Serbest Pazar Ekonomisi Ya da Ticareti Denen

Serbest Pazar Ekonomisi Ya da Ticareti Denen

1: Önce birkaç şey:  

Birincisi; Dünya yaratılalı ve kurulalı, bir düzene sokulup varlık aleminin yaşamasına uygun hale getirileli, Adem’in soyunun başından beri bir hukuk nizamı ve siyasi organizasyonla sorunsuz olmasa da, daha düzenli ve uyumlu bir topluluk halinde yaşayalı beri ticaret, serbest olageldi.

Allah kulu kula, kapıyı kapıya muhtaç yarattı, birini diğerinden müstağni kılmadı, dolayısıyla hiç bir insan, topluluk, tek başına tüm ihtiyaçlarını karşılayamaz, kendi başına yeterli olamaz. Geniş haliyle karşılıklı ilişki temelli münasebetlerde ticaret, lazım gerek önemli etkinlik olageldi.

Ticaret, geniş anlamda her türlü ilişki ve alış verişi ifade etti; hep bir karşılık bekleyerek veya sadece para için yapılanıyla, karşılıksız ve parasız da yapılanı olmak üzere iki türlü olageldi. İnsanlık tarihinde nice devletler kurulup yıkılmış, nice milletler yaşayıp gitmiş fakat ticaret bu önemini korumuştur.  

Serbestlik, bu gün anladığımız ulusal sınırların olmadığı tarihlerde, devletlerin hükümranlık ettikleri coğrafyalarda benzer üretim biçimi, taklit, alım satım usulleri ve tüketim kalıplarıyla mal, hizmet, teknik, örf ve kültür takasının, karşılıklı kâr, etkinlik ve haberleşmenin en az korumacılıkla yapılmasını ifade etti. Devlet ve toplumlarda meta nitelikli ticaret ve faizciliğe bulaşmadığı geleneksel sosyal yapılarda insanlar arası etkinlikleri yeteri kadar serbest bırakanlar uzun ömürlü ve kazançlı, hareketlilikten korkup fazlasıyla sınırlayanlar kısa ömürlü ve yoksul olmuştur.

İkincisi; 18. Yüzyıl sonuna doğru Batı Avrupa’da önemli iki şey gerçekleşti; İngiliz “sanayi devrimi” ve Fransız “siyasi devrimi.” Adına modern denen yeni bir çağı başlatacak olan bu iki farklı gelişme köken itibarıyla 15. Yüzyıla dayansa da, iki devrimin birlikte doğurduğu şartlar dünyada sosyal, iktisadi, siyasi ve kültürel bir köklü dönüşümü, meta temelli total bir değişimi getirdi.  

Bu değişimle birlikte ticaret, emperyal sömürgecilikle birlikte dünyaya yayıldı, kapitalist niteliğiyle bir sisteme dönüştü, bilinen her şeyi başkalaştırdı. Süreç tekelcilik, soygun, talan, katliam, faiz ve pazar için üretime dayalı bir serbest/liberal ticari ve siyasi düzen kurularak olgunlaştı. 20. Yüzyıla gelindiğinde nefret edilen bir namla sicillendi.

İkinci dünya savaşından sonra yöntem değiştiren emperyalizm, kapitalist ticaret modelinin adını serbest ticaret veya serbest pazar ekonomisi olarak değiştirdi, kirli ve kanlı geçmişini unutturmak istedi. Eşşek aynı eşşekti ama semeri değişmişti. Artık söylemle gerçek farklılaşacaktır.

Üçüncüsü; modern çağdaki ticaret, sanayileşmeye geçiş aşamasında korumacı tedbirlerle merkantalist ekonomiye sarılan devletlere karşılık, devletin en az müdahil olduğu, sınırların ortadan kalktığı, maddi ve mali serbest piyasa ve pazar etkinliği demekti. Bu durum kendi kurallarıyla çalışan, önüne çıkan tüm engelleri aşan, kendi kültürüyle siyasi modelini ve toplumsal yapısını dayatan bir düzene dönüştü.  

Serbest pazar ekonomik düzeninin bu türlüsü aynı zamanda, 20. Yüzyılda kendisine rakip olarak ortaya çıkan, devletçi ve planlamacı sosyalist kültürün ekonomi temelli siyasi modeli ve toplum yapısının karşıtı olarakta bilinir.

Dördüncüsü; Tarihte son dört yüz yıllık döneme has olarak var olan serbest pazar ekonomisi, tecrübeyle sabittir ki sadece sivil kentlerde, laik hukuk ve temsili demokratik siyaset tarzında ve endüstrileşmiş toplumsal yapılarda var olmuş, yaşamış, güçlenmiştir. Kapitalist sınıfın dışında kalanları da göreceli olarak eğitmiş, özgürleştirmiş, belirli bir refah düzeyine çıkartmış, bir hukuk standardına kavuşturmuştur.

Beşincisi; Klasik kültüre dayalı sosyal, siyasal yapıları, geleneksel toplumsal hayatı dönüştürüp değiştiren sistem, dolayısıyla insanı, değeri ve değer temelli insani münasebetleri de değiştirerek dünyaya yayılırken, muhaliflerini de değiştirip dönüştürerek onlar üzerinden kendini yeniden üretebiliyor. Şüphesiz bunda daha insancıl, daha adil, daha ahlaklı başka türlü bir modelin ortaya çıkmayışının rolü büyüktür.

Belirtmeli ki modern çağda sosyalistlerin yahut dindarların, adı ne olursa olsun yerküre üstünde kurdukları oligarşik devlet tiplerinde, ekonomik modellerinde ve toplumsal yapılarında insanların mal ve can emniyetinin, huzur ve güven ortamının olumsuz gösterge ve tecrübeleri, kapitalizme hayat vermektedir.

Dolayısıyla liberal serbest ticaret düzeninin kendi siyasi örgütlenmesiyle tek geçerli dünya sistemine dönüşmesi, sadece kendi marifeti, cazibesi, adil ve ahlaki oluşundan çok, ona karşı, ondan daha iyi olduğunu gösterecek başka bir modelin ortada gözükmemesindendir.  

Nihayet; İngiliz ‘sanayi devrimi’ teknoloji temelli bir üretim yapısı oluşturdu; mülkiyetin niteliğini değiştirip mülkiyetle kurulan ilişki biçimini yeniledi; ve telif hakkı deneni yarattı. Fransız ‘siyasi devrimi’ yeni bir kültür, ulus toplum, ulus devlet ve yönetim tarzı şekillendirdi. İkisinin buluşması ve becerisiyle de dünyada geleneksel toplum yapısı, siyaset tarzı, üretim biçimi dönüştürüldü. Artık başka bir insan, bilgi, kültür, sosyal hayat ve maddi ilişki temelli münasebetler söz konusu olacaktır.

2: Kapitalist Serbest Pazar Ticaretinin Temel Nitelikleri

A: Sermaye birikimi. Kapital, sermaye demektir. Kelimenin izm eki sermaye düzenini niteler.

Sermaye, sadece para olmayıp maddi üretim sürecinde kullanılan hammadde, makina, teknoloji, bilgi, emek, para, ürün, marka, telif hakkı, pazar payı vs topluca, sermayedir.

Bunun yanında yalnızca para kazanma güdüsüyle hareket ederek, pazarda paraya çevrilecek, para karşılığı alım satıma konu olacak duygu, zihinsel faaliyet, sanat, spor, müzik, ahlak gibi maharet olarak elde ne varsa, elden her ne geliyorsa, onlarda sermayedir.

Kapitalizmin ilk şartı, ilişkilerden ve işlerden para kazanmak, kazandığı her fazlalığı sermayeye ekleyip işleri büyütmek, daha kârlı işlere atlamak, sermayenin daha çok büyüyeceği sınırlı merkezlerde oluşan piyasaya girip büyük sermaye birikimi sağlamaktır.  

Sermaye her piyasada birikmez, her merkez ve iş buna imkan vermez. Dolayısıyla üretime, alım satıma lojistik destek sağlayacak, büyütecek, büyüttükçe biriktirmeye ve korumaya müsait olacak merkezlerde güven içinde hareket eder. Aynı merkezlerdeki farklı iş kolları birbirini büyütür, merkez dışında kalan çevrelerde birikeni kendine çeker tekelleşme başlar.

Sermaye bir kez biriktikten sonra duramaz, dahası için dış çeperleri talan ve vurguna çıkar. Önüne çıkan korumacı nitelikli engelleri kaldırır, sınırları aşar, birikimleri yutar, serbest dolaşım elde eder. Bunun için hile ve zor gücü dahil her ne gerekiyorsa ona başvurur.. Doyumsuz ve nihayetsiz bir yarıştır bu, sürer durur.

Yarışın hedefi güç olmak, gücün unsurlarını ele geçirip hegemonya kurmaktır. Teknoloji, makinalı seri üretim, rakipsizlik, marka olmak, pazar hakimiyeti, devlet desteği vs bu sistemde güç desteğidir. Gücün adı paradır. Bu paraya sahip olmak için her yol mubahtır. Hegemon olma yolunu açan kazanma, büyüme ve tekelleşme dışında hiç bir değer yoktur..

Modern zihniyette yer eden kabule göre insanlık tarihsel ve sosyal aşama olarak aydınlanma çağı öncesinde, tanrıya itaat eder, onun için çalışır, onun için ölür, onu razı ederdi. Aydınlanma sonrasında tanrı öldürüldü, her şey mubah oldu. Bu aşamanın tanrısı devlet oldu; insanlar devlete itaat etti, onun için çalıştı, onun için öldü, onu razı etti. Sonraki aşamada sermaye tanrılaştı, bu defa insanlar sermayenin kulu oldular. Süreç devam ediyor..

B: Faizci olması. Sermaye birikimi dolaşıma çıktığında genel geçer takas, kullanım ve birikim imkanı sağlayan ‘kağıt paraya’ ihtiyaç duydu. Önce her yerde para olarak kullanılan fakat kendisi bir değer olan altın, gümüş, bakır gibi metaller, deniz kabuğu, deri gibi nesnelerden oluşan paralar devreden çıkartıldı, ‘banknot’ denene geçildi.

Banknot, banka notu, imzalı ‘kağıt para’ demekti. Bu, bankacının, kendisi bir değer olanı alıp karşılığında verdiği imzalı kağıttır, hesap cüzdanıdır, kambiyo senedi, kıymetli evraktır. Bu kağıt herhangi bir “değere” ve karşılığa dayanmaz, sadece kağıttır. Metal bozukluk paralar kağıdın yanında gerçek paradır.

Kağıdın üzerinde yazan ‘rakam’ bir değer ifade eder, bu değer itibari bir değerdir. Gerçekte reel karşılığı olmadığı halde her tür mal ve hizmet takastında fiyat belirlediği için kolaylıkla kullanılır, saklanır. Piyasada dolaşımda olan kağıt, altındaki imzaya ve üzerindeki rakamsal değere itibar edildiği için kıymete dönüşür. Banknot işini önceleri bankerler yapardı, sonra devletlerin tekeline geçti.

Kağıdın varoluşsal niteliği ve gördüğü işlevi, piyasada gördüğü itibari değeri nedeniyle bunun sonunun nereye varacağı fark edilmez. Kağıdın parçası olduğu sistem yapısal olarak periyodik sürelerle krizlere girer. Kağıdın aslında ne olduğu ancak o zaman fark edilir, fakat fiziki, reel varlıklar o sırada el/mülkiyet değiştirir.  

Sistemde ilkin insanlardan kağıt karşılığı alınan bir gerçek maldır, fiziki varlıktır; emektir, hizmettir, maldır, maharettir. Onlara karşılık verilmesi gereken ama kendisi bir değer olmayan, taşıması ve kullanılması kolay olan imzalı bir kağıttır; banka notu, kambiyo senedi, hazine bonosu, hisse senedi, yabancı kağıt vs. Bu kağıtlar piyasada başka işler için takasta kullanılırken gerçek para, fiziki varlıklar bankadadır.

Piyasa, takas aracı, birikim yahut türlü ihtiyaç karşılığı paraya ihtiyaç duyar; şirketler, şahıslar, devletler vs. Bunlar bankadan faizle borçlanır, banka bunlara, kasasındaki gerçek varlıklara dayandığını söyleyerek kağıt verir. Kredi ihtiyaç ve işlemleri ikincil üçüncül vs yükselerek devam eden tekrarlarla devam eder. Kredi alanlar faizli borç alır. Ancak her faizli kredi alan elindeki fiziki gerçek varlıkları bankaya teminat/ipotek olarak verir. Banka bu reel malları da uhdesinde tutar.

Devran böyle dönüyorken çıkacak ilk krizde kaybedenler, ellerinde kağıt cinsi ne varsa onlar; kazananlar, gerçek, fiziki varlıkları teminat olarak elinde tutan sermayedir. Sistemde gerçek varlıkları ellerinde tutan azınlık zenginleşir, kağıda itibar eden çoğunluk yoksullaşır. Oyun büyük kurulmuştur, kurnazcadır. Söylemin gerekçesi ikna edicidir.

İkinci dünya savaşına kadar devletler, kağıt paranın değerini altına bağlayıp rezervi kadar basarken, 42’de altın, gümüş, platin, petrol vs kıymetli malların değeri Amerikan dolarına bağlandı. Amerikan doları altın rezerv karşılığı basılırken 70’li yılların başında bundan vaz geçildi, karşılıksız kağıt dolar basımı dönemi başladı.

Bu arada mali ekonomi denen, reel üretimden ayrı başka bir piyasa oluştu. Kağıt üzerinden çalışan, parasal ihtiyaçları karşılayan faizli kağıt piyasasıdır bu. Mali sistem bir şey üretmeden, emek harcamadan, çalışıp yorulmadan, riske girmeden zenginleşmeyi ifade eder. Ranta dayandığı için parazittir çünkü emeğin ve sosyo kültürel üretimin sırtından beslenir, kullandırdığı krediler sebebiyle üretim ekonomisinden elde edilen hasılanın imkanlarını devşirir.

Mali ekonomi bağımsız bir oligarşidir, banakalar aracılığıyla çalışır, merkez bankaları sayesinde denetim yapar. Dünyadaki reel üretim ekonomisinin toplam hacminin bir kaç katı fazlası işlem hacmine sahiptir. Ülkelerin, hükümetlerin, girişimcilerin, şirketlerin, yurttaşların ihtiyaç duyduğu sermayeyi, kendi oluşturduğu mali piyasa şartlarında ve oranlarında ama fiziki varlık teminatları karşılığında kredi biçiminde veren dev bir güçtür.   

C: Protestan soydan gelir. Endüstriyel toplum ve kapitalist ekonomik sistem varlığını ve sürdürülebilirlik imkanını Protestanlıktan aldığı ahlaki meşruiyete borçludur. Kurumsallaşıp sistemleştikten sonra insanı ve kültürü değiştirip dönüştürürken dini meşruiyete ihtiyacı kalmayacak, dinle de bağını kopartacaktır.    

Artık yaratılışın, varlığın, hayatın anlamına dair soru sorup cevabı için kafa yorabilecek çok küçük bir azınlık dışındaki büyük çoğunluk için para, evrensel bir din olmuştur. Söylemde üretimin, kalkınmanın, istihdamın, mutluluğun kaynağıdır, sürdürülebilir kalkınmanın vaz geçilmezidir. Birincil derecede reel hükümranlık elde etmiştir. Soysuz olduğu için ahlak, etik, vicdan, adalet vs tanımaz.

İnsanlar hangi dine inanırsa inansın, hangi millete, hangi mezhebe mensup olursa olsun, isterse nihilist, deist, ateist veya dinsiz olsun fark etmiyor, akıllarda, zihinlerde ilk öncelik paraya ait olduğu için, paraya tapıyorlar.   

Para, insana sahip olmadığı gücü ve yeteneği kazandırıyor. Din kuruyor, din bozuyor. Çünkü paralı kimse herkesi kendine hayran ediyor; güç, ün ve şana kavuşuyor. Para sahibi çirkin, huysuz, şımarık, ahlaksız da olsa, para bu vasıflarını olumlu özelliğe dönüştürüyor. Nihayet para, kendine sahip olan insanın zaaflarını, kusurlarını, ayıplarını, günahlarını örtüyor.

Para sahibi sadece metaları değil her şeyi satın alıyor; politikacıları, sanatçıları, din adamlarını, bilim insanlarını, yargıcı, gazeteciyi, vücutları ve elbette mafyayı.

Özetle paraya tapınan insan insanlıktan çıkmış, daha çok para, daha çok mal hırsı taşıyanın insani hiç bir değeri kalmamıştır.  Şu halde paraya tapanları iki gruba ayırabiliriz; parası olanlar ve parası olanlara satılanlar..

Para, geçmişte insanlık hayatını kolaylaştırıcı bir araç iken modern çağın kapitalizmiyle birlikte bir zenginleşme, iktidar olma, güce kavuşma aracı olarak tanrılaştı. Bu sayede insanlığın en kalabalık, en çalışkan, en işe yarayan kısmısı yoksullaştı, açlık ve umutsuzluk içinde yaşamaya mahkum edildi. Faucoult ve benzerlerinin deyişiyle ordu, polis, yargıç, tapu memuru, icra memuru, hapishaneler, hastaneler, zararlı kalabalıkları para sahibinden korumak içindir. Weber’in deyişiyle bu sistemde devlet denen şiddeti tekeline alandı. Devlet kendi şiddetine hukuk, bireylerinkine suç adını verdi.

Kissinger’ın şu sözü paranın gücüyle ilgili meramımızı teyit eder: “Petrolü kim kontrol ediyorsa kıtaları, gıdayı kim kontrol ediyorsa tüm insanlığı kontrol eder.”

D: Yapısal kriz üretmesi. Sistem doğal, normal bir kültüre dayanmaz, insani ve ahlaki bir amaç taşımaz. Üretim sistemi, pazar hakimiyeti, tüketim modeli, insanlar arası münasebetleri tümüyle meta nitelikli olarak değiştirir; her şeyi metalaştırır.

Fiziki, reel mal ve hizmet üretim hacmiyle, piyasada dolaşımda olan sanal kağıt paralar arasındaki fiyat değer makası ikincisinin lehine hep açıktır; mesafe kabaca 5 katı aştığında yapısal kriz çıkar. Arz yahut talep kökenli enflasyon patlar. Devalüasyon başlar. Faiz yükselir. Durgunluk, iflaslar baş gösterir.

Doviz kurları, hisse senetleri, devlet tahvilleri, ipotek karşılığı krediler alt üst olur, gerçek varlıklar değerinin altında el değiştirir. Kriz, işsizliği, yoksulluğu artırır, sefaleti yaygınlaştırır. Fakat işin uzmanları olup bitenleri kanıksatır. Doğallaştırır. Çok sürmez oyun tekrar kurulur, yeni sefiller üretmek üzere kaldığı yerden devam eder. Bu durum yapısaldır, tekrar eder.

E: Kâr amaçlı olması. Bu düzenin piyasasında ölümcül rekabet şartları caridir; yaşamak ve kazanmak, kazandıkça büyümek için rakiplerini yok etmek, bu uğurda insanı ve doğayı çürütmek, aldatmak, çevreyi sömürerek beslenmek zorundadır. Teknolojiyi de kullanarak hep daha ucuza maletmeye, hep daha çok üretmeye, hep daha çok satıp kâr etmeye mahkumdur.  

Bu piyasa şartlarında kapitalist sadece kar güdüsüyle hareket eder. Onun herhangi bir mal yahut hizmet üretmedeki amacı, bir ihtiyacı karşılamak veya bir işi görmek için değildir; sadece kâr etmektir. Üreteceği şey metaya dönmüyorsa yani alınıp satılan bir nesneye dönüşmüyorsa onun gözünde bir değer taşımaz.  

Sistemde bir şey üretilip tüketilirken doğaya, çevreye, insana verilen zarar dikkate alınmaz. Bunlar sermayenin ihtiyacına göre dönüştürülür ve yok edilir. Dolayısıyla bu sisteme kadar alışverişe konu olmayan, pazarlığı yapılmayan, para karşılığı el değiştirmeyen her ne var idiyse; ahlak, aile, duygu, inanç, fikir, namus, değer gibi şeylerde ticaret nesnesi oldu. Marks’ın deyişiyle bunlar, ederlerinin tespiti için pazara getirildi.

Denmeli ki liberal kapitalist kültür ayırım yapmadan insanı, inancı, dini, ahlakı, dolayısıyla insani ilişkileri, sosyal ve kültürel münasebetleri yani bu dünyada, değer namına var olan her şeyi metaya dönüştürdü.

F: Tekelci olması. Sistem, sürekli büyümeyi teşvik eder. Büyümek, kârı sermayeye ekleyerek büyümeye, hep büyümeye ve birikime yönlendirir. Süreç böyle işler ve tekelleşmeyle sonuçlanır. Tekelleşme, bir mamulün veya hizmetin üretim sürecindeki her aşamasının, pazarda tüketiciye ulaşan mağazalar zinciri dahil aynı firmaya, aynı markaya ait olmasıdır.

Marka, tüm tedarikçilerini kendine mahkum eder, istediği fiyata, çok ucuza çalıştırır. Çünkü girdiği piyasada en büyük alıcı pozisyonundadır. Tedarik zincirinden çıkmak isteyeni bekleyen sonuç iflastır çünkü yatırımları ona göre kuruludur.

Dünyanın en büyüklerinden Woolmart mağazalar zinciri, tedarikçilerini ilk yıl kazançtan uçurur, heveslendirip yatırımlara sokar, ikinci yıl idare ettirir, üçüncü yıl batırır, sonra yenilerini sıraya sokarmış.

G: Kutuplaştırıcı olması. Küresel çapta olsun yerel çapta olsun fark etmiyor, kapitalist kültür insanlığı merkez ve çevre olarak kutuplaştırıyor, eşitsizleştirerek kategorileştiriyor. Merkez hükmedenlere, çevre hükmedilenlere has kılınıyor. O sebeple çevreden merkeze doğru hep bir transfer söz konusu oluyor. Merkezden direktif gelir, çevreden itaat gider.

Ülkeler düzeyinde olsun, ülkeler içinde olsun toplumsal yaşamda sınıfsal bir kutuplaşma yaratıyor; kuzeyliler ve güneyliler, kalkınmışlar ve kalkınmakta olanlar, zenginler ve yoksullar, yönetenler ve yönetilenler, hizmet alanlar ve hizmet görenler olarak ayrıştırıyor.

Sermaye büyüyüp yayıldıkça çürüme de büyüyüp yayılır. Yağma ve talan kitabına uydurularak devam eder ama söylem hep farklıdır. Bu farklılık kolayına görülemez çünkü sistemde nirengi noktaları yok edilmiş, değerler çürütülmüştür.

Liberal kapitalizm demek, herkese ait olanın, tüm insanlığa has yaratılanların özelleştirilerek yağmalanması, sermayenin kârlı gördüğü her alanı ele geçirmesi demektir. Gücü sayesinde hükümetlere dayatılan politikalar, yasal düzenlemeler bunun sonucudur. Burada iyi niyetten, etikten, iyi yönetimden bahsetmek söylemden gayri bir şey ifade etmez. Dolayısıyla bu sistemle mücadele etmeyi sorun etmeyen devletler, hükümetler sistemin oyuncağı olur.

Sistemin doğasında ahlaksızlık ve skandallar kuraldır. Skandal, açığa çıktığında utanılacak bir şeyse, ahlaksız bir sistemde skandaldan bahsetmek abesle iştigaldir.  

Burada demokrasi ile kapitalizm arasındaki ontolojik ilişkinin niteliğini kavramak gerekir. Kendini yeniden üretmesi ve yoluna devam etmesi için bu ikisi birbirini besler. Sermaye varlığını, kutuplaştırıcı yapısıyla demokratik siyasete borçludur fakat seçim denenle bu gerçek gizlenir, umutlar diri tutulur, diktatörlük öcüsüyle korkular beslenir.  

H: Teknolojiye dayanması. İlerleme ve kalkınma felsefesine göre daha çok kâr etmek, daha ucuza, daha çok üretmekten ve daha kârlı satmaktan geçer. Her üretim aşaması teknolojik yeniliği, teknolojik yenilik daha çok tahribatı dolayısıyla müthiş bir israfı ve yok ediciliği doğurur.

Bilim denen şey burada devreye girer; bilimsel teknoloji artık yeni bir dine döner. Bu sebeple teknolojiye yapılan her eleştiri iflah olmaz gericilik ve sapkınlık olarak dışlanır.

Teknoloji, insanlığın tanrısı makamına yükseldikten sonra ileri teknolojiye (high tech) sahip olmak ve onu kullanmak, her ülke için yegane amaca dönüştü. Söylemdeki formül şöyle kuruldu; yaratıcı ve eleştirel akla sahip olma, bilimsel araştırma, ar-ge çalışmaları ve inavasyon (tekniğin kullanımı). Bundan vaat edilense; ekonomik olarak büyüme ve kalkınma, yatırım ve istihdam, savunma olarak güçlenme, toplumsal refah, özgürlük ve mutluluk.

Teknolojiye sahip olmakla ona yüklenen kutsallığın karşılıklı ilişkisi de önem arz eder.  Onu bilim buluyor, sanayi uyguluyor, nihayet insanı teslim alıyor. Sosyal sorunların, herkesin ortak kullanım hakkı olan kaynakların üreterek ve tüketerek yok edilmesi, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, çevrenin zehirlenmesi, iklim krizi gibi hayati meselelerin sebebinin bu tanrının marifeti olduğu ustaca gizlenir.

Teknolojinin açlık sorununu çözmek, hastalıkları iyileştirmek, iyi beslenmek, herkese yeterli kazanç sağlamak, sağlıklı ve kaliteli yaşam sunmak gibi hiç bir derdi olmadı. Söyleme aldanmazsak onun  sadece kullandığını, yok ederek attığını fark edebiliriz.

Teknoloji masum değildir. Kimin elinde olduğunun da bir önemi yoktur. Onun yegane amacı kapitalistin kârını artırmak olduğu için kirli ve kanlıdır. Kimyasal, biyolojik, nükleer silah üreterek toplu katliamlara sebep olan; bitkilerin GDO’su, insan ve hayvanların DNA’sıyla oynayarak her şeye kast eden odur. Toprağı kirleten teknoloji her şeyi kirletmiştir.

I: Rekabetçi olması. Sistemde acımasız, ölümüne bir rekabet vardır. Bu, kaplanın sırtına binmek gibidir, o sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. O durduğunda yem olmuşsunuzdur.

Yahut bisiklete binmek gibidir; pedalı çevirdiğiniz sürece yol alırsınız, durduğunuzda düşersiniz. Rakiplerinizden geri kalmamak için hep hızlanmak zorundasınız. Teknolojide sürekli aşama kaydederek, onu tescilleyerek, ürünü yenileyerek, daha ucuza mal edip daha çok satarak pazar payınızı korumak veya artırmak mecburiyeti altındasınızdır. Yorulup pedalı çeviremez yahut hızdan düşerseniz, yarıştan diskalifiye olursunuz.    

İ: İnsanı kendine yabancılaştırması. Sistem bir hız fetişizmidir. Hızlı hareket eder. Tempo hızlandıkça insan, insanlıktan çıkar. Zaten belirli bir eşikten sonra insani vasıflar yok olup gitmiştir.  Artık onun tek arzusu kalmıştır; sahip olma. Daha çoğuna ve daha büyüğüne.  

Sistemin kendi şartları vardır, kişiye göre değişmez. Senaryo hep aynıdır; aktörler değişse de senaryo değişmez. Herkesi kötüleştiren, hırsız ve ahlaksız yapan bu şartlardır. Sistemi değiştirmedikçe kötülükler engellenemez, kötüleri cezalandırmaksa hiç bir işe yaramaz.

Etik ve ahlak kabaca, toplumların ortaklaşa kabul edip uyacakları zorunlu veya gönüllü sınırlar demektir. Bu kültürel vasatta insan, iradi olarak kendini sınırlar; yapabilecekken yapmayarak sakınır. O sebeple uyulması gereken değerler, kurallar, ölçüler vardır; bunlar nirengi noktalarıdır.

Oysa bu sistem, önce bu nirengi noktalarını yok eder sonra, değerleri çürütür. Kapitalizm içinde bunlar yok olup gider. Çünkü sadece zenginliğin yüceltildiği, onunda marifet sayıldığı şartlarda hırsızlık, soygun ve talan itibar bulur.

Bal tutan parmağını yalar, çalıyor ama çalışıyor, yiyor ama işte yapıyor, benim memurum işini bilir.. gibi doğal olmayan kabuller, anormali doğallaştırmaktır. Buysa insani olanı, ahlaki ve vicdani olanı değiştirip insanı kendine yabancılaştıran şartları kanıksamaktır. Başka türlüsü olmaz dedirtmektir.

Einstein şöyle diyordu: “Herhangi bir sorunu, onu yaratan düşünce tarzına dayanarak çözemezsiniz.” Liberal kapitalist kültürde, onun sosyo politik sistemi içindeyken, onun ürettiği sorunları, mevcut gerçeklikten hareketle çözemezsiniz. Çözümün, düşünüş biçimini değiştirmekte olduğu görülmez, kötülüğün, şartların ve sistemin sonucu olduğu anlaşılmazsa, esas sorunun sistemin kendisinin olduğu da anlaşılmaz; onu yok ederek iyiliğe geçileceği de idrak edilemez.

J: İnsanı tüketici yapması. Tüketim iki gruptur: İlki; insani olan, doğal olan, doğal olarak ihtiyaç karşılayan tüketim; yeme içme, giyinme, barınma ve üremedir. İkincisi; farklı kılan, insanı diğerlerinden ayıran, üstün gösteren, gösteriş maksadıyla yapılan tüketimdir.

Kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sınırsız diyen liberal kapitalist iktisat, sözde doğal ihtiyaçlar karşılanamaz demek istiyor. Kaynakları tekeline alanlar diğerleri kendilerine rakip olarak çıksın istemiyor, kaynaklara erişimi engelliyor. İhtiyaçların karşılanamaz olduğunu düşündürttüğü için de tüketim, masum olmaktan çıkıyor, başka bir anlam kazanıyor. Sonrası, sosyal ilişkileri kendine göre belirlemek.  

Bu kültür doğal olanı, verili olanı, herkese fazlasıyla yeter olanı yok ediyor, imkanlarını yok ettiği insanı kendine yetmez yapıyor, arz ve talep noktasında kendine mahkum ediyor. Hayatı değiştiriyor, yapay ilişkiler dayatıyor; maddi olana bağımlı kılıyor, farklılığı pekiştiriyor, sınıf aidiyeti yaratıyor.

İnsana, tükettikçe biricik olma hazzı ve iktidarı tattırıyor, daha çok tüketim yapanı bireyselleştiriyor, kendine ve topluma yabancılaştırıyor. Dolayısıyla yurttaş, toplumdaş, dindaş yerine bağımlı tüketici yaratıyor.  Felsefi, siyasi, etik, moral değerlerden koparak yabancılaşan, insanı insan yapan hasletlerden uzaklaşan müşteri peydahlıyor.

İnsanlar, tarihi, kültürel, sosyal dokularıyla insanı insan yapan mekanlar olmaktan çıkartılan modern kentlere yığıldı. Zaman ve mekan yeniden örgütlendi. Kentler, apartmanlarla doldurulan beton yığınları, meydanlar, plastik, demir ve otomobil çöplükleri yapıldı.

Modern çağda insan iki yere gitmeye programlandı; işyeri ve AVM. Alışveriş, sadece alış veriş olmaktan çıkmıştır; insan insan ilişkisi ve sosyal temas yok edilmiş, yerine AVM’lerle insan eşya ilişkisi getirilmiş, sosyal münasebetlerse metalaştırılmıştır.

Modern insanın zamanı yoktur, işinin ve ihtiyaçlarının tutsağıdır. Kurulu makine gibidir, acelesi vardır. İnsanlarla işi kalmamıştır. Artık neyin yararlı neyin zararlı olduğunu düşünemez.

K: Reklamcılığı. Kapitalist üretim ve tüketim tarzının kendi yolunda yürümesi için her seviyede üretilen ürünün yok edilmesi gereklidir. Çarkların dönmesi, fabrikaların çalışması için bu şart. Mamullerin son kullanım süreleri, moda, daha önce üretilenlerin piyasadan çekilmesi ve savaşlar, yok etmek için icat edilmiş tekniklerdir; bunlar daha üretim planlanırken programlanmıştır.  

Satın alınan şeyin sürekli yenilenmesi, yenileme hızının hep artması gerekir. Alınan şeyler normal kullanım ömrünü doldurmadan eskimeli ve çöpe atılmalıdır. Çöp dağlarının birikmesi ve geri dönüşüm için dahi çözüm üretilmiştir. Sistem, aşırı üretim ve tüketim endeksli olduğu için akıl almaz bir israf ve yok etme kültürüdür de. Bu sistem başka türlü işlemez.

Daha yenisini ve daha fazlasını satmanın yolu, üretim aşamasında tasarlanmış programlı eskime yöntemiyle sağlandığı için bu durumu daha çok gıda, içecek, kozmetik, ilaçlar, kimyasallar, silahlar gibi maddelerin paketlerinde yazan son kullanım tarihlerinde görebiliriz.

Tüm bunların olması için reklam denenin devreye girmesi gerekir. Reklamlar sanıldığı gibi masum değildir. Sistemin kirli bir parçasıdır.

Reklamcının işi iyi bir tüketici yaratmaktır. O, insanın özünü aşındırır, yapısını bozar, değerlerini alt üst eder. Onun işi, insanda bir yok etme/tüketme arzusu uyandırmak, eksiklik duygusu yaratıp aşağılık kompleksine sokmaktır. Bu duyguya kapıldığınızda geri dönüşünüz kalmaz; daha yenisine, daha iyisine, daha güzel olanına ikna olur, eksikliğinizi ancak satın alarak, tüketerek, müşterileşerek giderirsiniz. Bunun becerilmesi reklamcıların işidir.

Reklamcı, önce bir sorun yaratır, sonra çözümünü gösterir. Misal olsun diyedir; sanki ressam elinden çıkma, dikkat çekici güzellikte kadın ve erkek modeller tanıtılır. Fizik olarak, tarz ve görüntü olarak herkesin onlara benzemesi gerekecektir. İzleyenler, gözleyenler, kamusal alanda görselliğe kapılanlar, modellerden daha güzel olsalar dahi, çirkin oldukları hissine kapılır, spor ve güzellik salonlarına, kozmetik sanayine, modacılara, estetikçilere, yaşam koçlarına, psikologlara müşteri olur. Başka bir misalde ilkin abur cubur yemeye teşvik eder, obez yapar, sonra zayıflama uzmanına ve ilaç sanayiine yollar.. İyi müşteriler sıraya girmişlerdir.  

Elbette reklamcı, üretilen her şeyi hemen ve daha ucuza sahiplenmeye odaklatır. Bu sayede her evde, kısa sürede çöpe atılması icap eden bir kaç TV, bilgisayar, laptop, cep telefonu, şarj cihazı, otomobil, kredi kartı; onlarca takım elbise, gömlek, ayakkabı vardır. Çöpe atma refleksi sizin kontrolünüzden çıktığı için yenisini almamak ayıp kaçar; vaktiniz dışarda geçtiği için kınanırsınız.

Reklamcının, daha çok üretmeye, daha çok satmaya, daha çok kâr ettirmeye yönelik sistemdeki rolü, kullandığı tekniklerle de alakalıdır; onlardan biri de modadır, moda yaratmaktır. Moda, daha kullanılabilir oldukları halde eskitmiş olduklarını çöpe attırır, yeni olanı eve aldırır, üzerinize yakıştırır, elinize verdirir, altınıza çektirir. Böylece sosyal statünüzü belirletir.

Moda, doğduğu anda ölen bir sanattır. Devam etmesin diye üretilir, hemen demode edilir. Ardından diğer moda hemen yok olmak üzere devreye girer.

Reklamcı için son sözü, Latin bir yazara bırakmalı. Zenci bir adamı ailesi barda piyano çalıp kazanıyor sanırmış. Batıda, bar/saloon’larda piyano çalıp müzik yapanlar aynı zamanda pezevenklikte yaparlarmış. Diyor ki, ‘anneme reklamcı olduğumu söylemeyin, o benim barda piyano çaldığımı sanıyor.’ Reklamcılığın ne menem bir iş olduğu daha çarpıcı anlatılamazdı doğrusu.

L: Sosyal sorumluluk almaz. Sermaye, bu acımasız piyasada yalnızca kendi kârından, daha fazla büyümekten başka hiç bir şey düşünemediği için hiç bir insani, ahlaki kaygı taşımaz. Emeği ve sağlığı sömürür, doğayı kirletir, suları zehirler, kaynakları tüketir, sakat ve yaşlıları kendi haline terk eder.

 M: Gelir dağılımını bozması, yoksulluk ve sefalet üretmesi. Sistemin merkez çevre kutuplaştırması, merkezin hükmeden diğer tarafın hükmedilen çevreyi temsil etmesini sağlar. Bu sayede merkezden çevreye doğru talimatlar, çevreden merkeze doğru itaat ve transferler söz konusu olur. Bu ilişki biçimi doğal olarak gelir adaletini bozar, yoksulluk ve sefalet üretir.

Hem küresel hem yerel ölçekte dünyanın her yanında ortaya çıkan merkez çevre gerçekliği, nüfusun %1’i toplam servetin yarıdan fazlasına, %8’i toplam servetin %81’ine ‘el koyduğu’ gerçeğidir. Böylesi bir fark nasıl oluşur? Doğal mıdır, normal midir? İnsani midir, ahlaki midir? Kabul edilebilir midir?

Elbette değildir ama reel gerçeklik budur. Maddeci ve bilimsel hakikatin gerçekliğidir. Köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak gibi bir şeydir bu. Şu halde bunun bir sistem meselesi olduğunu bilmek icap eder. Ekonomide serbest pazar, siyasette demokrasi denen söylemle, reel gerçeklik arasındaki oluşan farklılık bu durum. Söylem; insanlara yöneticiyi göstermek, gerçek; yönetim sistemini gizlemektir. Söylem; çok kazanma şansı, imkanlar, özgürlüktür, gerçek; yüzde bir ve sekize hizmettir.  

N: Söylemle gerçeğin farklılaşması. Bu sistemde şeyler adıyla söylenmez. Gerçekler, söyleme giydirilerek, propaganda yoluyla tekrarlanarak ustaca gizlenir. İletişim araçlarının yaygınlaşması, görsel kültür ve kentin hegemonyası bu işte önemlidir.  

Dostoyevski, ‘tanrı yoksa her şey mübah’ demişti. Modern çağın kurulu sisteminde ve onun sosyal yaşam biçiminde nirengi noktaları kaybolan insanın neyin gerçek, neyin yalan olduğunu ayırt etmesi mümkün değildir. Dahası, propagandistleri ve rol modelleri yoluyla bu sistem gerçekleri gizleme noktasında mahirdir.

Türkiye’de  bir zamanlar çevre bakanlığı diye bir bakanlık yoktu, çevre tahribatı ortaya çıktığında kuruldu. Söylem; doğal çevreyi korumaktı, gerçek; tahribatı yasal hale getirmekti. Bakanlık kurulduktan sonra çevre sorunlarının daha da arttığını, doğa, kıyı şeritleri, ormanlık alanlar ve kentler gibi ortak yaşam alanlarının ve herkese ait olanların yağmalandığını gözlemek mümkündür. Bu işler tüm dünyada böyledir.. Yakında yolsuzlukla mücadele bakanlığı kurulursa şaşmamalı!

Yine hatırlanırsa yakınlarda ülkede ‘helal gıda’ diye bir furya başlatıldı. Söylem; insanlara temiz ve helal gıda sunmak, gerçek; din, inanç, iman sömürüsü yapmaktır. Bu olay kapitalist sistemin her şeye ve her yere nüfuz ettiğini gösterir.

Bir nesnenin isminin önüne helal sıfatı eklendiğinde ne oluyor? Düne kadar yiyip içtiğimiz gıdaların bir anda haram olduğu, şimdi alınacaklarınsa helal olduklarının söylenmesidir. Söz gelimi düne kadar tükettiğimiz et, su, süt, yoğurt, peynir, zeytin, helva, domates, biber, pasta, börek vs haramdı, şimdi onların helali üretildi! Oysa olan biten, dindar kapitalistin dini araçsallaştırması yahut dindar kapitalistin peydahlanmasıdır.

3: En Nihayet

İnsanlar ‘balık hafızalı’ demiş eskiler; balığın hafızası ne kadarsa! Balıklar, ‘ol mahiler ki deryada yaşarlar, deryayı bilmezler.’ Yaşadıkları sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın içinden düşünenler, bu durumda doğal sandıkları reel gerçekliğin hangi hakikatin gerçekliği olduğunu ayırt edemezler çünkü düşünüş biçimi değişmiştir.

Yaşadığı sosyal hayatın, siyasi iktisadi düzenin, toplumsal münasebetleri oluşturan kültürün hangi hakikatin gerçekliği olduğunu kavramayanların, yaşadığı hayattan hareketle düşündükleri için değerlerin çürütüldüğünün farkında olmaları beklenmemeli..

A: Geleneksel topluma ve siyasete has iktisadın yahut serbest ticaretin niteliklerine değinmeden olmazdı:

Klasik toplumlarda her şey yolundaydı denemez fakat nirengi noktaları vardı, insani ve ahlaki değerler söz konusuydu denir.. Üretim, pazar için değil ihtiyaç karşılamak için yapılırdı.. Üretilen mamul ve hizmetler bir ihtiyaca karşılıktı.. Üretim sürecinde kullanılan girdilerde tekelleşmeye izin verilmez, her aşamada oluşan özerk meslek kolları tekelleşmeyi önlerdi.. Üreticiler aynı zamanda satıcı olamazdı.. Üretici birliklerini oluşturan loncalar ve ahilik teşkilatları aynı zamanda ahlaki denetim ve mali destek örgütleriydi.. Üretici sektörleri meslekten yetişme çırak, kalfa ve ustalık aşamasından ve ahlaki olgunluktan geçer, teşkilatları onay verdikten sonra meslek erbabı olabilirlerdi.. Para her şey değildi, dayanışma esastı.. Makina, teknik o zamanda kullanılırdı ama telif hakkı olmadığı için her ülkede benzer üretim biçimleri taklit edilirdi..

Tüketim, israfa dayanmazdı, tutumluluk ve kanaat esastı.. Tüketim statü belirlemez, hemen herkes benzer nesneleri tüketirdi.. Üretimde kullanılan doğa, hammadde, araç gereç yok edilmez, çevre tahrip edilmez, madde ile kurulan ilişkiler insanları belirlemezdi.. Faizcilik kurumsal ve yasal değildi ama ayıplı bir iş olarak kan emici tefecilik yaşardı.. Para, kendisi değer olan metaller yahut belirli sınırlara kadar değerli addedilen takas ve tüketim malzemeleriydi.. Devletler kendi paralarını basar, itibar görenleri komşularıda da kullanırdı.. Altın, gümüş gibi paraların değer ve ayarlarında oynama olsa da, paranın kendisi bizatihi değer özelliğini koruduğu için sömürü aracı olamazdı..

Şehirler, sayısal olarak yaşanır mekanlardı, tarihi, kültürel ve sosyal dokularla özgün şehir insanını yetiştirirdi.. Özel mülkiyetin yokluğu bir sorundu fakat şehirlerde vakıflar bu işte çözüm araçlarıydı.. Banka sistemi olmadığı için para vakıfları olarak kurulanlar aynı zamanda esnaf ve tacire kâr ortaklığı yahut makul faizli borç veren müesseselerdi.. Ekonomi tarım ağırlıklı olduğundan köylü nüfus fazlaydı.. Eğitim bürokrasi ve saray erkanına mahsus olup yaygın değildi fakat köyünde doğup ölen nüfusun eğitime ihtiyacı kalmazdı.. Devlet her işte tekel olamadığı için siyaseten bir güçtü, buna karşılık toplumsal alanda özerk yapılanmalar vardı..

Yöneticilerin köylünün ürünlerinden haraç alması, angarya çalıştırması, tarlasında kiracı statüsüyle köylülük bir sorundu fakat köylünün sağlığı, geçimi, evliliği, barınmasından yöneticiler sorumluydular.. Devletlerin gelirleri daha çok fetihlere dayandığı, topluca imha edici silahlar kullanılmadığı, profesyonel askerlik yaygınlaşmadığı için sıklıkla yapılan savaşlarda asker millet anlayışı ve zayiatlar bir sorundu fakat ganimet taksiminden verilen paylar telafi ediciydi..

Geleneksel toplum, modern kültürün kendini kabul ettirebilmesi için ilkel addedilip haksızca değersizleştirildi fakat o tarz toplumsal yaşayış, kendisine has düşünüş biçimi ve kültürü içinde, kendi şartlarında kendisiyle mukayese edilir özgün ve huzurlu başka bir hayattı. Bu hayatın sorunu, doğuda sultanların, batıda aristokrat ve prenslerin iktidar kapışmasından kaynaklı siyasetin zulmüydü.

Ve elbet devletlü sınıfın bir şey üretmeden halkın sırtından beslenmesi gerek geleneksel gerekse modern iki toplumun da sorunu oldu..

B: Böyle kiliseye böyle papaz demişler; kurumsallaşan, görkemli mabetleri ve ruhbanlarıyla cemaatinin emeği ve enerjisinden beslenen asalaklar için papazın iyi yahut kötü olması bir şeyi değiştirmeyecek, düzen kendi şartlarıyla yaşamaya devam edecek.

Klasik ya da modern toplumsal siyasal yapılar ve onların kendilerine has kültürleri, mukayeseli üstünlük teorisine göre farklılıklar arz edebilir.  Bu fark birinin iyi diğerinin kötü olması manasına gelmez; bu türlüsü kendini ilerici diğerini gerici göstererek haklılık kazanmak isteyen modern safsatadan başka bir şey değildir. Esas olan vahiy kaynaklı ahlaki, adil ve insani bir düzense dikkatler papaza değil kiliseye çevrilmelidir.  

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir