Kureyşli Olmak

Kureyşli Olmak

M.6. Yüzyıl Arabistan’ının Mekke şehrinde, kabileler topluluğu biçiminde yaşayan insanlara topluca “Kureyş” deniyordu. Kureyş, Esedoğulları, Haşimoğulları, Ümeyyeoğulları, Mahzumoğulları, Sehmoğulları gibi güçlü 13 Arap kabilesinin federasyon tarzı birleşmesinden oluşan bir “kavim” idi. Bu günkü deyimle “millet” ya da “ulus” tu. Onları ortaklaşa yaşadıkları beldede “birlik” kılan değer, “kan bağına dayalı” kabile değer sistemiydi. Toplumsal bazda yürüttükleri iktisadi, siyasi, hukuki, askeri işlerini, “ticari değerlere” göre düzenlemişlerdi.
Kâbe’nin şehirdeki varlığı sebebiyle sahip oldukları dini ayrıcalık, Kureyş’in inanç/ideolojik ihtiyaçlarını gideriyor, atalar yoluyla birlikte toplumsal yapıya tarihsel referans sağlıyordu. Yarımadada yaşayan hemen her kavme ait bir putun Kabe’de bulunması onların saygınlığını ve dini liderliğini pekiştiriyordu. Çoklu dine ve farklı inançların birlikte yaşamasına olan bağlılıkları buradan geliyordu. Allah’ın kendilerini din konusunda vazifelendirdiğine inanıyor, bunu da “Ahmesilik” vasfıyla diğerlerine onaylattırıyorlardı.
İçerisine şirk ve bidat unsurları karıştırılmış İbrahim’i dinin anlayış ve uygulamaları önemli dayanaklarıydı. İpek yolunun bir kolunun Mekke’den geçmesi, hac ziyaretleri nedeniyle oluşan hareketlilik şehre yüksek oranlı ticari bir merkez olma özelliği katıyordu. Bu sebeple panayırların bazıları bu çevrede kurulurdu. Mekke, bu özellikleriyle bu gün dahil tarihin her döneminde ve değişen şartlarında yeryüzünde canlılığını ve cazibesini yitirmeyen tek şehirdir.
Onların Allah tasavvuru, peygamberlik ve ahiret anlayışı sahih değildi. İnançlarında şirk unsurları vardı. Bu haliyle de olsa Kureyş’in adamları “dindar” insanlardı. Hac ederler, kurban keserler, adak adarlar, zekat ve sadaka verirler, namaz kılarlar, köle azad ederler, misafire ikram ederler, sözünde dururlar, eman verirler, zayıfı korurlar, bedevilerde öldürülecek küçük kızı satın alıp büyütürler, itikafa girerler, Haremin dokunulmazlığına dikkat ederler, oraya giren suçlulara dokunmazlar, haram aylarda savaş yapmazlardı.
Cesur ve savaşçı adamlardı. Sakin karaktere ve ticari yeteneklere de sahip oldukları için bir meselede enine boyuna düşünüp yararlı olana karar vermeye alışıktılar. Yönetici statüsünde olanlar sorun çözüp karar alırken dayatma usulüne gitmez, hem kendi aralarında hem de kabileleriyle istişare ve ikna sürecini işletirlerdi. Kendi içlerinde kurdukları ittifak kültürü ve geleneği onları aynı şekilde dışta da güçlü müttefiklere sahip kılmıştı. Bu özellikleriyle onlar çevrede sözü geçerli lider bir kavimdi.
Siyer kitaplarımızın o dönemi ve toplumsal yapıyı özetlerken “kabile-kılıç-ganimet-kan davası” çerçevesinde yaşanan bir sosyal hayat anlatısı, okuma yazma bilmez cahiller topluluğu şeklinde biçimlendirmesi ve alabildiğine ilkel şartlarda süren bir yaşam tarzı biçimine indirgemesi, gerçek değildir. Gavur aklının uydurduğu ve tasniflediği tarihi evreleri ve onlardan yapılan nakilleri bir kenara bırakırsak, Kuran’dan esinlenen Müslümanca bir tarih anlayışın göre insanlık tarihinde böylesine “barbar” ve “ilkel”, böylesine “üretimden”, “iletişimden”, “yerleşimden” ve “insani ilişkilerden” kopuk bir tarih ve toplum yoktur.
Batılılar gibi düşünseydik İbrahim’e kadar gelen peygamberlerin hiç bir şey bilmemesi, geldikleri insanlar dahil hepsi mağaralarda yaşayan, konuşamayan “vahşi” ve “ilkel” insanlar olması gerekirdi. Kendilerinin ve kavimlerinin evrime girerek önceleri fare, sonraları maymun, sonraları iletişim kurabilen, ekip dikebilen, ürünleri depolayan ve takas yapan insancıklara evrilmesi gerekirdi. Daha sonraları örgütlenmeyi ve devlet kurmayı öğrenerek toplumsallaşması, hukuku geliştirmesi, en nihayet aydınlanarak modernleşip insan hak ve özgürlüklerini keşfetmesi ve uygar varlıklara dönüşmeleri gerekirdi.
Bahsedilenler, son zamanlarda ülkemizde yaratılış ve Adem’le ilgili yapılan tartışmaların bağlamı ve nedenleri hakkında bir şey hatırlattı mı size de? Modern aklın her şeyi nesnelleştirerek bilmeye, her tanımı soyutlayarak yapmaya muktedir olduğunu unutmayalım!
Siyercilerimizin Arapları ve Kureyş’i neden öyle değerlendirdiklerini anlamaya çalışırsak İslam’ı ve peygamberi yüceltmeyi düşündüklerini söyleyebiliriz. Fakat bunun yanlış sonuçlara yol açtığını da söylemeliyiz. Çünkü İslam’ın ve Peygamberin yüceliği, diğerlerinin “aşağılanmasına” bağlı veya ilgili değildir. Nitekim İslam’ın hükümran olmadığı şehirlerin ve toplumların en temelde “cahiliye” olarak nitelenmesi, şehirlerin ve toplumların sosyal, iktisadi, siyasi, kültürel şartlarının daha “gelişmiş” aşamada olmasına bağlı olmadığı gibi, teknolojik üstünlüğe dayalı çağdaş yaşam biçimlerinin “medeni-uygar” olarak nitelenmelerine de bağlı değildir. Dolayısıyla “medeni” olarak nitelense dahi çağdaş toplumlar da İslami açıdan “cahil” toplumlardır.
Şu halde cahiliye, esas itibarıyla İslam inancıyla, vahyi bilgiyi hakikat olarak kabul etmekle, bu  bilgiye bağlı ümmet toplumu olmakla, bunların toplumsal işlerini bu değerlere dayalı olarak yapıp yapmamakla ilgilidir. Anlaşılması için söylenmeli ki günümüzüm Amerika’sı da, Almanya’sı da, Türkiye’si de, Suudi Arabistan’ı da, Mozambik’i de, hem toplumsal yapıları ve hem de idari biçimleriyle cahiliyedir. Uzun süreli uzmanlık eğitimi alsa da insanı cahildir.
Yazıya girişte bahsedilen Kureyş cahiliye toplumu ve insanına dair söylenen “yüksek” özellikli karakteristik nitelemeler, genel geçer görüntüyü ve ortalamayı vermektedir. Hemen her toplumda olabileceği gibi onların da içlerinde “alçak” özellikli adamlar elbette vardır. Kaldı ki insan denen varlık matematiksel kesinlikte davranış özellikleri göstermez…
Müslümanların tarihinde Kureyş’in, Kureyş içinde bazı kabilelerin, kabileler içinde de bazı adamların “anılmaya” değer özellikleri vardır. Belirtilmeli ki bu özellik ister hayra kullanılsın ister şerre, adamların taşıdıkları donanımla, sahip oldukları kapasiteyle, tipik vasıfları, becerileri,  yetişme tarzı ve içinde yaşadıkları çevre şartlarının tesirleriyle alakalıdır.
Allah-ü Alem İslam’ın ikmal edilmiş haliyle Kureyş’de nazil olmaya başlamasının hikmetleri olmalıdır. Yanı başında kurumsallaşmış yapısı, siyasi, hukuki, iktisadi ve askeri örgütlenmesi ve görkemli haliyle iki imparatorluk dururken son peygamberin Kureyş’den çıkması da öyledir.
Buradan İslam’ın kavmiyetçi ve bazı vasıfları üzerinde taşıyanlara has bir din olmak gibi bir niteliğe sahip olduğu zannıyla batıl bir çıkarıma gitmeden söylenmeli ki vahiy, tüm insanlığa inmiştir. İnsanlar arasından isteyenleri yücelten, en güzel ahlaka sahip kılan bir dindir. Burada yücelmeyi isteyecek bir irade sahibi olmak kadar vahyi misyonu taşıyacak kapasiteye sahip olmak, eksiklik varsa eksikliği tamamlamak da birlikte düşünülmelidir.
Anlatmaya çalıştığımız şey bizlerin dikkatlerden “kaçırdığını” sandığımız bazı hususları hatırlatmaya dönüktür. Söz gelimi Kureyş’den Müslüman olanların, taşıdıkları o vasıfları sebebiyle, bizzat tercih ettikleri ve gereğini yaptıkları için İslam’ı yüceltmelerinde, Müslümanlığı izzetli kılmalarında, kısa bir sürede bütün ırklara, beldelere ve devletlere hükmetmelerinde, bütün dinlere ve ideolojilere galip getirmelerinde bir hikmet yok mudur? Şu halimizle bizde pek olmayan özellikler deseydik canımızı acıtır mıydı!
Hz. Muhammed dahil dört halifenin Kureyş’den olması, bu devrede toplumu yöneten, çekip çeviren kadronun %80’inin Kureyş’li olması, Emevi, Abbasi ve Endülüs devletlerini Kureyş’lilerin kurması ve yönetmesi, rastgele olamaz, bir defalık olup biten bir şeymiş gibi de açıklanamaz. Mesele Kuran idiyse tamamlanmış haliyle elimizdedir. Peygamber idiyse, sünneti gizlenmiş değildir. Eksik olan ne, onlarda olup da bizlerde olmayanlar ne o zaman?
Söylenmeli ki son yıllarda gelişen ve farklı bir sonuç üretmeye doğru giden yeni moda siyer okumaları, peygamberin vefatı, sonrasında yaşananlar, halifelik, seçim, ihtilaflar gibi konular modern zeminde yeniden değerlendiriliyor. Referans çerçevemiz tartışmaya açılırken modern toplumsallığa dair yeni bir meşruiyet aramasına dönüşüyor. Kureyş, halifenin Kureyş’lliği bu okuma biçiminin çarpıcı başlıklarındandır. Biz bunun yanlış olduğunu düşünüyoruz.
Bunu daha iyi anlamak için şöyle düşünelim: Biz buraya neden ve nasıl geldik? Her toplumsal biçimde yaşamak veya uzlaşmak gibi bir inancımız var da buraya o sebeple, reform ihtiyacı hasıl olduğu için mi geldik? İktidar ve itaat ilişkileri, siyasetle kurulan çeşitli bağlar bu konuda ne kadar belirleyicidir? Tamamlayıcı unsur olarak ahalinin din kültürüyle karşı karıya gelmeme sebebi de etkin midir?
Tartışmak istediğimiz, meselenin de ortaya konmasına yardımcı olacağını düşündüğümüz  belirleyicileri şöyle sıralayabilir miyiz? Uzun zamandır etkisi altında kaldığımız modern düşünüş biçiminin ürettiği “eşitlikçi” bir zihniyete mi sahip olduk? Değerleri ve ölçüleri “sivil”, “ulus” ve “birey” kimliğine göre kültürlenmiş insan tiplerine mi döndük? “Demokratik” devlet biçiminde seçme seçilme “hakkına” sahip, anayasal koruma alanları olan, yönetimde pay sahibi “yurttaşlık” statüsü, Mü’min olmanın yerine mi geçti? Kapitalist dünya sisteminin bir parçası olarak “ulus toplumun” üyesi ve “serbest pazarın” tüketicisi olmak, ilişkileri buna göre kurmak tevhid’den mi sayıldı? Refah ve haz toplumu peşinde koşarak cenneti bu dünyada mı kuracağız? Tarihimize ait önemli kesitleri bu bağlamda, buradan hareketle mi yeniden okumaya başladık?
Bizim Kureyş’e dair söylediklerimize pek alışık olmayanlarımızın peşin peşin itirazını duymak doğaldır. Alışık olunmayan bu tür okuma biçiminin temeli, Müslümanların kendi tarihini doğru değerlendirerek veri almaya, oradan hareketle mevcudu ve çağımızı değerlendirmeye dayalı olmasıdır. Eleştirdiğimiz okuma biçimiyse, mevcudu veri kabul ederek İslam’ı anlamaya ve tarihimizi yorumlarken Batılı öğretiye güvenilmesidir.
Kureyş’li olmayı, onların taşıdıkları vasıflar sebebiyle önemsediğimiz için anlamaya çalışmak bize fazlasıyla yarar sağlayacaktır. En azından kendi zamanlarında ve şartlarında, ellerindeki imkanlar, araç ve gereçler alabildiğine kısıtlı iken, dahası büyüme ve yayılma hinterlandı kurumlaşmış ve gücünü ispat etmiş iki büyük imparatorluk ve onlara bağlı devletlerle kuşatılmış halde iken, Kureyş’in gösterdiği başarıyı küçümsemek kendimize yapılacak bir kötülük olurdu.
Onların becerdiği büyük işlerin nedenlerini ve sonuçlarını konuşamamak aynı başarının bir daha tekrarlanmasının imkansızlığını beraberinde getiriyor. O insanların “özel”, dinin de onlara “has” olduklarını düşünmek veya her şeyi onlar bozdu demek gibi bir kolaycılığa kapı açıyor. Hatalar öne çıkartıldığı ve hatalardan hareket edildiği için görülmesi gerekenler özellikle gölgede kalıyor. Ve tabii ki bu günkü acziyetin sebebi olarak suçları birilerine fatura etmenin rahatlığı sağlanıyor.
Müslüman ordularının fethettikleri imparatorlukların ve devletlerin yenilgiyi hazmedemeyen elitlerinin, eski statüsünü kaybeden sosyo siyasi, iktisadi, askeri ve ruhban takımının kaybettikleri imtiyazlarından kolayına vazgeçtiklerini, kaderlerine razı olduklarını ve İslam idaresi altında rahat durduklarını düşünmek çok safça olurdu. Onarın yeni girdikleri İslam toplumunda kadim kültürlerini ve inançlarını harekete geçirerek ustaca müdahaleler yaptıklarını, bunun için her yolu denediklerini, Müslümanlar arasında var olan küçük ihtilafları büyüterek ve zayıfları işbirlikçi yaparak kullandıklarını görmemek de safça olurdu.
Nitekim gerek fikri gerek siyasi kutuplaşmalar ve parçalanmaların, gerekse sosyo ekonomik krizlerin başlangıç zamanları, bu zamanlardır. Merkezi idarenin zaaflarını, hatalarını meşrulaştırmak gibi bir kaygı gütmeden denebilir ki o tür krizler, günümüze kadar kurumlaşarak gelen “fırkacılık” illetini bize miras bırakmıştır.
Bu tür fitneciliğin ve fırkacılığın ilk elde siyasi yönetim üzerine yoğunlaşması, hilafet kavramını, yönetim ve tabiyeti arasındaki ilişkileri gündemleştirmesi doğaldı. Onlar için bu gerekliydi. En güzel muhalefet alanı da burasıydı. Doğal olmayan, aynı yere yoğunlaşarak İslam siyasetini ve yönetim tarzını yok saymaya kadar götüren bu günkülerin yapmaya çalıştıklarıdır.
Allah, “Dinde ihtilaf etmeyiniz” buyuruyor. Gücümüzün korunması, izzet hali, birliğin ve dirliğin sağlanması dindeki ihtilafların halline bağlıdır. Dindeki ihtilaf içtihadi alana, örfi farklılığa, coğrafi faktörlere ait değildir, esasa dairdir. Aksi hal “fırkacılıktır” ki parçalanma, mezhepçilik, ırkçılık, zayıflık, korku, zillete düşme ve kafirlere benzeme işte bu fırkacılığın sonuçlardır. Uzatmaya gerek yok mevcut hal bu haldir. Bu hal, yönetim-itaat ilişkisi ile iman etme ilişkisinin bağını kopartıyor.
“Güç” ne demektir? İnsana da, topluma da, devletlere de boyun eğdiren, itaat ettiren, teslim alan şeydir. Bozan ve yeniden dizen, buna muktedir olandır. Özü itibarıyla mukayeseli “üstünlük” demektir. Bu güç denen kategori, çağdaş kabullere göre bilimsel bilgi birikimi, yüksek eğitim seviyesi, teknik ilerleme, ekonomik kalkınma, refah toplumu olma, modern teçhizatıyla donanımlı askeri güce sahip olma mıdır? Bunların sonucu veya nedeni olarak densin demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine sahip olmak, hukuki planda bireylerin eşit olması, ekonomik olarak gelir adaleti sağlamak mıdır? Çağdaş insanların ortaklaşa kabulüne göre evet. O halde güç olmanın gerekleri, üstün olmanın unsurları “haksızlık” temelleri üzerine yükselmiş büyük soygunlar ve talanlardır. Ölçü buysa, ayar buysa, amaç ve hedef de bunlar olmalıdır!
Kendimize dine-asla dair şu soruları soralım: Allah “inanıyorsanız üstünsünüz”, “benden daha kudretli hiç bir güç yoktur”, “her istediğimi yaparım, buna da hiç bir şey engel olamaz”, “benim desteğim beni veli edinenleredir”, “yeter ki siz dinde eksiltme yapmayınız” buyuruyorken bizi aldatıyor mu haşa? “Güvenliğinizi ben sağlıyor, dengeyi ben kuruyor, rızkınızı ben veriyorum” buyuran Allah, “ben dilemedikçe hiç biriniz ölmezsiniz” demiyor mu? Şu halde güç ve üstünlük meselesini bir daha gözden geçirmeli. Ölçüye ve tartıya bir daha bakmalı. Bunu “Ey Musa, sen ve rabbin gidip onlarla savaşın” manasına “yan gelip yatmak” olarak değil Allah’dan gelenlerin bütününü doğrulamak olarak anlamalı.
Kureyş bu sebeple önemli. Onlar gibi olanlar da elbette. Onlar dini hayal olmaktan çıkartıp gerçek yapan adamlardılar. Ayetleri yeryüzünde hükümran kılan, canlı insana dönüştüren adamlardılar. Onları doğru anlamak bu sebeplerle önemli, Müslüman aklıyla tarih yorumu yapmak bu sebeplerle gerekli. Yanlışıyla doğrusuyla o tarih bizim tarihimizdir, birikimimizdir, hafızamızdır. Yanlışı ayıklamak, doğruyu sürdürmek ve üzerine eklemek bizim işimizdir.
Hz. Adem’den beri süregelen tarihi çizgide izzet bulan ya da zillete düşen insanlık hali, bilirsek tecrübemizdir. Tarihe ve neslimize şahitlikte kazancımızdır. Yol haritasıdır. Bu bakış açısından ve hafızadan yoksun kalırsak “gavurun” söylediklerini veri kabul eder, gavurun açıklama biçimini doğru sanır, kendimizi de onlara göre tanırız. Bizi aldatırlar. Yönetirler. Günümüzü ve geleceğimizi çalarlar. Türedilik baş gösterir. Fırkacılığı üretmeye ve yaşatmaya devam ederiz.
Bunların topluca adı dinde ihtilaf etmektir. Çıkar yol o ki diğerlerinin tarihini kendi tarihimiz bellememek, mevcudu hakikat sanıp her şeye buradan bakmamaktır. Bunun yerine önce hakikati kavrayıp sonra da bu günü değerlendirmektir.
Yanılmıyorsak bizim tarihte “eşitlik” ve “seçim” fikrini ilk savunanlar Haricilerdi. İslam’da eşitlik değil adalet anlayışının, seçim değil ehliyet ve liyakat anlayışının, çoğunluk değil icma anlayışının toplumsal temel olduğunu anlamamışlardı. Bu sebeple “zahirde” Kureyş’in yöneticiliğine, Medine ahalisinin icmasına ve Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkmışlardı. Oysa onlar Hz. Ali’nin de dediği gibi “hak” olan sözü anlamamışlar, “haksızlık” etmişlerdi. Kendi yanlarına gitmeyenleri harbi ilan edip insanların malına, canına, namusuna ve çocuklarına kast etmenin neresi haktı?… Onlardan 14 asır sonra ulus toplum, kapitalist dünya sistemi ve demokratik devlet zemininden bakarak Kureyş üzerinden benzer eleştiriler getirmek, hakikatle ne kadar uyuşuyor dersiniz?
“Adalet”, “ehliyet”, “icma” gibi İslam’i siyasi yönetimin üç temel unsurunu göz ardı edenlerin itiraz mahiyetinde öne sürdükleri “seçim” de, “eşitlik” de, “seçilenler” de “haktan” bir şey ifade etmiyor. Etmiyor çünkü “neyle hükmedileceği” ve Müslümanların “kime itaat edeceği” gibi iki temel kaide yok sayılıyor.
İslam’ın siyasal yönetime dair en temel unsurları yok sayılarak dünya hayatında refah, huzur ve mutluluğu arayanlar, genel veya yerel yönetimden alacağı paya göre tutum belirleyenler için “dinde ihtilaf etmenin” bir karşılığı var mıdır? Cahiliyenin bir parçası olmanın bir anlamı kalmış mıdır? Ki oy kullanmada “eşitlik” olsa ne olur, serbest “seçim” olsa ne olur, monarklar değil de “seçilenler” yönetse ne olur? Bu ihtilaflar dinin mi füruatın mı ihtilaflarıdır?
Bu dünyada varlık sebebinin ne olduğunu unutanlar, kendinde olmadığı halde başkalarının elinde olanlara sahip olmak gibi bir amaç peşine düşenlerdir. Kendilerindeki eksikliği ve mahrumiyeti Allah’a itaatte değil, haram ve helal ölçülerine titizlikle riayette değil de, dünyada sahip olamadığı şeylerde görenlerdir. Bu sebeple onlara ulaşmak için dininden verip dünyalıktan satın alanlardır. Bunun testi yapılacak olursa görülür ki tevhid ve şahadet kelimeleri, toplumsal hayatta Allah’a eş, ortak ve yardımcılar koşmaktan vaz geçildiğinde ikrara dönüşür ama ikrar, yalancı şahitliğin ikrarıysa akıbet nasıl olacaktır? Ahirette hiç bir işine yaramadığı halde salt dünyada geçerli olan şeyler peşinde koşmak, Allah’ı yalanlamaktır. Keşke bilinseydi!
 Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir