik hata sebebiyle işler ve tarih çizgisi tersine dönüştü. Bu nedenle süreçte galip gelen ve amacına ulaşan Roma oldu.
Bir asırdan fazla devam eden uzlaşma görüşmeleri sırasında Hıristiyanlık resmileşecek, Roma kentlerinde büyük kiliseler kurarak kentlileşecek, devletin dışında ayrıca örgütlenecekti. Aralarında uzlaşmış olarak Roma devlet örgütü bir yanda, kiliseler bir yandaydı. Hıristiyanlık kiliseler şeklinde Roma siyasi yapısını taklit ederek kurumsallaştığında, manevi alana hükmeden bir otoriteye sahip oldu. Maddi alan ya da toplumsal kurumlaşma ve işleyiş, yani siyaset işleri ise devletin alanıydı. Teolojik değişim sonucu oluşan yeni din ve uzlaşmanın sonuçları kabaca böyle şekillendi.
Çağlar boyunca kent hayatı ve kültürü genel olarak sapkın medeniyetler ve günah merkezleri üretti. Roma kentleri de böyleydi. Kazanç imkânlarının çokluğu, ticaretin, emniyetin ve huzurun sağlanmasıyla herkese bazı fırsatların sunulması, zenginlik ve refahın şımarttığı azgın ve kibirli bir sınıfın türemesi gibi gelişmeler geniş yığınların köleleştirilmesiyle neticeleniyordu. Bu kültür kentlerde insanları şımartıyor, bozuyor ve sapkınlaştırıyordu. Nitekim Kur’an-ı Kerim nice güçlü devletlerin, uygar kentlerin ve medeni toplumların helakinden bahsederken bu özelliklere dikkat çeker.
Roma’da kentler birer günah merkezi olduğu için oralardan uzaklaşarak kasabalara, ziraat yapılabilir ovalara ve yüksekçe yerlere gidip yerleşen keşişler, oralarda manastırlar kurdular. Beraber oldukları kardeşleriyle birlikte ekip dikiyorlar, paylaşarak yardımlaşıyorlar, kardeşçe, birlikte bir hayat sürüyorlardı. Kentlerde papazlar, kardinaller, kiliseler biçiminde örgütleniyorken siyaseti meşrulaştırıyor, devletle birlik olup ahaliyi baskılıyor, soyuyor, kul-köle yapıyorlardı.
Kırsalda örgütlenen keşişler hak ve adalet adına bazen devlete ve kiliseye karşı ayaklanıyor ama genelde yenilerek ve büyük kayıplar vererek geri çekiliyorlardı. Balkanlar ve Kuzey Avrupa’da yoğunlaşan Bogomiller ve Doğu’da örgütlü monofizist Hıristiyanlar örneğinde olduğu gibi, Hz. İsa’nın ilah olmadığına, Tanrı’nın tekliğine, Katolik kiliselerin sapkınlığına, İncillerin sahteliğine inananlar topluca katliamlardan geçirildiler. Bu katliamlar yakın zamana kadar sürmüştür.
Ortaçağdan sonra gelen modern dönemde sadece büyük kentler sapkın kültür ve azgın insan tipi üretirken postmodern dönemde gelişen iletişim araçları nedeniyle artık küçük kentler ve hatta köyler de insanları bozan bu kültüre ve medeniyete teslim oldular.
İnsanlığın ve dünya tarihinin başından beri Allah’ın dininin adı İslam’dır. O nedenle Silm’e -S-L-M- girenler, yani İslam’a teslim olanlar, Allah’tan gelen vahyin rehberliğinde kendilerini düzeltenler oldular. Bu nedenle ve her zaman kendi çağlarında toplumsal hayatlarını bütünüyle Allah’ın iradesine uygun şekilde düzenlediler. Bunun günümüzdeki ifadesi, toplumsal kurumlaşmayı ve işleyişi, yani iktisadiyatı, siyasal organizasyonu ve sosyal örgütlenmeyi inançlarıyla mutabık kılmaktı. İnsanlığa hakkın şahitliğini yapanlar bu inanca sadık olanlar oldu. Tevhidi yüceltenlerin, dünyada varoluş amaçlarına uygun olarak yaşayanların hikâyesi buydu.
Başından beri İ’lâ-yı Kelimetullah için cihad edildiği, sınır boylarında davetin ve fetihlerin sürdüğü dönemlerde tevhid, aynı zamanda toplumsal kurumlaşma, işleyiş ve hayatla intibak halindeydi. İslam’ın üstünlüğü böyle sağlanıyordu. Bu nedenle Müslümanlar, yeryüzünü ve şehri imar ediyorlar, Müslüman egemenliğindeki insanlar da insanca bir hayat ve huzur içinde yaşama imkânı buluyorlardı.
Müslüman devletlerin ve ordularının savaşı da Müslüman’caydı. Katolik kiliselerinin, papaların ve Batılı devletlerin önderlik ettiği savaşları ve katliamları asla yapmadılar. Fethedilen hiçbir yerde insanları, dinlerini, dillerini ve kültürlerini değiştirmeleri için zorlamadılar. Kaynaklarını sömürmediler. İnsanları kendilerine kul-köle yapmadılar.
Müslümanlar devlet organizasyonuna sahip oldukları her savaşta her zaman şu üç şartı ileri sürmüştür:
1- Bizimle savaşmayın, kardeşler olalım.
2- Teslim olun, güvenlik, emniyet ve huzurunuzu biz temin edelim, buna karşı bize haraç verin. Yönetiminize ve işlerinize karışmayalım ama bizim, sizin aranızda vahyi yaymamızı engellemeyin.
3- Bunları kabul etmezseniz, Allah ya size ya bize zafer verene kadar savaşalım.
Hile yok, kumpas yok, aldatmaca yok, her şey açık ve dürüstçe. Oysa kâfirler her savaşta hileye başvurur, kumpas kurar, alçaklık ederlerdi. Niyetlerini gizler, insanları aldatır, fırsatını bulduklarında katliam yaparlardı.
Roma’dan sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Harzemşahlılar, Fatımiler, Selçuklular ve Osmanlılarda, belli dönemlerde itikadi bütünlükle hayatın bütünlüğü çakışmış, şehirlerin ve yeryüzünün imarı sağlanmıştı. Yeryüzünde ve şehirlerde belli bir güce, güvene ve konfora ulaştıktan sonra da Roma’yı ve Hıristiyanları taklit ettiler, geçmişteki bozulmaları tekrarladılar. Maddi medeniyetin sonuçları zirve yaptığında da bu şehirler ve devletler de diğerlerinin akıbetine uğrayarak çökmüştür.
İnsanlar arasında Müslüman olanlar itikadi bütünlükleriyle toplumsal hayatlarının bütünlüklerini birleştiren insanlar olarak tarihi çizgide farklı bir şekilde yer aldılar. Bu ayrışma, iman-küfür çatışmasından doğan bir ayrışmaydı. İşin doğal sonucu böyleydi. Ve İslam, şehirli bir dinidir. Allah, her karyeye olduğu gibi ulû’l-azm peygamberlerini çağlarının ana merkezlerine, ana kentlerine göndermiştir.
İslam, farklı bir uygarlık üretir, farklı bir medeniyet kurar. Çünkü her çağda, her Müslüman neslinin elinde, her daim Kitab vardı. Bu nesillerin, özgün kavramları, zihinsel tasavvuru ve onlara hayata dair fikirleri öğreten rehberleri vardı. Müslümanlar bu nedenle yazılı kaynaklara ve tarihi birikime sahip oldular. Dünyada bulunuş gayesi itibariyle izzetli, vakur ve üstün insan tipi anlayışını bu sayede gerçekleştirdiler. Bu nedenle Müslümanlar, itikadi bütünlüklerine uygun olarak toplumsal kurumlaşma ve işleyiş bütünlüğü üretirler. Yani şehirleri ve yeryüzünü kendilerince imar ederler.
Müslümanlar dinlerini bozmadıkları her çağda, her toplumsal yapıda ve mekânda bu anlayış ve pratikleri gereği ya şehirleri dönüştürdüler ya da kendi şehirlerini kurdular. Bu nasıl mümkün olmuştu? İtikadi bütünlükleri ile toplumsal hayatı ve işleyişi bütünleştirmekle. Bunun başka bir hali hiç olmadı.
Ancak Müslümanlar, itikadi bütünlüklerini toplumsal hayatla ve işleyişle bütünleştiremedikleri zamanlarda hem itikadi bütünlüklerini hem de toplumsal hayatlarını ve işlerini parçaladılar. Dolayısıyla kendi şehirleri ve toplumları içinde kayboldular. Roma’da ve diğerlerinin batış dönemlerinde olduğu gibi Allah’ın hükmü dosdoğru şekilde ve böyle cereyan ederken bu hükmü Müslümanlar kendileri elleriyle gerçekleştirdiler. Zillet halleri bu tavırlarının sonucunda meydana geldi. Bu sebepten dolayıdır ki bugünümüze ve çağımıza gelindiğinde, yani modern çağlardan bu yana hem Müslüman’ca düşünemiyor hem de Müslüman’ca yaşayamıyorlar.
Müslümanlar itikadi bütünlüklerini toplumsal işleyişleriyle bütünleştiremezlerse, işlerinin bir kısmını veya çok kısmını itikatlarına uygun şekilde yapamayacaklar demektir. Bu sebebin sonucu olarak bir Müslüman, hem Müslüman hem demokrat, hem Müslüman hem laik, hem Müslüman hem muhafazakâr, hem Müslüman hem sosyalist, hem Müslüman hem ulusçu veya dil’ci, hem Müslüman hem kapitalist, hem Müslüman hem insan hakları savunucusu, hem Müslüman hem sivil vs. olabiliyor.
İçinde yaşadığımız, işleyişine ve kurumsal yapısına İslam’ca müdahil olamadığımız bu toplum, müşriklerin Müslümanlara hükmettiği bir sisteme dayalı olan bir toplumdur. Bu halin yürürlükteki dünya sistemiyle bağlantısı da bu sebeptendir. Bu nedenle azgın ve sapkın kent kültürü ve toplumunda, İslam’ın yanında başka dinlere ait kabullerle yaşamayı normalleştirmiş durumdayız. Haramların birinden kaçsak diğerinden kaçamayacağımız kirlilikler ve günahlarla kuşatılmış olmak hali bu.
Bu çerçevede kötülükleri ve günahları engelleyecek bir gücümüz yok. Elimizle düzeltecek kabiliyet ve kapasiteye sahip değiliz. Tevhidi temelli siyasal gücümüz, İ’lâ-yı Kelimetullah için çarpışan ordumuz ve donanmamız olmadığı içindir bu. O halde ne yapmalı?
Yaşadığımız toplumsal işleyişe göre itikadımızı parçalamış olduğumuzu fark ederek işe başlayabiliriz. Bu eşik, önemli bir eşiktir zannımca. Bu hal, pisliklerden ve kirliliklerden korunmayı öğretecektir bize. Şirk sistemine ve işleyişine hem bulaşmamayı, hem de ona bir şekilde destek olmamayı öğretecektir. Doğru istikamete yönelmek böyle başlıyor. Çünkü biz biliyoruz ki haram, aklı da bünyeyi de bozar. Yine biliyoruz ki kimse bizi harama bulaşmaya veya bazı itikadi değerleri feda ederek “harama hile katmaya” zorlamıyor, zorlayamaz da.
İtikadi bütünlüğün toplumsal işlere göre kurulması yerine birinden birinin bozulması, aralarındaki ilişkinin kopmasıyla neticeleniyor. Günahın ve haramın üretildiği toplumsal işleyişi sağlayan merkez, orada hayatiyetini sürdürüyorken o merkezden bütünüyle bihaber olarak ya da böyle bir merkez yokmuş gibi hareket ederek yaşamak veya inanmak, başka bir dini yorum ve hayatın sonucudur. Roma’da olduğu gibi ya gizli ya da açık bir uzlaşmanın ya da bir gafletin pençesindeyiz demektir bu.
İslam’da olmadığı halde kendimizi tatmin ede geldiğimiz mekanik ve soyut bir tebliğ anlayışı bizleri bu halden kurtarmaya yetmeyecektir. Müslümanlar, normalde kimsenin kurtuluşundan sorumlu değildirler. Böyle bir yetkileri de görevleri de yoktur. Onun yerine insanlara hakkı “yaşayarak” göstermek, ateşe giden yolu “hatırlatarak” onları uyarmak gerekiyor. İnsanlar arasından seçilmiş olmanın, seçilmişlik özelliklerine göre uygulamanın gereği ancak gerçek tebliğ olabilir. Bu, itikadi bütünlükle hayatın bütünlüğünü aynileştirmek demektir. Soyut tebliğ ise kelimelerle oynaşarak sapkınlaşmayı normalleştirmek anlamına geliyor.
Bilinmez mi ki İslam’da kurtuluş inancı yoktur. Başkalarına hakkı hatırlatmadan, ateşe götürecek halleri açıkça söylemeden, değerler bazında çatışmayı fiiliyata dökmeden, insanlar arasında seçilmişlik özellikleriyle şahitlik etmeden, kimse kendini kurtulmuş olarak göremez. Bunları yapıyor olsalar dahi ancak ümit ve korku halidir Müslüman’ın vaziyeti.
Yeryüzünün ve şehrin imarıyla sorumlu tutulan Müslümanlara, güçleri yetmediği hallerde ne yapmaları ile ilgili olarak Kur’an’da güzel bir örnek vardır: Cumartesi yasağına muhatap olan kavim. Bu kavimde üç grup vardır. Allah nezdinde bir mazeret sahibi olmak isteyenler ve felaha ermek isteyenler için orada güzel bir örnek vardır.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir