Kapitalizm ve Müslümanlar

Kapitalizm ve Müslümanlar

Bu çağın, bu zamanın ve bu kapitalist dünya sisteminin veya uygarlığının belirlediği mevcut şartlar içinde Müslümanlar için en büyük sorun nedir?
Müslümanlar öncelikle içinde yaşadıkları dünyada kendilerini de kuşatan ve yönlendiren küresel kapitalist sistemle bir dertleri olup olmadığına karar vermeliler. Çünkü bütünsel olarak fiziki dünyayı, günlük hayatı kurgulayan, belirleyen, tanzim eden -düzenleyen- ve geleceği tasarlayan, materyalist zihniyet temelli kapitalist bir uygarlık gerçeği var ortada. Dolayısıyla Müslümanlar istikballerinin ne olup ne olmayacağına dair -iki yüzyıllık macerada olduğu gibi- ya onunla uzlaşarak kendi hayatlarını onların düzenlemesine razı gelecek ya da yeter artık diyerek kendi kaderlerine hâkim olacaklar.
Bunun anlamı şudur: Müslümanların siyasi organizasyon olarak örgütlendiği tevhidi temelli hayat tarzının son örneği, 1839 Tanzimat Fermanı’yla birlikte yok edilmişti. O gün bu gündür Müslümanların toplumsal hayatını tanzim etme iradesi kâfirlerin elinde. Yani her şey kâfirlerin söylediği ve yaptığı gibi gelişiyor. Gelinen son nokta itibariyle Batılı gibi olmaya, Batı uygarlığının dinamiklerini taklit etmeye ve onunla aynı yolda yürümeye devam mı edeceğiz, yoksa bu tanzimi gözden geçirip kendi değerlerimizle yeniden bir varoluş gerçekleştirmek için yeni bir hamle mi yapacağız? Yol ayrımı buradadır. “Nerede hata etmiştik de bu duruma düştük?” sorusuna verilecek cevap için buradan başlanılabilir.
Bugün bütün dünya kapitalist uygarlığı benimsemiş durumda ve insanlık, bunu tartışmak için dahi istemeden de olsa kendi arasında yarış ediyor. Sanayi devriminden bu yana gelişen endüstriyel üretim, marketing (pazar) sistemi, finans piyasası, otomatik makineler çılgınlığı, bilişim teknolojisi, sınırsız mal-sermaye hareketliliği, genetik çalışmalar seviyesi, ve ülkeler-toplumlar bakımından bunun neresinde olunduğu, gelişmişlik düzeyini ve rekabet alanını belirleyen tek ölçü haline gelmiş durumda. Hegemonik ilişkiler, devletlerarası hiyerarşi ve toplumlararası rekabet buna göre belirleniyor.
Kapitalist uygarlığın en temelde dayanağı olan, “insan ilişkileri” dediğimiz sosyal örgütlenme modeli, bunun ekonomi politiği, piyasanın belirleyiciliği, kendi değerler sistemine dayalı eğitim mekanizması, siyasal organizasyonu, sanat ve müziği, mesleki durumu, eğlence ve tatil sektörü ve bütün bu faaliyetlerden beklenen kâr-zarar hesabı bir bütün halinde insanlığı kuşatmıştır. Küreselleşmeyle birlikte tek tip insan tanımı, tek tip kültür ve hayat tarzı geçerli hale getirilerek biçimlendirilmiştir.
Birey, insan hakları, herkesle kardeşlik, sivil toplum, özgürlükler, evrensel hukuk, adalet, demokrasi, eşitlik sloganları eşliğinde tek anlayışa ve tek uygarlığa dönüşen dünya, varlık tanımını ve varlıkla insan arasındaki ilişkileri, materyalist temelli değerler sistemine göre düzenlemiştir. Bu durum her şeyin matematiksel ölçülerle ölçüldüğü, kazancın ve kaybın rakamlara göre belirlendiği bir dünyanın, bir hayatın ifadesidir. Dolayısıyla insanların varmak istediği hedef sadece ve yalnızca aritmetik çokluk, sayısal artış olmaktadır. Buysa, bunlara sahip olmak için acımasız bir rekabeti doğuran, insanı insanın kurdu yapan gerçekliktir.
İnsanlara en çarpıcı ve etkileyici gelen sloganlar eşitlik, adalet, özgürlük ve insan kardeşliğidir. Bunların hangi ölçekte realize edilebilir olduğu hiç hesaba katılmadan bir büyülenmedir sürüp geliyor öteden beri. Söz gelimi bu sloganların siyasi temsilde ve iktidar paylaşımında mı, hukuki ve adli düzende mi, ekonomik varlıkların ve üretilenlerin adil paylaşımında mı, alınan eğitim neticesi sahip olunan iş ve meslek edinme fırsatında mı, sosyal hayatta sınıfsal kategoride mi vs. geçerli olacağı hiç sorgulanmadan gerçekler ustalıkla gizlenebilmekte, insanlar da dolayısıyla aynı rüyayı görmeye devam edebilmektedir.
İnsanlığın mevcut hali -istatistikî ve sayısal değerlerle ölçülen sonuçlara bakıldığında dahi- ezberletilmiş sloganların hiç de söylendiği gibi olmadığını, bu işte büyük sahtekârlıkların döndüğünü, insanların umutlarının ve hayallerinin bilerek istismar edildiğini ortaya koymaktadır. Herkes bunu biliyor ve görüyor. Bunun gerek ülkelerin kendi içlerinde gerekse global düzeyde olsun apaçık ortada durduğunu da kimse reddedemiyor.
İnsanlığın büyünün, mitolojinin ve dinin hâkim olduğu dönemlerde ilkin mağaralarda ilkel komünal, sonraki evrede avcı ve toplayıcı, daha sonra geçtiği yerleşik hayatta ekici ve üretici feodal düzenler altında bir hayat yaşadığı yalanını insanlara yutturanlar, insanlığı bu dönemlerin ilkellik, barbarlık ve gelişmemişlik dönemleri olduğuna da ikna ettiler. Ardından, kapitalist dönemin rasyonel akıl ve bilimsel bilgiyle üretilen teknolojik çağa geçiş evresini, “uygarlık dönemine ulaşmak” şeklinde yutturdular. Tarih kitapları böyle yazdırıldı, böyle okutturuldu. Sosyoloji, psikoloji, tıp, biyoloji, astronomi, ekonomi, siyaset gibi bilimlerle de bunlar doğrulandı. Nihayet tüm dünya aynı şeyleri ezberleyerek eşitlendi.
Bugün dünyayı tanzim eden, yöneten ve hayatı total olarak kuşatan sistemin adı kapitalizmdir. Kapitalist zihniyet, materyalist açıklama biçimi hâkimdir. Kapitalist uygarlık, insanoğlunun bugüne kadar tanıdığı en ahlaksız, en yalancı, en acımasız ve en umarsız uygarlıktır. Bu nedenle katliamcıdır, zalimdir, talancı ve soyguncudur. Malla, çevreyle ve insanla kurduğu ilişkilerde bütünüyle çıkarcıdır, bencildir, alçaktır. Bu kuruluşunda da böyleydi, şimdi de böyledir. Bu nedenle kapitalizmden insanlık ya da merhamet beklemek, onun insanlığa ve değerlere saygılı olmasını ummak, ölünün gözünden yaş beklemek kadar saflaşmaktır.
Irkçısı, sosyalisti, mezhepçisi, dindarı, ateisti, muhafazakârı dâhil insanoğlu bunu bilmez, bunun farkına varmaz mı? Elbette hem çok iyi bilir hem de çok iyi şekilde farkındadır. Buna rağmen bu sistem hem kurulduğu coğrafyada, hem yayıldığı diğer coğrafyalarda nasıl ayakta kalmakta, hatta insanlık tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar nasıl bu kadar küreselleşerek varlığını sürdürebilmektedir? Bu sorunun cevabı önemlidir. Önemlidir çünkü bütün dünyayı, bütün hayatları ve bütün insanlığı ilgilendirmektedir.
1- Kapitalizmin en büyük başarısı, öncelikle kendi gerçeğini ve mahiyetini insanlardan ustalıkla gizleyebilmesinde yatıyor. Bunun için büyük yalancılar peydahlıyor, işbirlikçiler buluyor, menfaat şebekeleri kuruyor, büyük tezgâhlar oluşturuyor ve yalanları gerçekmiş gibi tüm dünyadaki “müşterilerine” satabiliyor.
2– Kapitalizmin ikinci en büyük başarısı, -muhalifleri ve yandaşları dâhil- kendisinden en büyük zararı görmüş insanları kapitalist yapma becerisinde yatıyor. Bu nedenle doğal olarak üretilmiş ve yaratılmış milyarlarca yoksul, mahrum, dışlanmış ve horlanmış insan hâlâ tek çare olarak kapitalizmi görebiliyor. Görebiliyor, çünkü insanlar bu sistem sayesinde bir şeyler kazanabileceklerine ve/veya ellerinde her ne varsa onu ancak bu sistemle koruyabileceklerine inandırılmış durumda.
3– Kapitalizm, bu kadar büyük ve yaygın başarıyı bütün dünyada öncelikle bilgi üretim ve dağıtım merkezleri başta olmak üzere akademyayı, işbirlikçi siyaset esnafını ve bürokrasiyi, medyayı, sanal ve gerçek iletişim araçlarını, çıkar ortaklığı kurduğu sosyo-ekonomik ve kültürel piyasa mekanizmasını tekelinde tutarak ve kontrol ederek beceriyor.
Her şeye rağmen kapitalizm yıkılmaz, yok edilemez, çok güçlü bir sistem midir? Elbette hayır. Kapitalizmi bir irade, bir akıl kurmuşsa, başka bir irade ve akıl onu tarihe havale edebilir. Ama bunun için hem kapitalizme gerçekten muhalif olacak hem de insanlığa başka, farklı ve daha iyi bir sistem önerecek irade, bilgi ve akıl gerek.
Bu durumda kapitalizme gerçekten muhalefet edebilecek, bu kadar yanlışı ve yalanı ortaya çıkarıp faş ederek insanlığın gözünü açacak olanların varlığı ve kimliği önemli hale geliyor. Modern ideolojilerin gerçek muhalif olmaları beklenemez, çünkü onlar aynı kökten geliyorlar, aynı akılla hareket ediyorlar, aynı kaynaktan besleniyorlar ve benzer bir hedefi güdüyorlar. Onların arasındaki kavga “onun yerine ben olmalıyım” kavgasıdır. Teorik açkılamalar ve tarihi tecrübeler de bunu gösteriyor zaten.
Muharref dinlerin de gerçek muhalif olmaları düşünülemez, çünkü söz konusu dinlerin sağlam referansları ve müracaat ederek güç devşirebilecekleri örneklikleri yok. Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler ve benzeri dindarlar, evveliyattan beri dinlerini tahrif ettikleri, dini dünyevi hayattan uzak tuttukları için, onların bu taraklarda bezleri yoktur. Onlar gerçekte dünyevi sorunlarını başka bir şekilde çözmüş, kendi içlerinde ve kendi kurdukları bir başka dünyada rahata ermişlerdir. Çünkü onların dinleri artık fiziki dünyadan, sosyal hayattan, dünya malı ve sevgisinden uzak durmakla, kutsal mekânlarda uzlete çekilip bedene çektirilen çilelerle ulaşılacak manevi-ruhani olgunlukla alakalı bir inanışa hasredilmiştir. Dolayısıyla günlük yaşanan gerçek hayattan koparak siyasi, sosyal ve ekonomik işleyişle alakalarını kesmişlerdir. Bu bakımdan onlar, dinlerini teolojik ve felsefi kabullerle sınırlı, zihinsel bir sürece ve kişisel tecrübelerle ulaşılacak manevi mertebelere ait kılmışlardır.
İslam dini, diğerlerinin tersine korunmuş kitabıyla, son elçisinin dünyevileştirilmiş ve gerçeğe dönüştürülerek yaşanmış örnek hayatıyla insanoğlunun elinde ve bu hayatta var olan tek orijinal dindir. Bu niteliği dolayısıyla elde kalan tek çaredir. İslam, bozulmamış özellikleriyle dünya hayatını kendince tanzim etmek, -insanlar arası ilişkiler dâhil- dünya içinde var olan mal ve eşyayla kurulacak ilişkileri kendi ölçüleriyle yeniden oluşturmak isteyen bir iradeye sahip tek dindir. Onun diğerleri gibi bu dünyayı reddetmek söyle dursun, dünya gerçeğiyle yüzleşerek bütünsel olarak hayatın Müslüman’ca tanzimini ve idaresini istediğini görürüz. En azından Müslümanların kendi dünyaları ve hayatları için gerçekleşmesi gereken bir şekillenişe işarettir bu.
İşte bu sebeple kapitalist zihniyetin, yaşam tarzının ve yayılmacılığın bir alternatifi değil, tek çaresidir İslam. Bu bakımdan insanoğlunun elinde kalan tek müracaat kaynağı, enerji ve güç alacağı tek referans odağı sadece Müslümanlıktır. Bunu anlamak için Hz. Musa’nın kudretli ve ihtişamlı Firavun’un yıkılmaz sanılan devletini yıkan bu gerçeği, Hz. İsa’nın tek başına ve sadece söz-kelâm ile koskoca Roma İmparatorluğu’nu dize getirişindeki bu gerçeği hatırlamak gereklidir. Son peygamber Hz. Muhammed’in Arap yarımadasında hükümran olan güçlü Kureyş monarşisini ve hemen ardından koskoca Sasani ve Bizans imparatorluklarını aynı sebeple yıkıp onların yerine kurduğu başka bir hayat tarzını ve ar ettiği başka bir dünya gerçeğini akıllara yeniden getirmek gereklidir. Hatırlanmalı ki bunların hiçbirinin güçlü orduları, donanmaları olmadığı gibi, sayıca çoklukları da yoktu.
Bu çağın, bu şartların ve küresel kapitalist yayılmacılığın altında yaşayan Müslümanlar hem kendileri hem de tüm dünya insanlığı için, en temelde bir şeye karar verecekler. Bu dünyada, bu şartlarda, bu kapitalist uygarlık ve değerler sistematiği içinde sürdürülen hayatta, nerede ve nasıl yer alacaklarına dair olacak bu karar. Bu kararı verirken de Müslümanlıklarını tefrik ederek, dünya âlemin ortasında Müslüman’ca ilişkilere geçerek başlayacaklar işe. Bunu yaptıklarında ancak varacakları yeri ve akıbetlerini kendileri tayin etmiş olacaklar. Ne demek bu şimdi?
A– Kapitalizmin en büyük kozu neydi? Her ilişkiden, her karardan muhakkak surette maddi bir “yarar” elde edilmeli. İlişkiler maddi karşılığa göre kurulmalı. Maddi getiriye ve sayısal “çokluğa” hizmet etmeyen hiçbir şey “değerli” değildir, ona itibar edilmez. Değer, “piyasa”da maddi karşılığı olan her şeydir. O nedenle kapitalizmde her şey “mal”, herkes “müşteri”dir.
B– Kapitalist zihniyetin temel kurgusu neydi? Kartezyen kaynaklı “iman”. Varlık ve âlem iki türlüdür: Maddi olan, manevi olan. Bedeni olan, ruhani olan. Kutsal olan, profan olan. Dünyevi olan, uhrevi olan. Ruhban olan, seküler olan. Erkek olan, kadın olan. Kayser’e ait olan, İsa’ya ait olan. Dini olan, siyasi olan. Tanrı’ya ait olan, insana ait olan…
C– Müslümanlar dâhil insanlara ne öğretildi: Eksiklik ve mahrumiyet, adaletsizlik ve eşitsizlik, yoksunluk ve mazlumiyet, dışlanmışlık ve horlanmışlık, yoksulluk ve mülksüzlük, yönetilmek ve emir almak karşındakinin elinde olup da sende olmayandır. O nedenle sen eksiksin. Sende eksik olanlar aslında karşındakinin senden gasp ettiğidir. Hakkın olduğu halde sana verilmeyendir. Senin hakkını alman için eşitlik, adalet, kardeşlik ve barış istemelisin. Bu hallerden kurtulmak için senin de maddi ve sayısal çokluğa ve varlığa sahip olman, iktidara ortak olman gerekir. Onlarda olana sen de sahip olursan eşit olursun. (Bunlara ve bir kısmına sahip olan herkes aynen diğeri gibi olmaktadır doğal olarak)
Kapitalizm koskoca bir yalandır. İnsanlar öyle inanmak istediği, işlerine öyle geldiği veya ucundan kıyısından bir şekilde bu sistemin işleyişinden menfaatlendiği için geçerli tutulan bir yalandır. O nedenle herkes bir şekilde bu yalana ortaktır. Pisliğe bir şekilde bulaşmaktadır.
Burada asıl mesele, insanları gerçeğe döndürecek Müslümanların ortaya çıkmasıdır sadece. Peki, nasıl? İslam’ın tüm değerleri başka bir insan türü, başka bir ilişki biçimi ve başka bir değerler sistemi üretir de ondan. Tevhid, hayatın her alanını “bir”leştirir de ondan. Sahih inanç varlık âlemini, hayatı, dünyayı ve ahireti bütünleştirir de ondan. Müslümanlık karşılıksız ilişki kurdurur da ondan. Nefsi için istemediğini başkası için istetmez de ondan. Mala, nesneye, eşyaya, çevreye, olaylara, kazanca ve iktidara karşı olmayıp, bilakis onları biriktirtmez ve onları ihtiyaç yerlerine harcattırır da ondan. Üstünlüğü, haklılığı, adaleti, hakkaniyeti sahip olunanlarda değil, birilerinde veya bazı özelliklerde değil, takvada görür de ondan. Kula kulluk ettirmez. İnsanları kullandırtmaz. Sahip olduklarıyla veya biriktirdikleriyle insanı gurur, kibir sahibi yapmaz, tam tersine o gibilerin sorumluluğunu artırarak “bellerini” kırar. Merhameti, adaleti, şefkati, gözetmeyi, dayanışmayı şart kılar. Velhasıl Hz. Ömer’in özlü deyişiyle Fırat kenarında bir kuzuyu bir kurda yedirtmez.
Bunları ben söylemiyorum. Uydurmuyorum da. Kompleks içinde kalarak birilerine “En iyisi bizde var, bakın” da demiyorum. Müslüman olmanın, Müslüman’ca yaşamanın ve Müslüman’ca ölmenin kurallarını buyuran Allah söylüyor. Hangi kapitalizm ayakta duracakmış, “köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilecekmiş” ve rakipsiz şekilde yayılabilecekmiş, şimdi siz söyleyin!
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir