Küresellik ve İslami Kimlik -II-

Küresellik ve İslami Kimlik -II-

YENİ “RAB” PAZAR EKONOMİSİ
Kapitalist serbest Pazar ekonomisi şahsiyetimizi ve kimliğimizi belirliyor. Günlük hayat dahil tüm sosyal, iktisadi ve siyasi pozisyonlarımıza tesir ediyor. Bu sistem salt ekonomik bir şey değil. Bu gün dünyada ve ülkemizde yürürlükte olan kuralları kabul edenlerin şahsiyetleri de, kimlikleri de piyasa ekonomisi tarafından belirleniyor. Kontrol ediliyor. Burada rububiyet ve ubudiyet ilişkisi var. Cennet ve cehennemle alakalı. Bunun farkında olmak bu sebeple önemlidir. Demek ki her şeyden önce bize bir rota çizen bu küresel sistemi ve bizdeki oyunları iyice bir tanımalı. Sonra ne yapılması gerektiği konuşulabilir…
İktisat İslami bir kavram. İtidal demek. İfrat ve tefritten uzaklaşmak manasınadır. Ekonomi kelimesi Yunanca. Ev idaresi demek. Pazar ekonomisi ise, pazarın idaresi demek oluyor. Yalın haliyle Pazar, araçları ve şartlarıyla birlikte kazanmak, biriktirmek ve harcamakla ilgili. Doğrudan haram helal, iman küfür meselesi bu.
İsmet Abi’ye ve iktisatçılara kulak verelim: Hayatı anlamak için vakıayı tanımak gerek. Pazar ekonomisi bir vakıadır ve doğru şekilde tanınmalıdır. Kapitalizm başından beri var olan ekonomik bir sistem değildir. Bir tarihte, bir bölgede doğdu, gelişti ve tüm dünyaya yayıldı. Onu var kılan şey, “Pazar için üretim” temelli bir akıl yapısı, bir iradedir.
İktisatla alakalı olanların ezbere bildiği bir temel bilgiyle başlayalım: İktisadi faaliyet 4 unsurdan oluşuyor. Bunlar aynı zamanda üretim araçlarıdır. Toprak, sermaye, müteşebbis ve emek. Bir mamul üretilip satıldığında (üretim süreci), “toprak sahibi rantını”, “sermaye sahibi faizini”, “müteşebbis sahibi kârını”, “emek sahibi de ücretini” alıyor (mülkiyet). Kazanç dörde bölünüyor. Ülkemizin önemli iktisatçılarından Sabri Ülgener, bu iktisadi faaliyeti kapitalizme geçişle ilgili olarak değişik kategoride ve isimde sıralıyor. Olaya Protestanlık ve İslam bağlamında yaklaşıyor ve üç unsurdan bahsediyor. Orada başlı başına bir felsefik izah var ve ayrı bir yazı konusudur.
Toprak, sermaye, müteşebbis dahil bu üçünün sahibi bir kişi olursa, emek sahibi zaten bir kişi, burada paylaşımda bir sorun ortaya çıkar demektir. Marksizm ve Liberalizmin çatışması buradadır. Bilelim ki Marksizm de liberalizm de, ikisi de Pazar için üretimcidir. Yani Marksizm de aslında başka tür bir Kapitalizmdir. Burası bizim için önemli. Aralarındaki kavga ise yalnızca paylaşım kavgasıdır. Sermaye emek çelişkisi dedikleri de budur. Her tür anti-direnişçilik gibi ülkemizin son modası anti-kapitalist Müslümanlıkta bu sebeple bir illizyondur.
Bu dünyada serbest ticaret denen olay kapitalizmden önce de vardı. Üretim, teknoloji ve kazançta  vardı. Ama kapitalist Pazar ekonomisi çok farklı bir şey. Üretim de, teknoloji de, ticarette, kazançta, çarşı Pazar da bu sistemde başkalaşıyor. Görüntü aynı, isimler aynı, çağrışım aynı ama onların her birisi kendisi olmaktan çıkıyor başka bir şey oluyor. Farkı anlamak için şu örneğe bakalım:
Eskiden elbiseci elbiseyi dikerdi. Ama o elbise ısmarlamaydı, siparişti. Terzi bu diktiği elbiseden para kazanırdı. Mesleği oydu. Ama bu terzi sadece terziydi. İpliği iplikçiden, kumaşı kumaşçıdan, teleyi teleciden, düğmeyi düğmeciden, ütüyü ütücüden alırdı. Benzer örneği, hayatta kullandığımız ama ihtiyacımız olan her mamule taşıyabiliriz. Burada üretim var, emek var, beceri ya da basit teknoloji ve serbest ticaret de var. İlişkilerde yüz yüze. Bu iktisat modelinde ihtiyaç için ve talep üzerine bir ekonomik sistem söz konusudur. Bu sistemde herkes kendine yeterliydi. Başkalarına muhtaç olmadan geçimlik bir işe ve üretim araçlarına ve şartlarına sahipti. Bu farkları akılda tutalım.
Kapitalizmde üretilen mamulün akıbeti belli değildir. Üretici, malı Pazarda satarım diye düşünüyor.  Satışı da düşünüyor yani. İhtiyaç falan da gözetilmiyor. Üretilen mamulün satışı için bir öngörü var ama işin esası, başlangıçta karşılıksız bir üretimden bahsediyoruz. Üretim sistemi fabrikasyon olduğu için işler hem profesyonelleşiyor, hem de kurumsallaşıyor. Üretim sürecinde kullanılan her parça, terzi örneğindeki iplik-kumaş-tele-ütü gibi diyelim, aynı adamın kendi işi oluyor. Bu üretimin pazara ulaşması ve satılması gerek. Bu süreçte devreye bir sürü başka şey giriyor. Bu başka şeyler stok maliyeti, finans gideri, teknoloji, malın yeni ve cazibeli olması, Pazar istatistikleri, reklam, rekabet, ulaşım, tüketiciye ulaşım, servis vs. Bu mamul şayet otomobil, ev, dayanıklı tüketim gibi mallarsa tüketiciye yapılacak vade, verilecek kredi ve gerçek fiyata yüklenecek vade ve finans farkını da eklemeli.
Bir örnek olsun diye, üretim ile satış arasına giren, satılması zorunlu ama alınması için hiç bir gereği olmayan, hiç alakasız bir malı ihtiyaçmış gibi kakalayıp tüketiciyi avlayan ara sektörlerden birisi olan reklamcılığın, kapitalist üretim mantığı ve Pazar ekonomisi içindeki yerinin önemine dikkat çekelim. Bu işi(!) bizden önce yaşamış Batılı biri şöyle ifade ediyor: “Anneme reklamcı olduğumu söylemeyin, o benim kerhanede piyano çaldığımı sanıyor”. Adam bu sözüyle reklamcılığı aşağılamak için herkesin lanetlediği pezevenklik gibi bir işi(!) masumlaştırıyor!
Kapitalist serbest Pazar ekonomisi, üretimde kalite, fiyat, çeşitlilik, üretim miktarı, dayanıklılık konularında serbesttir. İhtiyaç mıdır değil midir, yararlı mıdır zararlı mıdır, hiç düşünmez. Satış sürecini ifade eden “Pazar”, “rekabetçi” ve aldatıcıdır. İllizyonisttir. Teşvik ve tahrik edip aldırır.
Pazar ekonomisinde ölümüne rekabet vardır. Acımasızlık kuraldır. Yaşarsınız ya da ölürsünüz. Arası yoktur. O sebeple sürekli daha çok kazanmak, daha çok büyümek gerek. Bu nedenle zaman yetmez. Çok çalışacaksınız. Çalışmak kutsaldır! Daha ucuza üretmek için daha çok üreteceksiniz. Teknolojinizi daha ileri taşıyacaksınız. Normal hayatın dışında yaşarsınız. Hırsınız size hakimdir. Sadece üretici olmanız yetmiyor, ürünü pazarda tüketiciye sunana kadar aradaki sektörlerin tümüme hakim olmak zorundasınız. Her şeyi yapsanız bile bir yere gelir tıkanırsınız. Daha ileri gitmek ya da bitmek dönemecidir bu.
Türkiye iktisat tarihinde üçüncü kuşağa kalan ve aynı iş kolunda devam eden hiç bir işletme yoktur. Bu kapitalizmle, burjuva kültürüyle, siyasi bağlantılarla ilgili olsa da bu ülke 200 yıldır serbest Pazar ekonomisine geçmiş bir ülke. Osmanlıdan cumhuriyete geçişte devlette ve temel kurumlarında bir değişme olmamıştır. İktidarlar geldi gitti ama devlet orada çakı gibi duruyor. Sorun ne o zaman? Bu sorunun cevabı “rantçı”, “çakma”,  “zıpçıktı”, “talancı”, “gecekonducu” mantalitede yatar. Toplum içinde yetişen “İslamcılığın” tutarsızlığı da buradan anlaşılabilir.
Pazar sisteminde başka türlüsü olmuyor. Bu sistematik bir şeydir. O sebeple  üretim için makinelerin düğmesine bastığınızda artık duramazsınız. Her ileri aşamaya geçtiğinizde ahlaksızlığınız katmerleşir. Daha ucuza imaledeyim derken işsizliğe sebep olursunuz. Daha çok kar edeyim derken yığınların işini elinden alır, onları yoksullaştırırsınız. Büyümek için biriktirmek, biriktirmek için büyümek zorundasınız. Hiç bir sosyal yükümlülük taşımazsınız. Bir yerlerde bitirilecek bir işiniz varsa sadaka mukabili bir şeyler “bağışlarsınız.” Bu iş tuz gölüne atılan her şeyin tuza dönmesi gibidir. Gölün tabiatı o, kapitalist pazarın tabiatı da bu. Anadolu aslanları neden “Calvinist” olmak zorunda, anlaşılıyordur umarım.
Pazar sisteminde tek ölçü vardır, kâr. Tek değer vardır menfaat. Mecburen daha çok, daha da çok kâr. Kâr sermayeye ekleniyor, eklendikçe sermaye büyüyor, sermaye büyüdükçe daha çok kâr ediliyor. Biriktirme, tekelleşme böyle başlıyor. Bu beceriyi yakalayan bir avuç azınlık. Gerisi ona mahkum sefil çoğunluk. Döngü bu. Bu sebeple serbest Pazar ekonomisini bisiklete binmekle değerlendirmişlerdir. Pedalı çevirdikçe gidiyorsunuz, durunca düşüyorsunuz.
Pazar sisteminin üretim ve ticaret tarafı bu. İşin finans ve mali tarafı daha bir başka. Bu sistemde bir şey yokmuşçasına yaşayanlar, kendilerini bu sisteme mahkum ederler. Bu ölçülere göre ilişki kurarlar. Böylece sisteme tanrısal bir kutsiyet atfederler. İtirazı olanlar ve bu sistemi aşmak isteyenler ancak başka ölçülerde başka ilişkiler kurarlar. İstemekle yapmak arasındaki farkı unutmadan.
MALİ PİYASALAR VE SERMAYE
Kapitalizm tek başına yol alamaz. Kavramsal bir sistem olarak bilinmesi, ideolojik olarak da insanların ikna edilmesi gerekir. İnsan hakları, özgürlük, evrensel hukuk, kadın erkek eşitliği, laiklik, demokrasi, sivillik, eşitlik, vs kavramlar propaganda malzemesidir. Bu kültürel ve sosyal parçalar piyasanın müteferrik cüzüdür. Bunlarla toplumlar çözülür, toplumsal bağlar kesilir. Sonuçta her kes müşteri yapılır. Bunlara karşı olan her kavram, her değer, her bağ kötülenir. Bu işleri yapan profesyoneller malum, bilgi üretim ve dağıtım merkezleri, aydınlar, sivil toplum örgütleri, medya, sanatçılar, siyasi partiler, hükümetler vs.dir.
Çağımızda Piyasa iki türlüdür. Birisi klasik üretim ve ticaretin yapıldığı reel piyasa. Diğeri mali piyasalar. Mali piyasada her tür varlık fiyatlanıyor, borsa üzerinden ve elektronik sistemle alınıp satılıyor, el değiştiriyor. Döviz, faiz, tahvil, hisse senedi, kur işlemleri en çok bilineni. Bunların yanında her tür kıymetli metal, maden, tahıl ürünleri vs bu piyasada kurulan borsalarda sanal olarak ve parasal değer olarak işlem görüyor.
Bu piyasada doğulu batılı, dinli dinsiz, asker sivil, köylü kentli, kadın erkek, yetişkin çocuk, okumuş cahil her kes müşteridir. Her şey alınıp satılan maldır. Değer ölçüsü kârdır. Getirisi olan her şey değerli, olmayan değersizdir. Ahlaki ilkelerin, dostluğun, ailenin bu nedenle pek bir değeri yoktur.
Sermaye, insan kaynakları dahil üretim ve ticaret sürecinde lazım olan tüm unsurları ifade ediyor. Bu bakımdan her alanda tekel olmaya bakıyor. Üretimde, teknolojide, ticarette, finansta, iletişimde, medyada, ulaşımda, eğitimde, eğlencede, tatilde, perakende sektöründe. Karlı olan her yeri ele geçiriyor. Böylece insan yığınlarını kendi başına üretecek, kendi kendine yetecek araçlardan mahrum bırakıyor. Kendine mahkum ediyor. Eski şartlar artık hemen her yerde gerilerde kaldı. Kasabasında, küçük şehrinde ve köyünde işini kaybedenler, büyük kentlere toplanıyor. Her biri işçi, her biri müşteridir. Herkes borçludur. Kentte işsiz adam veya kadın vebalı hasta gibidir. Tek başınadır. Herkes kaçar ondan. Ailesi yoktur, dostu, mahallesi de yoktur. İntihar serbesttir!
Sermaye göçebe tabiatlıdır. Talancıdır. Vurguncudur. Hayduttur. Bu tabiata sahip finansal kaynaklar  küresel yolculuğa çıktığında elektronik şebeke ile hareket ediyor. Vurup geçiyor. Geride öyle bir iz bırakıyor ki, kurtulmak için dahi ona muhtaç olunuyor. Tefeci mantığı gibi. Tefeci kendini rahatlatırken “ben kimseye zorla para vermiyorum. Ben sadece sıkışık durumda olan insanları kurtarıyorum. Bu yaptığım şey bir iyiliktir.” Diye avuturmuş. Böylesi birine, “eline düşeni senden kim kurtaracak” diye sormalı.
Yatırımcı denen spekülatör sermaye, tüm dünyada hükümetlerden şunları istiyor:
1-Kamu harcamalarını daha sıkı kontrol edin. Personel harcamalarında tasarruf yapın. Sosyal harcamaları kısın.
2-Mali disipline dikkat edin. İç talebi baskılayın ve daraltın ki enflasyon azmasın. Para, döviz, faiz ve kur işlemlerini serbest bırakın.
3-Vergi reformu yapın. Kayıt dışını sınırlayın yani vergilendirmediğiniz hiç bir iş kolu kalmasın. Tüketimden aldığınız dolaylı vergileri de yaygınlaştırın ve artırın. Elektrik, doğalgaz, petrol, su, ulaşım, iletişim gibi devlet tekelinde her ne varsa, bu hizmetleri pahalandırın. Karsız sektörleri elden çıkarın(!). Kamuyu, bir sosyal devlet gibi değil bir şirket gibi düşünün.
4-Sosyal güvenlik sisteminde reform yapın. Ücretler, sağlık harcamaları, emeklilik gibi kamu harcamalarında kısıntılara gidin.
5-Emek piyasasındaki katı kuralları değiştirin, grevleri, direnişleri engelleyin.
6-Ben ülkeden çıkacağım zaman sınır getirmeyin. Merkez bankaları hem özerk olsun hem de belirli düzeyde döviz rezervi bulundursun.
Anlatılan masala bakılırsa “yapısal reformlar” yapılacak. Zaten bu reformlar hiç bitmeyecek. Gümrükler kaldırılır, yasalar düzenlenir, mali disiplin sağlanır, yasaklar değişir. Devlet ekonomiden, eğitimden, sağlıktan, ulaşımdan, enerjiden çıkar. Bunlar yapıldıkça özgürlükler gelir. Siyasi baskılar azalır. Oligarşi ve vesayet biter. Müteşebbisin önü açılır. Yabancı sermaye gelir. Teknoloji getirir. Yatırım ve verimlilik artar. İşsizlik önlenir. Milli gelir yükselir. Refah seviyeniz artar… Oysa bu işler hiçte söylendiği gibi sonuçlanmıyor.
Bir ülkede servet katlanmaya başladığı zaman bunun önüne geçilemiyor. Aşağıdan yukarıya doğru sistematik şeklide bir servet akışı başlıyor. Böylece çok az bir azınlığın sahip olduğu servet sahipleri dışında kalanların tümü, yoksulluğa ve sefalete mahkum oluyor. Başka türlü o servet nasıl birikecek?
BM insani gelişmişlik raporuna göre en tepedeki 358 kişilik küresel milyarderin toplam serveti, 2.3 milyar insanın bir yıllık toplam gelirine eşit. Küresel servetin %22’si, dünya nüfusunun %80’inini oluşturan, gelişmekte olan ülkelere ait. Gerisi küresel bir avuç seçkinlerin. Yapılan bir hesaba göre, en tepedekiler 5000 kişi. Piramit aşağıya doğru genişleyerek açılıyor. Benzer bir örnek Asya kaplanları palavrasıdır. Bu kaplanlar kendi ülke nüfuslarının sadece %1’ni oluşturuyor.
Türkiye’de bankalarda 1 milyon dolar veya karşılığı TL ve üzeri mevduata sahip olanların sayısı 75 bin kişi. Bir o kadar da diğer varlıklarıyla zengin olanlar varsayalım. 1 milyar dolar ve üzeri servete sahip olanların sayısı 35 kişi. Türkiye’nin nüfusu 77 milyon kişi. Kişi başına düşen milli gelir 10 bin dolar civarı. Hangi kişiymiş bu gören bilen var mı? Asgari ücret aylık 350, yıllık 4.000 dolar diyelim, 10.000 doların gerisi kimin cebinde? Ülkede 19 milyon insan yoksulluk sınırında. Yani günlük 4 dolar gelire sahip. 6 milyon civarı insan asgari ücretle çalışıyor. Bu çalışanı eşi ve çocuklarıyla birlikte nüfus olarak toplasak, en az 15 milyon kişi yapar. Bu eve bir tek asgari ücret giriyor. Bunlar iş bulup da çalışabilenler sadece. Nasıl geçiniyorlar? Kadını da iş hayatına kazandırmak gerek. Başbakan söylemiyor mu, kadın konusunda cinsiyet ayırımını kaldıracağız, eğitim ve sosyal hayata katılma bakımından kadını teşvik edeceğiz! Yukarlarda bir yerlerde demiştik, hükümetler çoğu zaman ne yaptıklarını bilmezler dahi diye. Başbakanın söylediği bu reform ne manaya geliyor, siz düşünün!
Fazla söze ne hacet! Dünyadaki bu işler Hz. Davud’a gelen davalılara benziyor. Adamın 99 koyunu var, gözü doymamış, kardeşinin elindeki bir koyunu da istiyor. Yüce Rabbim, insan varlığının doğasını nasıl da bildirmiş.
YERELLİK:
Küresel sermaye, dünya üzerinde karlı gördüğü alana ve mekana gider. Fabrikasıyla, geri teknolojisiyle, yatırımıyla, idarecileriyle gider. Onun için alt yapı, arazi, enerji, vergi teşviki, emek istismarı gibi kolaylıklar sağlanır. O kârını elde ederken cüzi katılımla yerelin harcamalarına katkıda bulunur. Çevreyi, havayı, suları, insanları kullanır. Kirletir. Tüketir. İşi bitince çeker gider. Parayı transfer eder. Geride bıraktığı işsizlik, sakatlık, yoksulluk, gelecek nesiller onun sorunu değildir. Hiç bir sosyal ve ahlaki sorumluluk taşımaz. Tüm belalar yerele kalır. Bu bakımdan yerellik sefalettir. Çaresizliktir.
Bu ilişkide enteresan bir durum var: Fabrika sahipleri orada yoktur. Sahip kimdir belli de değildir. Hissedarlar vardır. Hissedarlar oralı değildir. Yerelle aynı mekânı paylaşmazlar. Birbirlerini dahi görmezler. Hissedar için işlem başkadır. Onun için her şey bilgisayarın tuşundan veya vereceği bir talimattan ibarettir. Basar tuşa, uygun bulursa alır, kârı yakalayınca satar. Her şey elektronik bir transferden ibarettir. Ve yerel kendi derdiyle baş başa kalmıştır.
Sermaye gittiğinde arkasında ekilemez araziler, beslenemez hayvanlar, içilemez sular, iç savaşlar ve sefalet bırakıyor. Söz söylemesi gereken hiç kimse ne oluyor diyemiyor çünkü ucundan kıyısından herkes suç ortağı. Dünyada 4 milyar insan bu sebeple yoksul. Ekemiyor. Dikemiyor. İçemiyor. Nefes alamıyor. Sağlıksız ve hasta. Bu ortadan kalkmaz. Bu sistem yürürlükte kaldığı sürece böyle devam eder. Artarak devam eder. Bunun tek sebebi, bu piyasa mantalitesidir. Bu piyasadan bir şekilde nemalananlardır. Derece derece bu pisliğe bulaşanlardır. Pisliğe bulaştığı için de pisliği savunanlardır. İnsanları aldatmaya devam edenlerdir.
Haberler açlık görüntülerini verir. Özenle. Vicdanlar harekete geçiyor ve anlık bir üzülme başlıyor. Zira görüntüler hemen başka karelere geçiyor. Yardım kuruluşları devreye giriyor, anlık  yardımlar yapıyor, bazense alakasız eşyalar dağıtıyor. Ama yapılandan daha fazla “iyilik” görüntüler yayımlanıyor. Vicdanlar rahatlatılıyor sonra. Bu sayede gerçeklerin üstü örtülmüş oluyor. Kalanlar kaderleriyle baş başa. Lakin ne sistem sorgulaması yapılıyor ne de gerçekler konuşuluyor. Bir dahaki sefere kadar vicdanlar rahatlatıldı ya!
İNSAN YIĞINLARI
Küresellikte insanlar, bilgisayarın veri tabanında birer “veridirler”. Kayıtlara geçmiş istatistik unsurudurlar. Onun kim olduğu, kimliği vs hiç dert değildir. Veriler tasnif edilerek kategorize edilir, ayıklanır. Bu veriler normalde müşteridir. Bu veriye kredi verilir mi, güvenilir mi? Ne kadar? Bir veri sisteme zararlıysa, elenir. Bir tuşla banka hesapları dondurulur. Tapuya, motorlu araçlar dairesine haciz yollanır. Polis, terminaller, kara ve deniz yollarında arananlar listesine bir veri daha girer… Küresel azınlık bu kategorinin dışında, bütün yereller bu elemenin muhatabıdır.
Küresellikte baskı yoktur. Ortalıkta yöneten, güç gösteren de yoktur. Lakin gözetim vardır. Ayartma vardır. Veriler bu bağlamda seyircidir. Seyirciler kimi seyreder? Oyuncuları. Oyuncular kimdir?  Bir avuç seçkin ve ünlü. Seyirciye vahiy mi geliyor? Evet. Nereden? Göklerden. Uydu araçları, internet ve iletişim. Mesaj ne? Hayali bir yaşam tarzı. Çalış senin de olur!
Seyirciler hangi konuyu seyrederse seyretsin, hangi söze kulak verirse versin, tüm mesaj özel bir hayat tarzına yöneliktir. Bir avuç seçkinin özenle seçilmiş yaşam tarzıdır. Her taraftan teşvik pompalanır. Sanki bütün herkesin hayatı buymuşçasına. Onlar bu hayatın gerçekleriymişçesine. İnsanları cezbetmeye ve nefisleri ayartmaya yöneliktir bunlar. Seyirci pozisyonundaki yerel bunu gerçek sanır. Tatminsizlik, doyumsuzluk ve psikopatlık bundan sonra başlar. Öyle bir hayat için her şeyini vermeye hazır yığınlar oluşur bundan sonra.
Kapitalist serbest piyasa yalnızca ekonomik bir sistem değildir. Masum bir sistem hiç değildir. İnsanı bozar. İnsan yapısını değiştirir. İnsan ilişkilerini, sosyal ve siyasi örgütlenmeleri belirler. Her şeyi maddi temelde inşa eder. İnsanı insanın kurdu yapar. Yerküreyi bozan, fesada uğratan bir yaşam tarzını dayatır. Bu Piyasa öyle bir şey ki herkesi müşteri, her şey mal yapar. Tek değer kârdır. Her şeyin tek ölçüsü paradır. Bu Dünyanın kendine has hukuk sistemiyse evrenseldir.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir