28 Şubat Söylemi

28 Şubat Söylemi

“Biz istedik ki mustazaflara yeryüzünde iktidar verelim” buyuran Allah’ın bu sözü, müminler tarafından yanlış anlaşıldı. Tıpkı sözün geldiği zamanda ilk muhatap İsrailoğullarının da yanlış anladığı gibi. Bundan kolayına, maliyetsiz, hazırlıksız, donanımsız, mücadelesiz, mucizevi bir kurtuluş beklendi.
Hz. Musa, Yusuf(s) zamanında izzet bulmuş, iktidar olmuş, Mısır’da yöneticilik yapan Salihlerin nice sonra azgınlaşıp fesadı yaymaya başladıkları, kafirlerle dost olup zillete düştükleri ve dolayısıyla güçlerini yitirip dağınık halde Firavun ve hanedanının köleleri olarak yaşadıkları bir zaman diliminde geldi onlara. Allah, onların bu hallerinden kurtulup tekrar izzetlerine kavuşmalarını ve egemen güç olmalarını istiyordu. Bunun şartları vardı: “Dinde eksiltme yapmayacaklar, dini Allah’a has kılacaklar ve dinde ihtilafa düşmeyecekler” di. Yani sadece Allah’a itaat edecekler, ondan gelenleri doğrulayacaklar, toplumsal hayatlarını ve ilişkilerini buna uygun olarak düzelteceklerdi.
Musa(s)’nın onca uyarısına ve çabasına, kendilerinin ruhlar aleminde verdikleri sözlerine rağmen onlar, her işlerini Allah’a göre yapmadılar. Gevşek davrandılar. Dinde eksiltme yaptılar. Firavun’un zulmünden kurtulduktan hemen sonra “Buzağıya taptılar.” “İnek kesin emri” için olmadık mazeret ürettiler. Emeksiz ve çabasız beslenmelerine ve korunmalarına rağmen sınandıkları bir diğer işte “Ya Musa, sen ve rabbin gidip onlarla savaşın” dediler…
Türkiye’li dindarlar uzun bir vakittir kendilerini hep mağdur, gadre uğramış, dışlanmış halktan bir grup  olarak niteledi. Suçlu genelde devleti yönetenler ve iktidarın kendilerine yönelik politikaları oldu. Fakirliklerinin, zayıflıklarının, güçsüzlüklerinin, çapsızlıklarının mazereti bulunmuştu, düştükleri hallerine sebep diğerleriydi. Kuran’ın işaretiyle tanık olduk ki mustazaflığın çağdaş versiyonu buydu. Örgütsüz, dağınık, egemenlerine itaat eden, kafirleri dost edinmiş ama iman ettiğini de söyleyen bir topluluk örneği.
Bir kaç yüzyıl var ki İslam toplumu nedir ve nasıldır tanımadığı için olsa gerek bir İslam devletinin niteliği ve meşruiyetine dair de hafızalar zayıftı. Egemen kültüre uyarlanmış bir İslam anlayışı, her devlet biçimiyle uzlaşmayı, devlet otoritesi varsa var olacağını sanmayı benimsetmişti. Dolayısıyla uğruna mücadele edeceği, varlığını adayacağı bir iman küfür çatışmasının toplumsal alanı yok olmuş, kendi şartlarında, toplumsal biçiminde ve tarihsel döneminde iman tarafında olmak ne demektir, unutulmuştu.
Bu hal, tipik olarak Firavun’un Hz. Musa’ya ve hanedana dönüp “Mısır topraklarının ve Nil’in mülkü, onların ürünleri benim değil mi”, “Mısır halkı benim kullarım değil mi” dedikten sonra “En en yüce rabbiniz ben değil miyim” diye sormasını çağrıştırıyor. Bu analojide bu günle benzerlik gösteren şey Firavun ve hanedanının mülk ve yönetim anlayışı, Müslümanların da bunu kabul edişidir. Eksik olansa Hz. Musa’nın Firavun’a karşı söyledikleridir: “Hayır”,  “Senin övünerek başıma kakıp duruğun şey (iktidarın ve mülkün), halkıma yaptığın zulümden dolayıdır.” Yani devlete, iktidara karşı esastan takınılan tavırdır: “Sen kimsin?” Yani ilahlık ve rablik meselesidir. Hz. Musa’dan öğrendiğimiz iman mücadelesi, imani unsurların toplumsal, siyasal karşılığı buydu.
Söylenmeli ki zayıflık, güçsüzlük, dışlanmışlık kendini öyle hissetmekle, yeteneksiz, donanımsız olduğunu düşünüp bu hali bir kadermiş gibi sanmakla alakalıdır. Kafirin iradesine teslim olmakla bağlantılıdır. “Şayet inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz” buyuran Allah’ı yalanlayacak halimiz olmadığına göre. O halde iman temelli bir var oluştan, ona uygun bir dünya hayatı düzenlemekten kopuş, o amaç uğruna örgütlenme getirmeyecek, o amaç uğruna mücadeleden uzak tutacak demektir.  Mustazaflık statüsü bunun sonucudur.
Tarihsel çizgide genel geçer durum böyle olsa da bu halin bir de tersi var. Müminlerin siyasal egemenliği, izzeti ve gücü hakkedip ele geçirmelerinden sonra başa gelen imtihan biçimi. Bozulmanın tersinden işleyişi. O güç bir süre sonra insanı sarhoş ediyor, azgınlaştırıyor ve bozuyor. Yahut gücü ele geçirenler bunu diğerlerinin elinde bulunanları ele geçirmek için kullanıyor. Diğerlerine benziyor. Bu defa kibir ve zalimlik baş gösteriyor. Zillet yeniden kapıyı çalıyor…
Tarih, ibret almak isteyenler için Türkiye’de kısa bir dönemde, değişik iki millet üzerinden her iki halin yaşanmış örnekliğini sundu. Hatırlanırsa 28 Şubatın egemenleri, zamanın kendine has toplumsal sistemi ve iktidar yapısının 1000 yıl süreceğini söylemişti. Büyük laf etmişlerdi. Çok sürmedi bunu söyleyenlerin kendileri tarih oldular. Bu gün bu ülkede egemen sınıf olarak Kemalist millet yok artık. Allah, onların yerlerine başkalarını getirdi. Yani bir millet göçtü gitti bu dünyadan, yerlerine başka bir millet geldi iktidara. Şimdi onlar sınanıyorlar.
28 Şubata kadar var olduğu bilinen bir “İslamcı” dalga, toplumsal bir muhalefet üretmiş, devlete, yönetici kadrolara ve uygulanan temel politikalara karşı çıkmıştı. Niteliği test edilmese de kamuoyu böyle bildi. Devlet “irtica” adı altında bunlara “savaş” açmıştı. Ulusal güvenlik konseptindeki tehdit sıralamasında da ilk sıra irticaydı.
Bu tehdit algısına rağmen iktidar irticacıların lehine el değiştirdi. Bu değişiklik, bazılarına meşruiyet sağladı, rant kapısını araladı, sınıf atlattı, bazılarını da beyazlar arasına kattı. Aradan 15 yıl gibi bir zaman geçti ama korkulan olmadı. Onlar geriye dönüp şeriat getirmediler. Toplumsal hayatta sıra dışı köklü değişiklikler, siyasette dönüşümler de olmadı. Kemalistlerin sürdürdüğü fikirlerin hala iktidar olduğu gözlendi.
Bu günlerde takvim itibarıyla 28 Şubat mağduriyetinin yıldönümü “pazarlanıyor.” O gün ile bu günkü imkanlar kıyaslanarak iktidar sınıfına meşruiyet aracına dönüştürüldüğü de gözlendi. 28 Şubat geçeli epey oldu, 15 yıldır devleti ve toplumu “irticacılar” yönetiyor, “İslamcılar” ve ortalama ahali var gücüyle onlara destek oluyor. Dolayısıyla dünün mazlumları, dışlanmışları bu günün egemenleri, güçlüleri, muktedirleri oldular. Devlet imkanlarını kullanıyor, bürokrasiyi ve fonksiyonlarını çalıştırıyor.
Şu tespitleri bir yapalım önce: Bu gün görünen o ki bu süreçte devletin niteliğinde, meşruiyetinde bir değişme olmadı. Temel politikalarda ve kuruluş ilkelerinde yapısal bir dönüşüm de olmadı. O yönde bir irade beyanı da duyulmadı. Dünya sistemi ile önceden kurulmuş ittifaklar eskisi gibi sürdürülüyor.
Başka: Kalkınma ve refah adına şaha kaldırılan kapitalist sistem, tek sistem. Küresel finans akışı ve soygunu yeni ve sağlam kanallarla güçlendi. Laiklik baş tacı. Ulusal tekçilik ve kutsal devletçilik muhkemleşiyor. AB, Nato üyeliği sorunsuz destekleniyor. Bütün bunların olmazsa olmazı sayılan demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bileşenleriyle en yüce değer oldu… Tüm bunların toplu sonucu, ulusal çıkarları ve bekayı korumak adına BM ile birlikte hareket ederek, küresel barışı ve istikrarı korumak için “terörist” ilan edilen ülkeleri işgal etmeye, toplumları soymaya ve katliamlara hissedarlık ediliyor.
Çarpıcı olsun diyedir, Merve Kavakçı, 28 Şubat’da “yüce” meclise başörtülü girdiği zaman “devlet ve rejim düşmanı”, “hain” ilan edilerek yaka paça oradan kovulmuş, gecenin bir yarısı kendisi, okulda küçücük çocukları taciz edilmişti. Bu gün Leyla Zana, anayasaya uygun yemin etmedi diye aynı suçlamalarla linç girişimine muhatap oluyor, Kürt meselesinde barışı dillendiren samimiyeti herkesçe bilindiği halde cumhurbaşkanı kendisiyle görüşmüyor.
Dün, irtica damgası yiyip “devlet ve rejim düşmanları”, “din ve inanç unsurlarını istismar ederek halk içinde kin ve nefret duyguları yerleştiren”, “milleti biri birine düşman eden” suçlarıyla damgalananlar, bu gün benzer bir dil kullanarak başkalarını suçluyor: “Vatan haini”, “Bölücü”, “Düşman” “Casus”, “Birlik ve beraberliğimize kast edenler”…
Tarihin bu yakasında yaşayanlar olarak biz bu dile epeydir aşinayızdır. Son iki yüz yılımız kayıplar ve parçalanmalarla geçti. Bu süreçte iktidarda her kim varsa onların dili buydu. Sultanların, paşaların, ittihatçıların, Kemalistlerin, Cumhuriyetçilerin, ırkçıların, Muhafazakarların dili aynı oldu. O zamandan bu zamana değişen bir şey yok, “vatan korunacak”, “devlet kurtarılacak.” Kimden, “hainlerden”, “düşmanlardan.”
Kafamızı kaldırıp dünyaya şöyle bir baktığımızda görüyoruz ki bu dünyada sadece bizim imparatorluğumuz dağılmamış. Fakat başkaları bu kadar ayrımcı, dışlayıcı, suçlayıcı bir dil kullanmamış. Onlar arkasına değil de önüne baktığı için işlerini kendi aralarında çözmüşler de bu gün ileri çıkmış, dünyada söz sahibi ülkeler arasına karışmışlar. Bizdeyse hep tersi olmuş. Ne sebeptir bilinmez biz, “ne ayrılmayı ne de bir arada kalmayı” becerememişiz. Üç tarafımız denizle, dört tarafımız düşmanla çevrili anlatısı iktidarlara yaramış ama halka yaramamış.
O gün bu gündür bu memleketin toplumsal yapısının %65’i vatansever, dindar, devletçi ve sağcıdır. Düşmansa bellidir, ayrılıkçı, hain, bölücü, artık zaman ve şartlar kimi/kimleri işaret ediyorsa. O sebeple devlet söz konusu oldu mu akan sular durur burada. İyi hoş da, neden hala düşman paranoyası zihnimizi kilitliyor, önümüze bakamıyoruz? Neden meseleleri doğru dürüst konuşamıyor, tartışamıyor ve anlaşamıyoruz? Bizde işler böyle yürüyor diyelim ve devam edelim ama bilelim ki her kim, kimler şirket, grup veya parti, bu dili iyi kullanır, konjoktüre göre “düşman” tarafını da iyi tespit ederse, iktidardır, devlettir, mülk sahibidir.
Bu memlekette işler böyle yürüdü, böyle yürümeye de devam ediyor. Özetle, burada mücadele denen, dava denen şey, örgütlü toplumsal kesimler için devletten hisselerine düşen “hakkını” almak oluyor. Hazine arazileri, devlet hazinesi, kurumların ihale rantları el değiştirerek devran sürdürülüyor. Tevfik Fikret ta o zamanlar söylemişti:
….
“Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir 
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? 
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! 
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir… 
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! 
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say 
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray, 
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; 
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay… 
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! 
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını 
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini 
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. 
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini… 
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin”
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! 
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! 
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, 
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak… 
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”…
Başa dönersek söylemeli ki, fiziken var olan bir nesne, şartlar değişirse şekil değiştirir ama yok olmaz. Söz gelimi katı iken sıvı, sıvı iken katı olur ama havada kaybolmaz. 28 Şubat mağduriyetini efsaneleştirenlerin bizzat kendilerinin de itiraf ettikleri gibi, iktidara gelinmesine rağmen dün ile bu gün arasında pek bir değişiklik olmadı. Bahsi geçen “İslamcı” iktidar değişiminde fizik kanunu işlemedi. O halde yanlışlık nerede!
“İslamcılara” ne oldu? Nereye kayboldular? Atmosfere karışmış olamayacaklarına göre, hangi şekle girdiler? Yoksa o bir yanılsama mıydı? Yahut şöyle sormalı: Bunlar iktidarı ne için istemişlerdi, iktidar olunca ne yapacaklardı? Güç, niçin lazımdı, ne için kullanacaklardı? Ve en önemlisi devlet hangi niteliklere kavuşacaktı? Bunu sormak hakkımız olmalı değil mi?
İbn Haldun ne kadar doğru söylemiş, “Mağluplar galipleri taklit ederler” diye. İslamcılar ya da kendilerini öyle lanse edenler, çıktıkları ve gittikleri yerlere, ele geçirdikleri makamlara İslam kültürü götüremeyip laik kültürü, kapitalist ahlakı transfer ettiklerine göre, başa dönüp sormak lazım, “28 Şubat söylemi” size yetmeyecek, yeni şeyler eklemek lazım!
Can alıcı soruyu sonuna bıraktık: Bu memlekette devlet ve yönetim tecrübesi olan ittihatçılardan başka kimse yok mudur? O ideolojiden gayri başka ideolojisi olan da mı yoktur? Geçtik kurucu ilkeleri, kurucu iradeyi ve programı, fikren veya zihnen taşınan bir İslam inancı da yok mudur? Varsa nerede bunlar? Varsa neden sadece ittihatçılık ve onların ideolojisi var kalıyor? Hangi görüş veya toplumsal taraf iktidar olursa olsun hep “o” belirleyici, hep “o” kalıcı iktidar? Olup bitenlerden, gelinen yerden ve konuşulup durulanlardan sonra kimse kendini aldatmasın!  Başka bir inanç, ona uygun bir toplumsal yapı, bir siyasi düzen, bir iktisadi sistem talebi olanlar, kendilerini bi gözden geçirsinler! Neyin peşindeler, ne yapıyorlar ve meşruiyetlerini nereden alıyorlar? Ölmeden önce bunun cevabı verilse iyi olur! Yanlıştan ders almak bu değilse nedir?
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir