Küresellik ve İslami Kimlik -I-

Küresellik ve İslami Kimlik -I-

Küresellik felsefi, tarihi, siyasi, ekonomik, sosyolojik, hukuki ve kültürel olarak farklı şeyleri ifade eden bir kavram.Kavram, çağdaş bir dünyayı, bir toplumsallığı, bir insan tipini, insan ilişkilerini ve bir yaşam tarzını ifade ediyor. Bu dünya başka bir dünyadır ve bunu anlamak bir Müslüman için önemlidir.
Küreselliğin ideolojik temeli liberalizmle; felsefik temeli bilgi biçimiyle; sosyolojik temeli  kentli sivil toplum, yeni sosyal sınıflar ve toplumsal sefaletle; tarihsel temeli postmoderniteyle; siyasi temeli egemenlik haklarını kaybetmiş yeni ulus devletle; ekonomik temeli kapitalizmle yani serbest Pazar ekonomisi, sermaye ve şirketlerin haydutluğuyla; kültürel temeli yeni bir insan tipi, ilişki biçimleri ve kimlikle; hukuki temeli evrensel hukuk ve eşitlikle alakalıdır denebilir.
Burada konunun daha çok siyasi ve ekonomik tarafına ağırlık vereceğiz ama kabaca da olsa küreselliğin içeriğini ve sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:
1-Modern tarih anlayışı değişmiş yeni bir tarih yorumu gelmiştir. Ulus tarihleri yeniden yazılmaktadır.
2-Bilginin kaynakları çeşitlenmiş, bilimsel bilgi tek hakikat buyuran tekel olmaktan çıkmıştır.
3-Evrensellik ve totaliterlik iptal edilmiş, her şeyi açıklayan büyük anlatılar/ideolojiler değersizleşmiştir. Onun yerine yerel, atomize ve parçacı açıklama biçimleri değerlenmiştir.
4-Tekli hakikat ve hegomonik üstünlük iddiası yoktur, çoklu hakikat, çok kültürlülük ve eşitlik vardır. Dinler, uluslar, ideolojiler ve kültürler tek hakikat ve üstünlük iddiasından vazgeçmişlerdir. Dil, etni, din, mezhep, coğrafya, toprak, ulus gibi farklılıklar toplumsal ayrışma ve üstünlük sebebi olmaktan çıkmış, farklılıklar, barış içinde birlikte yaşamayı önemsemişlerdir. Savaş yok barış var sloganı ve İslam’ın “barış” dini olduğu propagandası da, bu temele ve zihinsel dönüşüme dayanmaktadır.
5-Birey özne olmuştur. Dil-lisan her şeydir. Yeni durum her bakımdan dilsel yeni bir inşadır. Dil, eski mana ve kavramsal sistematiği bozuyor, yeni bir mana ve kavramsal sistematik kuruyor ve yeni bir değerler hiyerarşisi inşa ediyor. Bunun içindir ki tanrı, din, vahiy, kitap, mana, inanç, cemaat konularında olduğu gibi ulus, devlet, iktidar, etnisite, coğrafya, yerel dil ve kültür ve tarih de yeniden inşa edilmektedir. Bu inşa ile siyaseti, sosyal hayat ve ekonomik alan da yeniden inşa edilirken yeni bir insan türü oluşuyor.
6-Sabite/değişmezlik, toplumsallık ve homojenite yoktur. Onun yerine sırasıyla değişkenlik/rölativite, her şeyden bağımsız özne ve farklılık ve çeşitlilik vardır.
7-Bir merkez ortada yoktur, melezleşme ve merkezsizlik görüntüsü vardır. Klasik ve modern devletlerdeki yönetme, buyurma, vatandaşlık ilişkisi gibi otoriter bağlar iptal edilmiş, onun yerine veri tabanına kayıtlı müşteriler, gözetleme, ayartma, ayıklama ve seyirci ve tüketim oyunu inşa edilmiştir.
8-Yerel kanaat, yerel kanaat önderleri, yerel yaşam tarzı, yerel kültür ve tarih diye bir şey yoktur. Bütün mesaj, haberler, iyi, yukardan “vahiyle” gelmektedir. Gelen vahyin mahiyeti, bir avuç küresel seçkinin hayatının, meşhur edilmiş oyuncular vasıtasıyla seyirciye “mesaj” olarak aktarılması ve müşterinin o hayata özendirilmesiyle alakalıdır. Tüketici tatminsizliği, doyumsuzluk ve psikopatlık bunun sonucudur. Bu vahyin “Cebraili” uydudaki aygıtlar, tanrısı sermaye ve şirketlerdir.
9-Teknoloji ve enformatik hız, müthiş bir hareketlilik getirdi. Bu hareketlilik zaman ve mekân anlayışını değiştirdiği gibi mekânsal ayrılığı da getirdi. Mesaj taşıyan bilgi, sermeye ve finans elektronik bir sistem üzerinden hızla hareket ediyor. Küresel seçkinler bu sebeple zamanda yaşarken yerel sefiller, mekanda kaderleriyle baş başa kalıyorlar.
10-Eski toplumsal yapılanma, sosyal statüler, güç odakları ve merkezi değişmiştir. Artık Müslüman Hıristiyan, dinli dinsiz, sağcı solcu, ilerici gerici, kentli köylü, modern klasik, yönetici yönetilen, devlet vatandaş ayırımı yoktur. Tek kategori vardır, o da küresel ve yerel olandır. Bunlarda kendi içinde tepedekiler, alttakiler ve ikisi arasında gidip gelen orta sınıf olarak ayrışmaktadır.
11-Toplumlar küresel ve yerel kategorisinde kutuplaştığında güç merkezleri de buna göre yenileniyor. Statü ve sermaye böylece el değiştiriyor. Fakat bu kutuplar aynı mekânda, karşılıklı olarak yaşamıyorlar. Kutuplar arasında mekânsal erişilmezlik vardır. Bu sebeple çağın en büyük sorunu güvenliktir. Devletler, artık küresel seçkinlerin güvenliğini temin eden organizasyonlara dönüşmüştür. Özel güvenlik kurumları da bunun sonucunda üremiştir.
12-Ve bilinmeli ki bu dünyanın tanrısı sermaye ve şirketlerdir. Bu ilahın aşağılarda melekleri var, ahaliyi ikna ediyor: üniversiteler, medya, TV şarlatanları, aydınlar, sanatçılar, sivil toplum örgütleri, partiler, hükümetler… Kulları tüm dünyadaki insan yığınlarıdır. Kuralları dünyada, günlük hayat dahil her yerde hükümrandır. Kontrol ve denetim yapılmaktadır. İtaatsizlik edenler vahşice cezalandırılıyor. Bunun adı serbest Pazar ekonomisi, evrensel hukuk ve kapitalist ilişki biçimidir. Ve bu sistem, tek sistemdir. Başka sistemler var da bu da onlardan bir sistem değildir.
Küreselliği siyasi bakımdan doğru anlamak ve buraya nereden geldiğimizi kavramak için bir önceki döneme kabaca bakalım:
ULUS DEVLET VE ULUS TOPLUM BAKIMINDAN
Eskiden ve modern çağlar boyunca devlet, tek düzenleyici güçtü. Uygarlık, gelişme, konsensüs, evrenselleşme fikrini ve düzen kurma umudunu devlet temsil ederdi. Bu anlayış aynı zamanda küresel bir düzen için dünyayı daha iyi bir hale getirme ve değişim arzusuydu.
Bauman’ın örneğiyle şöyle düşünebiliriz: Yerküre bir orman arazisi. Düzensiz ve karışık. Buradan bir parsel alıyor bahçeye çeviriyorsunuz. Bu bahçe bir düzeni ifade ediyor. Düzeni sağlayan, aynı zamanda en yüksek otorite olan devlettir. Parselde yaşayan topluluğunun işlerinin yürümesi için devlet bağlayıcı kurallar koyuyor. Kuralları geçerli kılmak için meşru güce, yeterli kaynaklara ve araçlara sahip. Devlet mekanizması kimin elindeyse toplumsal güce ve otoriteye o sahip oluyor. Böylece devlet düzen kuran oluyordu.
Her devlet kendi parselinde yasama, yürütme egemenliğine sahiptir. Bu devletin üç temel saç ayağı var: askeri güç, ekonomik güç ve kültürel güç. Bu güçleri sayesinde içerde ve dışarda muhaliflerine karşı meydan okuyabiliyor. Bu sayede kendi toprak parçasını diğerlerinden ayırıyor, sınırlarını dışarıya kapatabiliyor. Devletin iç ve dış olmak üzere iki rakibi var. Devlet ya silahla bunları bastırıyor veya pazarlıklarla bu iki rakiple uzlaşıyor. Parselini ve düzenini böylece koruyabiliyor.
Uluslararası ilişkiler, diğer parsellerle kurulan ilişki gibidir. Sizden daha güçlü parseller de var bu alanda. Bu şartlarda “küresel sahne”, hegomonik ilişkilere razı gelinen bir tiyatro sahnesidir. Kendilerini askeri, ekonomik ve kültürel olarak daha güçlü görenler bir koordinasyon oluşturuyor, üste çıkıyorlar. Buna karar merkezi veya merkezleri de deniyor. Dış ilişkilerde daha güçlü olana itaat etmeye, uluslararası garanti deniyor…
Modern dönemlerde insan toplulukları ve insan gurupları modern kriterlerle tanımlanırdı. Bu tanım iktidar alanını, güçleri ve devleti de belirlerdi. Bu bakımdan ulus devlete, bir “ulus” gerekiyordu. Ulusu belirleyen en önemli unsur ise “dil” di. Bu dilin kaynağı hayali veya gerçek bir “toplum” du. Her devletin homojen bir ulusu olmalıydı. Bu yoksa şayet zorla yaratılmalıydı. Almanya’da Almanlar, Fransa’da Fransızlar, Türkiye’de Türkler gibi.
Ulus nasıl tanımlanmıştı? Dil, etni, din, mezhep birliği, tarih ve vatan bütünlüğü ile.  Yani siyaseten. Bunlar bakımından tekçi ve titiz. Bu tekçilik diğerlerini, içerde diğer etni, dil, din, mezhebi reddeder. Ulusçuluğun tabiatında başka bir dilden bahsetmek yeni bir ulustan bahsetmek olurdu. Buysa yeni bir devlet talebi manasına gelirdi. Bu nedenle o tür bir iddia  parçalayıcı, düşman olarak kodlanırdı. İç savaş ve katliam bunun için yapılırdı.
Ulus devlette iktidar ve güç, ulusu temsil ederdi. Ulusal tekçilik siyaseti belirleyendi. Siyasette ulusu belirleyen. Tencere kapak misali. Bu değerler revaçtaydı. Siyasette meşru olanlar o teklerdi. Burada ulus tanımıyla iktidar tanımının aynılığı önemlidir. Diğerleri bu sebeple yasaktı. İktidarlar bu sebeple diğerlerini yok sayardı. Modern dönemin tek doğrusu buydu. Evrenselliği de buydu.
Ulus devlet egemenliğinde sınırlar, gümrükler, korunmuş bir ekonomi, yerli üretim ve yerli burjuva hakimiyeti esastı. İthalat ve teşvikler, ihtiyaç duyulan sektörlere göre bağımsızca düzenlenirdi. Devletler iç ilişkilerinde serbestti ve bu alan devletin egemenlik alanıydı. Merkez güçler bu egemenlik alanına dokunmazdı. Dış ilişkilerse uluslararası kurallara ve karar merkezine göre düzenlenirdi. Burada güç dengeleri geçerliydi. Her devlet gücüne göre pay alır veya verirdi.
Sanayileşmiş ulus devletler, ikinci dünya savaşı sonuna kadar pek azı hariç tüm dünyayı müstemleke yapmıştı. Yani yönetimi, ekonomisi, kaynakları, pazarı, insanları ve kültürleri ile birlikte emperyal devletin istimlak edilmiş tapulu malıydı. Emperyal devletler, kendi ülkelerini ve kolonilerini diğer emperyal olanlardan korudu. Gerçekteyse bu sanayileşmiş ülkeler için bir Pazar savaşıydı. ilk sanayileşenlerle sonradan devreye girenler arasında iki dünya savaşının ana sebeplerini teşkil edecekti.
Napolyon’un İngiltere’ye yenilmesiyle Britanya krallığı imparatorluğunu ilan etmiş, iki yüzyıla yakın süre dünyanın merkez ülkesi olmuştu. İkinci dünya savaşından sonraysa merkez Amerika olacaktı. Bu gün Amerika tek başına dünya üretiminin, ticaretinin ve tüketiminin kabaca %35’ini temsil ediyor. Dünya finans kaynaklarının yarısını. Patron Amerika. 60 yıldır imparator Amerika.
Dünyamız her çağda imparatorlar gördü. İskenderli Yunan, Sasani, Mısır, Roma, Osmanlı ve Britanya gibi. İmparatorlar dünyada istedikleri kavimleri savaştıran, barışı da sağlayanlardır. O istemezse savaş olmaz, barış da olmaz. PAX barışı lafı bunu ifade eder. Pax Romana, Pax Ottomana, Pax Amerikana budur.
İmparatorluk, dünyada ulaşım yollarını güvenceye alan, ticareti serbest kılan güçtür. Bir zamanlar bütün yollar Roma’ya bu sebeple çıkıyordu. Şimdiyse Washington’a çıkıyor bütün yollar. İmparator iki türlü oluyor: Ya tek başına hükümran ya da eşitler arasında birinci. Uluslararası toplum, uluslararası merkez ya da merkezler tabiri bunu açıklıyor.
Geçmişin hiç bir imparatorluğu çağdaş imparatorluk kadar hayata müdahale etmedi. Onlar anlaşmayı yapar, itaati sağlar, dünya ticaretinden payını alır ama gerisine karışmazdı. Her kavim ya da devlet kendi içinde serbestti. Ekonomisini, ticaretini, pazarını, dinini, kültürünü ve yaşam tarzını devam ettirirdi. İmparator bu işlere hiç müdahale etmezdi. O devirlerde de zenginler ve yoksullar vardı ama hiç bu kadar fark olmamıştı. İnsanlar her yerde kendilerine yetecek kadar işlere sahipti. Başkalarına muhtaç olmadan geçinecek kadar ticari araçlara malikti. Sefalet hiç bu kadar yaygın olmamış, insanlar hiç bu kadar çaresiz kalmamış, hiç bu kadar sahipsiz olmamıştı.
Kapitalizm ve serbest Pazar ekonomisi çok farklı bir şey. Kapitalizm, sanayileşmek ve endüstriyel üretime geçmekle alakalı bir sistemdir. Bu sistem eski şekliyle ulus devlet biçimi sayesinde zaferini ilen etti ve kurumlaşarak tüm dünyaya yayıldı. Merkez el değiştirse de sistem yeni merkezler tarafından devam ettiriliyor.
BU ALANDA ŞİMDİ OLAN NEDİR
Post modernizm ya da küresellik, daha önce siyasi olarak tanımlanmış “ulus” ve “egemenlik” anlayışını değiştirdi ve yeniden tanımladı. Hakikat anlayışını değiştirmekti bu. Eskiden hakikat olarak tanımlanan ve ulusu oluşturan unsurlar yeni tanımlamayla, siyasi/iktidar alanının, egemenlik alanının dışına çıkartıldı. Hukuki ve kültürel alana gönderildi. Dolayısıyla bir önceki devrede egemen olan dil, etni, din, mezhep artık diğer din, etni, dil ve mezheple eşitlendi. Birinin diğeri üzerinde tahakküm ve üstünlük kurmasına izin verilmiyor. Böylece tüm farklı unsurlar, diğerleriyle eşit haklara sahip kılındı.
Bu gelişmeye yerellik deniyor. Bütün farklılıklar artık yerel ve kültürel unsurlara dönüşmüş, hukuki olarak da eşit haklara sahip olmuş oluyor. Dolayısıyla artık tekçilik yok çoğulculuk var. Tekli hakikat yok çoklu hakikat var. Savaş yok bir arada ve barış içinde yaşamak var. Ve yeni ulus devlet artık o farklılıkların bir kısmını temsil edemez. Egemenlik alanı sınırlanmış, ideolojisi olmayan nötr devlete dönüşmüştür. Yeni anlayışta budur. Bu sistem merkez tarafından teminat altına alınmıştır.
Aklımızda kalması gereken husus, dilin, etninin, dinin ve mezhebin siyasal olarak tanımlanmasından vazgeçilmiş olmasıdır. Bu ne anlama geliyor? Siyasallıktan çıkartılan bu unsurlar dolayısıyla egemenlik ve üstünlük iddiasından da vazgeçmiş demektir. Bir hareket artık bunlara dayanarak iktidar talebinde bulunamaz, devlet olamaz demektir. Böyle bir hak yok artık. Bunun yerine o farklar hukuki bir kategori olarak tanımlanmış, her farklılık diğerleriyle birlikte eşit ama sosyal ve kültürel eşit haklara sahip olmuştur. Dolaysıyla ve doğal olarak artık her şey “rölatiftir”. Tüm dünyayı bu kalıba sokmak nasıl mümkün oldu? Küresellik bu başarıyı, iletişim teknolojisinde kaydedilen muazzam gelişmeye borçludur.
Yeni ulus toplumlarda devletin resmi bir dil olabilir ama bu dil siyasi alanın dışında bir dildir. Üstünlük iddiası taşımayan bir dildir. Eşit yurttaşlık tanımı da hukuki olarak bu yeni gelişmelere uygun biçimde yeniden düzenlenmektedir. Evrensel hukuk, uluslararası toplum yani karar merkezleri, her farklılığın eşit haklarını teminat altına almıştır. Eski Türk ulus devletinin dayandığı resmi ideoloji böylece boşa çıkartılmış, altı çalınmıştır. Anayasa parçalı olarak bu sebeple değiştirilmiş ama yetmediği için şimdilerde bütünüyle değiştirilecektir. Demokrasinin yeni şekli budur çünkü.
Bu değişim sıradan bir şey değildir. Bir sürü sonuçları olmaktadır. İktidarı, güç ilişkilerini yenilediği gibi sermayenin ve statünün de el değiştirmesini sağlıyor. Bu sebeple yeni güç odakları, yeni iktidar biçimi oluşmaktadır. Devletlerde sağcı ya da solcu, muhafazakar ya da cumhuriyetçi olsun birisinin iktidar olması hiç bir şeyi değiştirmeyecek. İç siyasetin hamaseti sadece yerelleşen ahaliyi oyalamaya dönüktür. Direniş hareketleri de  sadece ad olarak direniş hareketleri olmuş, takipçilerinin durumlarını düzeltmeye yönelik kalmıştır. Çünkü yerelliğin dışına çıkıp tüm insanlığa seslenen, sistemi muhatap alan ve sistemle hesaplaşan bir direniş hareketi kalmadı dünyada.
Buradan çıkartılması gereken sonuçlara kabaca şöyle bakabiliriz. Ulusal hareketler, ulusal diller, ulusal dinler, ulusal mezhepler ve etniler artık bunlara dayanarak iktidar istemeyecek, devlet talebinde bulunmayacaktır. Diğerlerine karşı üstünlük kurmak gibi bir yola girmeyecektir. Bu farklara dayalı tüm hareketler sosyo kültürel temelli hareketler olacaktır. Bu sınırlarda kalarak diğerleriyle eşit haklara ve şartlara sahip olarak kendini yeniden üretebilecektir.
Yeni ulus bütünlüğü, birliği bu şekliyle başka türlü kuruldu, kuruluyor. Ulus bütünlüğündeki farklılıklar, artık bu yeni bütünün parçalarıdır. Ve bu sınırı aşıp başka bir bütünü üretemez, başka bir bütün oluşturma iddiası güdemez. Aksine hareket edenlerin hemen tepesine binerler. Pax Amerikana, ya da barış içinde bir arada yaşamak formülü bunu izah ediyor. Devletler bu sebeple dönüşüyor. Eski egemen güçler bu nedenle tasfiye ediliyorlar.
Artık yeni tanımlanmış ulusun bir parçası olmayı kabul edince dillerden, etnilerden, dinlerden, mezheplerden birinden olmanın çok bir önemi yoktur. Birey zaten özneleşmiştir. Kafasına göre takılabilir. Serbesttir. Neyi istiyorsa o olabilir. Hatta birçok kimliği birlikte taşıyabilir. Türkiye’de olduğu gibi hem Müslüman hem laik, hem Müslüman hem ırkçı, hem Müslüman hem liberal, hem Müslüman hem anti kapitalist olmak gibi bir şey bu. Nasılsa bunların hepsi hakikatin birer parçalarıdır. Bir kaç hakikati bir arada taşısanız da olur.
Türkiye’de PKK TC barışını bu şekilde okuyabilirsek, anlatılmak istenenlerin ne manaya geldiğini pratikte de görmüş oluruz. Yani savaşı başlatan merkez, aynı şekilde savaşı bitirmeye neden karar vermiştir, herhalde daha rahat anlaşılabilir. Kürtler Kürtçülükten Türkler de Türkçülükten vaz geçecek, yeni ulus tanımını kabul edecek ve eşit yurttaşlar olarak barışacaklardır. Hangi zeminde? Ekonomik olarak küresel kapitalist sistem, siyasi olarak yeni demokratik zeminde. Başkası var mı ki?
Modern dönem boyunca, kabaca dünyada 400 bizde 200 yıllık ulus devlet tecrübesi ve ulus toplum içinde dinlerini uluslaştırmış, dünyada olup bitenlere ulusal çapta seyirci kalmış Müslümanların meselesi başka bir husustur. Tanzimat’tan beri süreç boyunca gelişmelere bir dahlimiz olmadığı gibi 1980’den bu yana gelişen yeni değişimlerden hissemize düşen rolleri oynamaya devam ettik. Uzun lafa ne hacet, mal meydanda!
VE DEĞİŞEN ULUS DEVLETİN HALİ
Değişim süreci, daha önce alışık olmadığımız iki şeyi ortaya çıkardı:
1-Önceden adı sanı duyulmamış ya da bastırılmış “etnik guruplar” sanki yeniden doğmuş gibi meydana çıktı. Bunlar hem küçük, hem parasız, hem toylar ama egemenlik istiyorlar. Kendi topraklarını ve devletlerini talep ediyorlar. Bağımsızlıklarını kullanmak istiyorlar.
2-Yok olmuş komünist süper gücün zorla içine hapsettiği, federalist kafeslerden kurtulmakta olanlar. Bunların da isteği AB ve NATO şemsiyesi altında kalarak bağımsızlıklarını korumak ve kullanmak.
Burada bir paradoks var: Ulus devletler egemenliklerini kaybediyor, bunlarsa zafer ilan ediyorlar. Değişimin boyutlarını ve alt yapısını buradan okuyabiliriz!
Değişim her şeyden önce devletin rolünü etkiledi. Egemenlik ilkesin sınırladı. Egemenliğin saç ayaklarını kırdı. Artık devlet varlığını devam ettirebilmek için müttefikler aramak ve anlaşmak zorunda. Uluslararası tiyatro sahnesinde egemenliklerinin büyük parçalarını gönüllü olarak teslim etmeye hazır vaziyettedir.
Devletin öncelikle elinden alınan veya devletin gönüllü olarak verdiği fonksiyon, ekonomik, mali bağımsızlığıdır. Tüketim, üretim, mali ilişkiler, büyüme, verimlilik, işsizlik vs arasındaki dengeyi koruyamıyor. Bunlar arasındaki dengeleri korumak için eskiden, zaman zaman ithalat ve ihracat yasakları koyar, gümrük engelleri çıkartır, vergi silahını kullanır, yurt içi üretim ve talebi teşvik ederdi. Şu anda elindeki araçlarla bunu sağlayamaz. Kendi imkanlarıyla da ayakta duramaz. Bu sebeple ekonomik görevlerini ulus üstü kurumlara devretmek zorunda kaldı.
Maddi temelleri tahrip olmuş, varlıklarını özelleştirmiş, parasını konvertibl yapmış, kopmaz bağlarla piyasa ekonomisine bağlanmış dolayısıyla egemenliğini ve bağımsızlığını iptal etmiş bir devlet, politik sıfatısilinmiş bir ulus devlettir. Bu devlet mega şirketlerin, sermayenin basit bir güvenlik birimi haline dönüşmüştür.
Serbest piyasa ve kapitalist ticaretin koşullarının önüne geçilmez şekilde yayılması, sermaye ve finansın serbest hareket edebilmesi sebebiyledir. Bu bakımdan ekonomi, tedrici olarak politikacının kontrolünden çıkar. Küreselleşme sahnesine giren devlet, sahnede striptiz yapan dansçı gibidir. Gösterisini yapar, ihtiyaçları için seyirciden para toplar. Para verenlerin kim olduklarıysa belli.
Yeni devlet, en büyük etkiyi ekonomik saç ayağının parçalanmasından gördü. Devlette, devlet ve bürokrasi artık eski işlerini yapamayacaklar. Zira egemenlik saç ayağının üçü de tuzla buz olmuş vaziyettedir. Bu durumda devlete kalan ülkenin ve topraklarında yaşayan nüfusun güvenliğini sağlamaktır. Yeni devletlerin görevi budur. Artık ulus devletler içerde, siyasi egemenlik sahası içindeki nüfusun siyasi işleriyle uğraşıyor.
Küresellikte dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetme ihtiyaçları yoktur. Koloni devri geçileli çok oldu. Ulusal hükümetler onlar adına işleri yoluna koyarlar. Görevleri bu oldu. Bu görevlerin aksine girişimler olursa da, ekonomik ve finansal darbe için bir kaç gün yetiyor. Bu bağlamda küreselleşme, piyasa ekonomisinin kanunlarının ve kurallarının dünyaya dayatılması ve hayatın tüm yönlerini total olarak kuşatmasıdır. Devletse bu baskıya karşı koyacak kaynağa ve manevra alanına sahip değildir.
Ekonomi normalde politik olmayan demektir. Siyaset ve ekonomi birbirinden bağımsız olarak işler. Ekonomi kendi kurallarıyla işlerken siyaset, devlet tarafından yürütülen politik vazifelerdir. Devlet bu sebeple ekonomik alana karışmaz. Serbest pazara geçmiş bir devlet şayet haddini aşar da ekonomiye müdahale etmeye kalkarsa, anında dünyanın hışmını üzerine çeker. Yöneticilerin en korktukları şey, devletin ekonomik iktidarsızlığının başına çarpılmasıdır.
Aciz, çaresiz ve çelimsiz egemen yeni devletler, sermayeye mahkumdur. Kalkınma, işsizlik, büyüme için sermaye şart. Devletlerdeyse yeteri kadar bu para yok. Yetmedi usulsüzlük ve yolsuzluklar diz boyudur. Az biraz birikim varsa da çarçur edilir. Üçüncü dünya denen ülkelerin kaderi bu! Buna karşı bahsi geçen sermaye dinsiz, milliyetsiz, vatansızdır. Çok ulusludur. Küreseldir. Yeni güç ve efendi budur. Bu finans güçlü, ulus devletse zayıftır. Ve dahası yeni ulus devletler de yeni müşteri olarak eskinin yanı başında tehdit olarak durmaktadır.
Küresel sermayenin rızası ile varlık kazanmış devlet ve hükümetler sermayenin ve şirketlerin önündeki engelleri tahrip etsinler diye desteklenirler. Hükümetler çoğu zaman yaptıklarının farkında bile olmazlar. Karşılarında uluslararası uzmanlar, iş birlikçi bürokrasi varken, demokrasi denen seçim oyunlarında iki de bir değişen hükümetlerse, amatördür.
Sonuç, kapılar, gümrükler açılır. Ekonomi özerkleştirilir. Dünya bankası, para fonları önünde uysallık yapılır. Finans hareketleri lehine, menkul ve gayri menkul sektörü, borsalar, piyasalar, özelleştirmeler, emek piyasası, vergi yükü vs o sermaye lehine kolaylaştırılır. İstemezsen de sen bilirsin(!), benzer rakip devletlerse alternatif olarak zaten sıradalar. Bu sebeple egemenlik kağıt üstündedir.
Bu durumda her devlet yerel baskıları kontrol altında tutmak, iş dünyasının faaliyetlerinin önünü açmak zorunda. Bu ülkelerde bir terslik olur, sosyal patlama eşiğine gelinirse de günah keçisi olarak bir maliye bakanı, bir başbakan veya bir hükümet yeterlidir. Oyuna kaldığı yerden devam edilir. Nitekim “demokrasilerde çare tükenmez”.
“Tipik bir örnek olarak ülkemizde çok yakında cereyan eden Erdoğan ile merkez bankası arasında geçen polemiği verebiliriz. Piyasalar anında tepkisine verdi ve borsa, döviz kurları allak bullak oldu. Ardından Davutoğlu Güney Amerika gezisi bahanesiyle üç gün Amerika’da kaldı. Ekonomi ile ilgili bakanları ve bürokrat kurmayları da yanındaydı. Üç gün boyunca para fonları yöneticileriyle görüşmeler yaptılar. Bu gezi resmi bir gezi değildi. Orada sermaye temsilcilerine güven tazelemiş, gerekli teşvikleri yapacağını ifade etmiş olmalıdır. AKP milletvekili aday adayı olan dünkü Borsa İstanbul’un başkanı verdiği bir röportajda, sermayenin tavrıyla ilgili olarak, bizimkilere, seçim sonrasının bekleneceği ifade edilmiş… O hafta sonu Amerika dış işleri görevlisi haftalık basın bildirisi yaparken bir gazeteci ona sordu, Türkiye başbakanı burada, görüşmeniz olacak mı, diye. Cevap ilginçtir, bizim bundan haberimiz yok!”
“Bazı hesaplara göre, dünyada günlük spekülatfi para hareketi 1.5 trilyon dolar işlem hacmine sahip. Bu rakam, normal mal ve ticari mübadelenin 50 katına eşitmiş. Yiğit Buluta göre, dünyada para havuzunda olan para 5 trilyon dolar. Bunlar kendi içinde rakip olsalar da, gerektiğinde birlikte hareket ediyorlar… Şimdi serbest piyasaya geçen devletlerin aczini hesaplayabiliriz.”
“TCMB’sının döviz rezervi 130 milyar dolar civarı. Bunun 100 milyar doları bankaların teminat depo paraları. Gerisi 30 Milyar dolar. Neyle mücadele edilebileceğine bir örnek olsun… Türkiye devletinin, devlet olarak dış borcu 100 milyar dolar. İç borcu 600 trilyon TL/ Kabaca 250 milyar dolar. Özel sektörün sadece dış borcu 300 milyar dolar… Çalıştırdığı işçi sayısı 20 ve yukarı olan 29 bin işletmede merkez bankasının yaptığı bir istatistiğe göre, bu işletmelerin bilançolarında faizin etkisi %3, dövizin etkisi en az %40’ lardaymış. Bu şirketler Türkiye’nin bel kemiği işletmelerdir. Yani Türkiye’de faizden daha çok döviz önemli. Erdoğan’ın faiz lobisi dediği şey ne ifade ediyor o zaman?…İç siyasette yağıp gürlemeler, sadece içeriye dönük basit siyasettir. Bunu anlayalım yeter!”
KONUYU GEÇERKEN
Konuyla ilgili olarak geçişte söylenmesi gerekenlerden birisi, her ulus devletin, küreselliğe giden yolda bir durak olduğunun bilinmesidir. Yani bu sonuç doğaldır. Bu sebeple dünyadaki tüm toplumlar kendi içinde yeniden parçalanıyor, atomize ediliyor. Bu parçalar, yeni ulus değerleri ve bütünlüğü temelinde yeniden inşa ediliyor. Bizim coğrafya için söylemeli ki Müslümanlık yeni Müslümanlık oluyor. Bu sebeple Kuran yeniden tefsir ediliyor. Yerküre çerçevesindeyse bu sayede, bütün doğulu, Afrikalı ve Ortadoğulu toplumlar Batı tarihine eklemleniyor. Kendi tarihleriyle bağları kopuyor, tarihsizleşiyorlar. Batı kültürünün içinde eriyor, kültürsüzleşiyorlar. Küresel tarih ve kültür çerçevesinde ulus tarihleri yeniden yapılıyor, kültürleri yeniden inşa ediliyor. Meselenin özü bu.
Dünyanın bu çağdaki yeni örgütlenmesi, sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve teknolojik olarak batı kapitalizminden bağımsız düşünülemez. Model aynı. Kalıp da aynı. Küresellikte kullanıma sunulan değerler de bunlardır. Bunun bir diğer adı Amerikalaşmak. Türkiye Özal’la bu yola çıkmıştı. Bu günlerde final yapılıyor.
Küresellik şimdi ne yapıyor? Karar merkezleri kendi içinde bloklaşıyor, bölgecilik yapıyor, ticari ortaklıklar kuruyor, gümrük anlaşmaları yapıyor, serbest ticareti geçerli kılıyor. Diğerleriyle olan durumunu muhafaza etmek için evrensel hukuku dayatıyor. Ekonomik bağlamda dünyanın büyük çoğunluğundan giderek uzaklaşıyor. Siyaseten düzenlemeye devam ediyor. Dolayısıyla diğerlerini parçalıyor, küçültüyor, dışlıyor. Her parça kendi içinde küresel olanları yükseltiyor. Diğerleri yerelleşerek kendi mekanında kalacak. Eski ulus yapılanmaları dünya ticaretine çeşitli engeller teşkil ettiği içinde dönüştürülüyor.
Kapitalist sistemde önceden zengin olanlar kendi içinde arkadan gelenlerin, önceden sanayileşmiş ülkeler de sonradan sanayileşeceklerin önünü tıkar. Bu sebeple demokrasi kapitalizm için ideal bir rejimdir. Onun istediği koşulları sağlar. Ahaliye, kalabalıklara nispi bir refah sağlar, iç pazarı büyütür, sonra herkesi borçlandırır. Seçme seçilme ilişkisi ise sermaye müşteri ilişkisidir. İnsanlar bu oyunun neye yaradığını fark etmezler bile.
Bu sistemde muhalefet ve direniş hareketleri sadece sisteme güç verir. Ulusal ölçekte, demokratik yoldan yapılan her muhalefet ve direniş biçimi, eni sonu rakibine hizmete koşulur. Çünkü bunlar bir ülkede bazılarının “sınıf değiştirmesine”, bazı siyahlarında “beyazlar” arasına katılması için yapılmaktadır. Bu sebeple sonuçta devlet veya sistem değişimi diye bir şey olmaz. Zaten direnişlerin ve muhalefetin böyle bir talebi de duyulmaz. Yani direniş denen büyülü kelime, bazılarının kendi durumlarını düzeltmekle ilgili bir şeydir.
Sermaye bu işleri çok iyi bilir. Çok tecrübelidir bu konuda. Dünyanın her yerinde benzer şeylerle uğraşmakta çünkü. Bu sebeple sermaye, bu durumdan istifade eder. Bir ülkede yerel sistemin önceden dışladığı toplumsal kesimlere, kalabalıklara vaziyet eden düşünce temelli direnişçilere ve muhaliflere verdiği destekten fazlasıyla istifade eder. Bunlar ister iktidarda olsun ister muhalefette fark etmez, onlara verdiği destek ve imkanlar sayesinde isteklerini kolaylıkla yaptırır. İbret almak isteyenler Türkiye’de 60’lı yılların solcularına, 80’li yılların İslamcılarına, 2000’li yılların Kürtçülerine bakabilirler. Bunlardan ilk ikisi hem çok güçlü muhalifti hem de sırasıyla iktidar edildiler ama Türkiye ne Marksist bir sisteme geçti ne de İslami bir sisteme geçti. Ama Türkiye kopmaz bağlarla kapitalist sisteme entegre oldu. Kürtleri de bekleyen akıbet bundan başkası olmayacak. Tarih, okumasını bilene sadece gerçekleri hatırlatır.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir