İbadet ve Özgürlük (İslam ve Sekülerizm) – III

İbadet ve Özgürlük (İslam ve Sekülerizm) – III

Tavsiyemiz o ki
Bu izahlar sonucunda şayet, itaat ve ibadet işinde güç ve çap, birikim ve stratejik algı, organizasyon becerisi gibi beşeri kabiliyetlere dayalı durumlar sadece anne-babayla, aileyle, yakın-uzak çevreyle ve arkadaşlarla sınırlı ise, o vakit yönetici işlerine dair erken davranmamalıdır. Hiç olmazsa onlara meşruiyet sağlayacak veya hakkı batılla karıştıracak söz ve pratiklerden sakınmalıdır. Mücadele diye de nereye varacağı baştan belli karışık ve şüpheli işlerdense uzak durmalıdır. Bu durumda yapılması gereken iş, o zaman, ailenin, çevrenin ve dostların söylediklerinde itaat edilmemesi gerekenler varsa sadece o emirlerle sınırlı olmak kaydıyla onlara itaat etmemektir. Fakat onlarla ilişkiyi de kesmemektir. Bu durumda dahi rabbin ölçülerine göre duruşunu koruyup tevazu ve merhameti ahlak edinmek, onlara güzellikle anlatmaya devam edip yakınlığı sürdürmek gerektir. Dolayısıyla gereksiz ve hukuksuz çatışmalardan, fiziki ayrışmalardan kaçınmalı, güç yetirilemeyecek işlere kalkışmamalıdır. Aksi zulüm olur, haksızlık olur, acilcilik olur.
Bu gibi durumlardaysa farklı okumalara devam etmek, birlikte eğitim çalışmalarını sürdürüp İslam algı seviyesini yükseltmek; toplum ve sistem tahlili yapabilir, strateji üretebilir pozisyona gelmek; kardeşlik hukukunu ve tesisini sağlamaya çalışmak; güzel bir ahlakla ahlaklanıp hayırda öncülüğe soyunmak ve tüm bu faaliyetlerden asla bir beklentiye girmemek önemlidir. Tebliğ faaliyetleri buradan çevreye doğru ve bu çerçevede sürdürülmelidir. Rüştün ispatına, beklentilere cevap verecek daha hayırlı çağrıyı duyana kadar böylesi daha hayırlıdır, daha sağlıklıdır. Olması gerekendir.
Aksi durumda anlamı ve sıralamayı karıştırıp kültürel bağla İslam’a bağlı aileye ve çevreye haksızlık etmek, onları dışlayıp tekfir ederek zalimliğe sapmak, temsil ve hatırlatma sorumluluğunu yitirmekle sonuçlanacağı gibi, büyük laflar ederek bir süre sonra tam tersi çizgiye düşmek, nesilleri ifsada götürecek vebali sırtlanmakla neticelenebilir. Zira sürekli hatırlatmaya ve güzel ahlaki örnekliğe muhtaç aileye ve çevreye karşı yapılması gerekenler, bunlar değil diğerini yapmak, stratejik süreci işletmektir. Buna rağmen gerçekten yiğitlik yapmak isteyen varsa, rüştünü ispat ettiğini düşünen, süreci tamamlayan ve hayırda öne çıkmak isteyen varsa, önceliği ve sıralamayı yöneticilere döndürmelidir. Bunu da kapalı devrelerde, özel yerlerde değil açıkça ve dürüstçe yapabilmeli, karşılığına da katlanmalıdır. Ki karşıdaki de bunu duysun, gündem belirlensin ve karşılıklı tavırlar netleşsin. İmanı zayıflara cesaret gelsin. Tıpkı Hz. İbrahim gibi. Peygamberler bu işi böyle öğretmedi miydi? Böylesine duayla birlikte her tür destekle “selam” ederiz ancak.
Tarihsel sapma ve özgürlük
Özgürlük, doğru anlamıyla modern dönemlerin ve toplumsal şartların ürettiği önemli bir kavramdır. Batılı ya da batılılaşmış toplumların tarihsel sürecinin bir ürünüdür. Kavram başka bir dine ait zihin kodlayıcı, ideolojik dönüştürme aracı ve değer taşıyıcı olarak da önemlidir. Kavramın önemi, aydınlanma döneminde, esas olarak batılı aklın dinden koptuğu, dünyevi planda dini bilgiyi reddettiği, kutsaldan ve tanrıdan bağımsızlık elde ettiği süreçleri ifade etmesindendir. Aynı süreci, algıda ve pratikte topyekûn toplumsal değişimi ifade eden “civil”, “civilite” ve “civilization” kavramlarına müracaat ederek daha rahat anlatabiliriz. Çünkü burada başka bir insan tanımı, varlık tarifi, âlem tasavvuru, dünya hayatı, tarih yorumu, sivil toplum, toplumsal ilişkiler, laik siyaset ve yeni bir kutsal inşası devreye girmektedir.
“Civil”; Dinden bağımsız olarak düşünen, dini bilgiyi maddi-bedeni-fiziki âleme dair bilgi olarak kabul etmeyen akıl yapısıdır. Dolayısıyla Allah’ı, ruhi-manevi-vicdani-metafizik âleme ait kılıp, fiziki-cismani-yeryüzü âleminin dışında tutan dünyevi (seküler) sınıfa ait insan türüdür. Burada civilin karşıtı, batıdaki dini temsil eden, dini bilgiyi referans alan, dindar sınıfa ait insandır. Hıristiyan teolojisinin kurulduğu ilk dönemlerinden beridir benzer akıl yapısını taşıyan, dünyevi ve dini sınıf olarak ayrışan insan türleridir bunlar.
Bu civil insan, artık İncil sahifelerini okumak, hakikati kutsaldan bulmak yerine, sosyal hayatta ve doğada gözlem, laboratuarda deney yaparak ve hatta sezgileriyle doğru bilgiyi elde edeceğine inanmış, bu bilgiyi de hakikatin bilgisi olarak kabul etmiş akıl kodlarına sahiptir. Allah’dan gelen bilgiyi, gaybi-kitabi bilgiyi, peygamberi örnekliği, bu kodlarla okuyan akıl, kendince sonuçlar çıkartacaktır. Kutsal bilgiyi başka bir yol, deneye dayalı bilimsel bilgi ile test edip doğrulayamadığı için de, doğal olarak ya reddedecek ya da yeniden yorumlayacaktır. O nedenle bu akıl yeni bilgi felsefesiyle insanı, varlığı, dünya hayatını, yaratılış gerekçesini, tarihi yeniden yorumlayacak, toplumsal yeni bir düzeni bu akılla düzenleme hak ve yetkisini kendisinde görecektir. Onun Allah, kutsal tasavvuru da buna imkân vermektedir. Burada dünyevi hayatını düzenlemeye dair kural koyan, hüküm veren, doğru ve yanlışın ölçüsünü belirleyen bu insandır. Değer üreten otorite de bu akıldır.
“Civilite”; Burjuva sınıfının, aristokrasiyi ve kiliseyi alt etmek için, onların yönetim ve egemenliğindeki şehirlerden uzak yerlere, yeni bir toplum ve kentler kurmasıdır. Bu kentlerin ve toplumun kurucusu, öncüsü ve egemeni, sermaye sahibi burjuvadır. Ortaçağdan bu yana Batıda kurulan görkemli kentlerin, yeni mimarinin, yeni kültürün ve yeni toplumsallığın da hikâyesidir bu. Bu yeni kentte, yöneticiler değişecek, yönetilenler yöneticilerini seçecekler. Yöneticilik, işi bu olan profesyonel yeni bir sınıf oluşturacak, yöneticiden bağımsız mahkemeler kurulacak, dinden bağımsız laik bir hukuk geçerli kılınacaktır. Yeniden tanımlanan insana yeni roller biçilecektir. Vatandaşlık hakkını kazanan insan, yeni hak ve sorumluluklara sahip olacak, bunlar da yasayla teminat altına alınacaktır. Anayasalı ulus devlet modelleri, cumhuriyet tarzı yönetim biçimleri bu süreçte kurulacaktır. Bu yeni durum, batılı aklın kendi sübjektif yorumuyla halkı ve ülkesi kendi mülkü sayılan, iktidar yetkisi tekelinde olan, babadan oğla irsi olarak geçen monarşi-aristokrat idari yöneticilik türünden bağımsızlığa karşılıktır.
Bu kentler, vahiyden bağımsız bilgi üretiminin desteklendiği; dini hukuk yerine laik hukuk sisteminin geçerli kılındığı; dini cemaate aidiyet yerine devlete hak ve ödevlerle bağlı vatandaşlık aidiyetinin kabul edildiği; toplumsal meşruiyetin dinden değil yöneticiyi seçme hakkına sahip cumhurdan-çoğunluktan sağlandığı yeni bir mekânlaşma, yeni bir kültürlenmedir. Bu durum kiliseye karşı, aydınların verdiği destekle yeni bir norm üreterek, dindara, dini cemaate, dini meşruiyete ve dini hukuka karşılıktır.
Keza Kapitalist ekonomik modelin, ticari kapitalizmin, faizli finans mekanizmasının, endüstriyel üretim tarzının, Pazar için üretimin, ulusal din-kültür-dil-tarih kavramının, ulus toplum inşasının, ulusal sınırlar ve pazarların gelişmesi bu kentlerde başlamıştır. Bu durum da, imparatorluk idaresindeki geniş, belirsiz ve geçişkenli sınırlara; dini ekümenikliğe; tarım ve hayvancılık ekonomisine; küçük atölyelerde yapılan imalat sistemine- zanaatkârlığa ve ihtiyaç için yapılan üretime, karşılıktır… Bu bakımdan civilite, laikliğin, ulusal ekonomilerin, ulusal pazarların ve sınırların, ulus ideolojisinin, ulus devletin, ulusal tekçiliğin ve ardından seçimli sistemle yöneticilerin belirlendiği anayasalı cumhuri-demokratik idarelerin ve nihayet sömürgeci kapitalizmin de rahmidir.
“Civilization”;yukarda özetle anlatılan sürecin sonucu, eski dönemin, eski toplumsal durumun, eski aidiyetin devre dışı bırakılarak, insandan, varlık algısından, yaratılış gerekçesinden başlayarak dünya hayatına dair yenilenen topyekûn bir değişikliğin ifadesidir. Yeni bir dünya, yeni bir yaşam tarzı, yeni bir sanat ve edebiyat, yeni bir mimari, yeni bir tarih yorumu, yeni bir insan türü, yeni bir varlık yorumu, yeni bir bilgi türü, yeni bir bakış açısı, yeni bir ahlak ve oradan üretilen bireysel ve toplumsal yeni ilişkiler ve kurallar vs, tüm algı ve davranış kalıplarını içeren norm’lar bütünüdür. Bu durum Türkçede “medeniyet” veya “uygarlık” ifadesiyle karşılık bulmuştur. Bu yenilikler, eskiden radikal bir kopuşu değil, günümüze dek uzanan bir süreci, sürecin aşamalarını ve yenliğin lehine gelişmeyi ifade ediyor.
Bu yeniliklerin kabulü, her yeni değişim sonrası müracaat edilen savunma mekanizmasında olduğu gibi, geçmişin aşağılanarak kötülenmesi ve biçimlendirilmesiyle sağlanmıştır. Geçmiş, bu nedenle gelenek olarak, eski olarak, kötüyü temsil eden bir olumsuzluk ve ilkellik olarak nitelendi. İlerlemeci ve kalkınmacı lineer tarih algısıyla, geçmiş bir daha dönülemez tarihsel zaman olarak kabullenildi. Geçmiş zaman ve mekân, tarihsel olarak, kendi şartlarıyla geride kalmıştı. Aynı zaman, şartlar tekrar yaşanamaz ve üretilemezdi. Geçmişe geri dönülemezdi çünkü geçmiş bir daha gelmezdi. Oysa yeni, değişim olarak, iyi olarak, insanlığın en mükemmel evresi olarak, kalkınmışlık ve ilerleme olarak, tarihin yeni evresi ve tekâmül olarak olumlandı. Batılı aklın kodları, bu sürecin ürünüdür.
(Bu Tarih yorumu, varlık ve bilgi felsefesinden etkilenen Müslüman aklı, Kuran’i tarih yorumu, varlık ve bilgi sistematiğinden koparak zaman algısını, değer yargısını, ahiret telakkisini vs değiştirdi. Batılı aklın tesirine giren akıl, asrısaadeti bile bu nedenle tarihselleştirdi, geride bıraktı. Bir daha yaşanamaz, tarihsel olarak bir daha dönülemez zaman ve şartlar olarak değerlendirdi. Bu arada gelenek, birikim, sahih kökler de terk edildi, aşağılandı. Aynı suda iki kere abdest alınamaz derken mantık oyununa girdi ve sapkın bir kıyas yaptı. Suyla abdesti karıştırdı. Ona göre su akıp gidiyordu. Ve zamanı geriye çevirmek, aynı suda yıkanmak mümkün olmazdı. Dolayısıyla asrı saadet gibi artık tüm geçmiş bir nostaljiydi, Ziondu. Bir daha gerçekleşemezdi. Nostaljiyle de yaşanmazdı çünkü anokronik duruma düşülür, reel gerçeklikle ideal karıştırılmış olurdu. Buysa büyük bir çelişkiydi…
Bu akıl Kur’an’ı da aynı algıyla okuyunca, doğal olarak, bu günkü zamana ve şartlara uymayan hükümleri, geçmiş şartlar ve zamanla kayıtlı olarak okudu, yeniden yorumlamak zorunda kaldı. Şeri hükümler ve ölçüler bu nedenle evrensel olamazdı, geçmişin şartları geçmişte kalmış, bu günse değişmişti. Evrensel olan, din ya da dini olan, ahlakla-ibadetle-maneviyatla sınırlanmalıydı. Dini hükümler, hukuk, dini cemaat ve amaç yeni insana, tekamül etmiş insana, şartlara, tarihsel şimdiki zamana uygun olarak yeniden yorumlanmalıydı. Çünkü realite buydu çünkü şimdiki zaman yaşanıyordu…
Bu görüşü meşrulaştırmak için vahiy telakkisini, Allah ve kutsal algısını, peygamber algısını değiştirmek, hadisi, fıkhı, usulü, yöntemi, geleneği, geleneğe ait birikimi vs dışlamak zorunda kaldı… Bu akılla okuduğu vahiy’den yeni bir din inşasına başladı. Artık vahiy, inzal edilen, teslim olunması gereken değil özneleşmiş insan tarafından anlaşılması ve yeniden yorumlanması gereken bir metindi… Elçilikse örneklik özelliğini yitirdi, kendi çağı ve şartlarıyla sınırlandırıldı. Vahiy kesilebilir miydi? Din evrensel değil miydi? Bu günün elçiliğine soyunanlarınsa ne yapacağıysa belliydi… Buradan ahiret algısına gelmek zorunda kaldı ve bunu da yeniden yorumlamaya başladı. Benzer düşünüş biçimiyle kıssaları, tarihsel gerçekliğe ve olgulara uymayan edebi kurgular olarak okudu. Mucizeleri, bilimsel bilgiyle izah edemediği için metaforik okumaya tabii tuttu…
Yeni din inşası böyle başladı ve bu işlem devam ediyor. İlahiyat bilimleri bu alana ait kılındı ve yönlendirildi. Garabete bakın ki bu aklı yalancı çıkaran yine kendi yorumu olacaktır çünkü bu din inşası, yeni değildi. Yeni tarihsel zamana ait gerçeklik hiç değildi. Kapitalist üretim tarzıyla at başı gelişen Hıristiyan teolojisinin Protestan yoruma tabii tutulduğu 16. Yüzyılda, Hıristiyan ilahiyatçıları bu işleri yapmıştı. Anokronik olan bizim adamdı, bizimkisinin aklıydı. O sadece yeni keşfe çıkmış, eskiyi yeniden üretime sokmuştu. Demek ki zaman yeniden yaşanabiliyormuş.
Bu arada unutulan bir gerçek vardı, 12 Eylül darbesi bu işler için yapılmış, devlet, siyaseten bu karara varmış ve devletle dindar toplum arasında intibak istiyordu. … Ayrıca post modern akıl modern tarih yorumunu 18. Yüzyılda alt üst etmiş, bizzat modernizmin akıl yapısını ve bilgi felsefesinin gerçekliğini sorgulamaya başlamıştı. 20.yüzyıldaysa modern akıl kodlarını ters yüz etmiş, modernizmin kendisini tarihe yollamıştı. Bu defa batılı akıl başka bir evreye geçmiş, varlığı-tarihi, dünyayı-hayatı-ekonomiyi-siyaseti-kenti-toplumu ve kültürü yeniden yorumlamaya ve üretmeye başlamıştı ama yine seküler algıyla. Müslüman aklı onu da geriden takip etmeye, vagonların sonuna olsun binerek evrensel akışa karışmaya çabalayacaktır…)
Sivil toplum ve kökleri
Civilization sürecinde akıl, özne olan birey aşamasına geldiğinde, dini ve ibadeti de yeniden inşa edecektir. İncil ulus dillere çevrildi, Katolik otoritenin yorumları ve ibadetleri bidat ve hurafe olarak dışlandı, İnciller yeni bir okumaya tabi tutuldu. Artık her İncil okuru dini kendisi anlayabilirdi. Otoriteye ihtiyaç yoktu. Allah tasavvuru, vahiy-peygamber-ahiret inancı ve telakkisi, ibadet gibi dine ait temel değerler, bu süreçte, bu akılla yeniden tanımlandı. Nihayet bu çabalar, Protestan tarzı yeni bir mezhebi hareketi geliştirdi. Bu teolojik kabül, yeni gelişen kapitalist ekonomik süreçle birlikte kapitalist ahlakı, ibadetsiz ve şeriatsız dini algıyı meşrulaştırdı. Bu sürecin en önemli gelişmesi, bireyin özne olması, kutsal dahil her değerin nesneye dönüştürülmesidir.
İlk dönemlerde civil (sivil) insan, aynı zamanda kraldan bağımsızlığı, özel mülkiyeti savunan burjuvadır. Sivil toplumda, burjuva sınıfının yeni kurduğu kentlerde, kral ve kilise tarafından kutsal hukukla korunan ve tanrıya ait kabul edilen mülk-mülkiyet anlayışını ve tekelini kırarak, yazılı sözleşmelerle özel mülkiyet haklarını kazanan, bu hakkını da korumak için laik hukuku geliştiren burjuva toplumunu ifade ediyordu. İlk sivil toplum hem yeni kentli toplum hem de burjuva sınıfıdır yani… Sivil toplum süreçte içerik ve amaç değiştirecek, sermayenin hegemonyasından kurtulmaya çalışan, süreç boyunca sermayeye karşı devletin yanında duran; sosyal devleti savunan, refahın paylaşılmasını isteyen bir topluma dönüşecektir. Sivil toplum burjuva sınıfına karşı olacaktır yani. Bu süreçte sanatı, bilimi, edebiyatı, kültürü üretmek; gelir dağılımının ve sınıf farkının doğurduğu toplumsal adaletsizliğe ve siyasi baskılara karşı çıkmak; bu bağlamda özgürlüğü-eşitliği-adaleti savunmak gibi amaçlar, sivil toplumun varlık gerekçesi olmuştur. Marksizm’in de devreye girdiği süreç bu devredir. Sivil toplumu en çok tartışan, işçi sendikalarıyla modeli geliştiren ve örnekleyen bu guruptur. Sivil toplum yenilenen bu amaçlar doğrultusunda devletin yanında örgütlenip sermayeye karşı mücadele eden bir toplumdur bu süreçte.
Sosyal devlet politikası ve uygulamasının terk edildiği günümüz küresellik sürecinde, sermayenin karlı gördüğü her alana el attığı ve dolayısıyla devlet iktidarı karşısında daha güçlü pozisyona gelip devleti dönüştürdüğü bilinmektedir. Bu nedenlerle doğası gereği kar güdüsüyle hareket ettiği için toplumsal sorumluluktan uzak duran örgütlü kapitalist-özel sermaye, küresel çapta siyasi ve iktisadi kurumsallaşmasını tamamlamıştır. Sermayenin bu devrede sendikalar ve sivil toplumlar dahil tüm muhalefeti tasfiye ettiği, rakipsiz kaldığı da bilinmektedir. Sivil toplumun doğası gereği karşıtı olan baskı aygıtı politik toplum (devlet) de eskisi gibi sosyal-toplumsal sorumluluklarını yerine getirememektedir. İşte bu devrede örgütlü sermaye karşısında insanı ve doğayı savunacak, sosyal ve toplumsal sorumluluk taşıyacak, eşitlik ve adaleti sağlayacak devlet (politik toplum) dahil örgütlü bir toplum kalmamıştır.
Bu süreçte sermaye, doğayı, çevreyi, yeşilliği, suyu, insanı, doğal kaynakları, ülkeleri hatta atmosferi de talan ederken; insanlığı nükleer felaketle karşı karşıya bırakmış; toplumsal planda da insanı yoksun, fakir, çaresiz ve sahipsiz kalmasına neden olmuştur. Sivil toplum bu aşamada yeni amaçlar edinecek ve mücadele alanı açacaktır. Toplumsal alanda paylaşım -eşitlik-özgürlük-adalet arayışını sürdürmek; doğayı, çevreyi, atmosferi ve dünyayı korumak; nükleer enerjiye karşı çıkmak vs, yeni amaçlardır. Sivil toplumun artık bu amaçlarla yeniden şekillenecektir. Dolayısıyla sivil toplumda da bu aşamada küreselleşmeye ve küresel çapta örgütlenmeye çalışmaktadır. Herkes için yaşanabilir yeni bir dünya, yeni bir toplumsal düzen, küresel eşitlik ve adalet gibi sloganlar bu dönemin çarpıcı sloganlarıdır. Kendince bir tasarımı ve varlık felsefesi kalmayan Müslüman akıl da bu sloganların peşinde yeni sivil toplumun eklentisi olmuştur.
Sivil toplumun bu devredeki faaliyetleri arasında en ilginç olanı, küresel çapta yayılan sermaye hareketliliği sonucunda oluşan katliamlara, savaşlara ve sefalete karşılık ulusal-uluslararası çapta insani yardım kuruluşları faaliyetlerini geliştirmek olmuştur. Bu kuruluşlar bir taraftan insani duyguları harekete geçirip yardıma koşarken diğer taraftan da sermayenin ve sistemin tartışılmasına, eleştirilmesine perde oluşturmaktadır. Bu eleştiride niyetlerin veya insani çabaların gözden düşürülmesi değil, başka bir şey tartışılmaktadır. Nitekim sermayenin geri planda bu kuruluşlara destek verdiğini, küresel çaptaki yardım faaliyetlerini örgütlü sermayeyle birlikte yaptıklarını söyleyenler, çelişkiyi değil doğru yorumu ifade etmektedirler. Çünkü sivil toplum bu aşamada, sermayeye karşı, sermayenin sosyal ve toplumsal sorumluluğunu yerine getirmesi talebi ve mücadelesine yoğunlaşırken, sermayenin kendisinin ve yaptıklarının tartışılması önünde engel olmaktadır. Ayrıca sermaye siyasi ve iktisadi alanda kurumsallaşmasını tamamladığında, gücünü tescillemişti ama kültürel alanıysa boş bırakmıştı. Şu halde sermaye boş bıraktığı alanda sivil topluma yol göstermiştir. Bu bir çelişki değil fotoğrafın tümünü görmektir.
Başına “insani” niteliği ekleyerek algı bozukluğu üretmek, sermayeye sosyal sorumluluğunu hatırlatacak çerçevede kalmak ve sekülerliğe meşruiyet sağlamakla neticelenen yeni süreç budur. Çünkü tüm bu küresel sivil toplum faaliyetleri nihayetinde sermayenin yapıp ettiklerine endekslidir ve sorgulanan asla sermaye olmamaktadır. Gerçekteyse sorgulamayı ve sistem eleştirisini yapacak olan örgütlü toplum, asla sivil toplum olmayacaktır. Çünkü sivil toplumun doğası buna müsait değildir. Dolayısıyla sistem ve sermaye sorgulaması yapacak, dikkatleri gerçeklere yönlendirecek olan ancak ideolojik örgütlenme biçimiyle, devrimci toplum olacaktır. Oysa hatırlanırsa bu tür ideolojik toplum ve devrimcilik, sivil toplum sayesinde gözden düşürülmüştü. Bu noktalar her daim akılda tutulmalıdır. Ayrıca unutmayalım ki, ideolojiler gözden düşürülürken devlet-devrim tartışmaları ve başka bir toplumsal model talepleri de peşinden unutturulmuş, onlar tartışılarak değersizleştirilmişti.
Küresel sivil toplumun neleri gündem ettiği, nerelerde ve ne amaçla mücadele ettiği hatırlanırsa, süreçte Müslümanların giderek nasıl sivilleştiği de düşünülürse, anlatılanların anlaşılması daha kolay olacaktır. Çünkü bu dünyada sistemi esastan eleştirecek ve yeni bir model üretecek olan sadece Müslümanlık kalmıştır. Evet koca dünyada sadece Müslümanlık. Çünkü geriye kalanların tümü sivilleşerek küresel sistemin parçası olmuşlardır. Bu devrede Müslümanlıkla Müslümanlar ifadesini özellikle ayırt ettim. Çünkü ikisi aynı şeyi ifade etmiyor. Dolayısıyla Müslümanlık bu devrede olmazsa bile yakın bir gelecekteki Müslümanlar eliyle bu köklü değişim iradesini muhakkak gösterecektir. Tarihin sonu gelmedi, neoliberalizm, insanlık için son aşama değildir. Bu bakımdan Müslümanlık doğru bir Kuran’i yorumla tarihsel zaman ve şartları her zaman değiştirebilir ve yenileyebilirdir. Dini algıya göre eski zamanlar her zaman yeniden üretilebilir, yeni bir tarih, asrısaadet dönemi gibi yeniden yaşanabilir. Çünkü din, şartlara değil insanlara hitap etmektedir. Çünkü ibadetlerin tümü, eskiyi yeni durumda yeniden canlandırmaktır ve bu her daim yaşanan bir gerçekliktir.
Özgürlük
Bunca girişten sonra özgürlük kavramına geçiş yaptığımızda, kavramın içeriğinin daha anlaşılır olduğunu düşünüyoruz. Modern algıyla üretilen kavramların çoğunda olduğu gibi özgürlüklerin tümü, Batılı tarihin ve toplumsallığın kendi süreci sonucunda ürettikleri bir sonuçtur. Bir taraftan da batılı insanın kendini şartlarında arayış çabasını ifade eder. O nedenle Batılı aklın özgürlük arayışı, öncelikle ve en temelde, kiliseden, kilisenin tanrısından, kutsaldan, cemaatten ve dini hukuktan kendisini kopartmasıyla başlar. Çünkü ortaçağ boyunca ondan çok çekti. Artık kendi değerlerini ve meşruiyetini dinden değil kendi aklından almaya başladı. Bu gelişme bilgi kaynağını İncil’den, İncil ayetlerinden kendi aklına döndürmesi, hakikatin tekelinin bu akılla üretilen bilimsel bilgiye, test edip doğrulayabildiği bilgi anlayışına tanımasıyla neticelendi.
Artık gaybi bilgi değil, bilimsel bilgidir onun için kutsal olan. Böylece bilimler ikiye ayrıldı; test edilemediği için vicdani-manevi- metafizik âleme, ruhaniyet alanına ilişkin olarak ilahiyat-teolojik-dini bilgiler; test edilip doğrulanabildiği için fizik âleme-dünyaya-bedene-akla ait alana ilişkin fen-sosyal-insani bilimler olarak. Giderek tanrı buyruğu gibi kutsallaştırılan bilimsel bilgi, kendi verileriyle ilahiyat bilimlerini ve ilahiyatçıyı da etkiledi ve ilahiyatçı, ilahiyat bilgilerini bilimsel bilgilerle savunmak, izah etmek zorunda kaldı. Yeni din inşası-icadı ve teolojik yeni kabul bundan sonra başlamıştır.
Bu çerçevede, bilimsel bilgiyle ispatı mümkün olmayan dini-gaybi-mucizevî bilgiler, ahirete ait ilkeler ve nihayet kıssalar, bu akılla ve bu bilgiyle yeniden yorumlanmak zorunda kalacaktır. Kutsalın, kitabi ayetlerin tarihselcilik tekniğiyle, hermenotik yorumla, semantik yöntemlerle ve dil kurallarıyla çerçevelenip sadece o bakış açısıyla yeniden anlamlandırılması; ayetlerin vahiy değil tarih veya edebiyat metinleri gibi bir metin okumasına dönüştürülmesi; öznenin kutsal metinler değil bu akl olması, bu nedenledir. Bu sürecin ürünüdür. Dolayısıyla, dünya-ahiret hayatına, dini-dünyevi hayata ve ibadete dair değer yargıları, toplumsal düzenleme bu akılla yeniden tanımlanacak, düalist-seküler düşünen akıl, kuralları yeniden belirleyecektir. İbadet algısı ve pratiği de aynı akılla dünyevi hayattan, şeri kurallardan, yeniden diriliş sonrası ahiret yurdu bağlantısından böylece kopartılmıştır.
Tarihin yeniden yorumlanması, varlığın ve yaratılış gerçeğinin yeniden tanımlanması, toplumsallığın yeniden üretilmesi, anlamın ve yorumun yeniden keşfi, özne olan bireyin ortaya çıkması vs tümü, bu gelişmelerin ürünüdür. Aynı akıl yapısı, geçmişi kendi yorumladığı için anın izahını ve gelecek tasavvurunu da kendisi belirleyecektir. Kutsalı reddettiği süreçte, ahiret cennetini yok sayacak, maddi-fiziki-bedeni âlemde hazzı önemsediği için cenneti de bu dünyada kuracaktır. Bu nedenle, özgürlük, yukarda anlatılan tüm sürecin en anlamlı kavramlarından biridir.
Dinden, vahiyden, inzal edilene teslimiyetten kopan Batılı aklın özgürlük arayış süreci, yeni bir din inşasından sonra, akabinde kendi üzerinde baskı yapan, amaçları uğruna kendisini yönlendiren devletten, iktidardan, toplumdan, aileden, ahlaktan, kamusal yarardan da özgürlüğünü alacaktır. Nihayet bireyin özgürlük yürüyüşü kendi üzerinde baskı yapması muhtemel tüm otorite ve amaçlardan bağımsızlığını elde etmesiyle nihayet bulur. Artık birey, kendi başına bir değer, kendi başına bir amaç ve sondur. O nedenle başkalarının amacı için kullanılacak bir araç-nesne olmaktan çıkmıştır. Onun adanacağı ve ölümü göze alacağı değer artık dünyevi haz, bedeni tercih, fantastik arayışlar ve hatta intihar denemesidir.
Bundan böyle sadece kendisi için yaşayan, kendi özgürlüklerine baskı yapmadığı ve hayatının tümüne değil parçalı alanına ve ilişkilerine yönelik olduğu sürece sivil toplum üyesi olarak sosyal-kültürel-dini etkinliklere katılan birisidir. Çünkü sivil toplum, sisteme karşı olan bir yapılanma değil, kendi özgürlüğünü de koruyan sistem içinde, kendi özgürlük alanlarını savunan bir örgütlenme biçimidir. Bu nedenle kendisi kazanıp kendisi harcayan, hazzı amaç edinen, istediği gibi düşünmeye ve inanmaya hakkı olan, bu gibi nedenlerle kimseye de hesap vermeyen özgür birey budur. Bu bireyin, bu akılla yaptıklarının tamamı, aydınlanma felsefesinin ve modern aklın büyülü sözüne itibar edip ona itaat etmesi dolayısıyla ibadet algısına tekabül eder. Gerektiğinde bu söz uğruna ölümü göze almıştır çünkü.
İnsanoğlu, yaklaşık dört yüz yıl süren bu süreçte, ne kaybettiğini henüz anlamaya çalışmaktadır… Bu tablo, çağdaş Müslümanların düştüğü durumunu, ilgi alanını, iddialarını, savunmalarını ve tartışmalarını açıkça izah ettiği gibi, dini-ibadi algı ve pratiğindeki bozulmayı da gösteren net bir tablodur. Çünkü o da tipik bir batılı gibi düşünmektedir. Uzun lafa ne hacet, Müslüman toplumlara, Müslüman bireylere bakıp şekil A’yı görmek mümkün değil mi? Benzer sürece ve bozulmaya, Batılıların bıraktığı yerden devam edenlere, son vagonda da olsun rotası belli yolculuğa katılanlara bir “hoş geldin” demeyelim mi?..
Özgürlük, başlangıcı ve süreci itibarıyla üç aşamalı bir süreçtir. Birinci aşama “liberty”; ülkesi işgale uğramış toplumların, direnerek bağımsızlığına kavuşması, egemenliğini yeniden elde etmesidir… İkinci aşama “freedom free”; devlet otoritesinden, din-kilise baskısından, cemaatten, aile bağlarından, kamusal yarar ve ulusal çıkar gibi bireyi kendi amaçları için yönlendiren her tür ilke, kurum ve otoriteden bağımsız olmak. Dini referanslı ahlaki değerlerden ya soyutlanmak ya da yeni ‘etik’ değerler üretmek. Bu aşamada birey, kendisi amaç olan bir varlıktır. Yani, başka hiçbir amaç için kullanılan araç değildir… Üçüncü aşama “emansipasyon”; tamamıyla free olmak, kafana göre takılmak. Bu aşamaya gelen birey, kendisi dışında dinle ve başka bir otorite veya amaçtan tamamen bağımsız hale gelmiştir. Bu tür amaç ve otoritelerle kuracağı ilişkiyi, bundan böyle kendisi belirleyecektir. Çünkü artık özne olan bireydir, kararı hiçbir baskı ve yönlendirme altında olmaksızın kendisi vermektedir.
Tipik ve çarpıcı anlamda bir örnekleme olarak, onun vücudu, bireyin kendi özel mülküdür artık. O nedenle kendi vücudu üzerinde dilediği gibi tasarruf etme, dilediği tercihte bulunma hakkına sahiptir. Kimse de onun bu haklarına müdahale etmemelidir. Cinsel tercih, nikahsız beraber yaşam, içki, kürtaj, çocuk ‘yapma’, teşhir kültürü ve intihar gibi eylemlilikler, meşruiyetini bu algıdan alıyor.
Sadece bu örnekte görüldüğü gibi, özgürlük algısının doğal süreci olarak Allah’ın kuluna bir emaneti olan vücut-varlık anlayışı burada çökmüştür. Yaratılış ilkesi ve amacı gibi dine ait imani kabul, burada yoktur. Nitekim bir Müslüman için geçmişte, ensest ilişkiler, nikahsız birlikte yaşam, içki ve zina, lezbiyenlik ve homoseksüellik, kürtaj ve organ bağışı, tesettür ve mahremiyet, aile ve nesil, namaz şekli ve oruç, intihar ve günah, vücut ve tüketim üzerinden teşhircilik, nimetler ve haram gibi bir yığın ibadet uygulaması, vücut ve varlık inancı üzerinden anlamlıydı. Allah’ın sözüne itimat eden Müslümanlar için vücut üzerinden yapılan binbir türlü sapkınlıklar geçmişte asla sorun olmamış, onlar, Kuran’da anlatılan kıssalar ve gaybi haberlerle uyarıldıkları için sakınmışlar, ilgilerini de çekmemişti. Hatta tüm bunları asla hak ve özgürlük olarak değil sapkınlık-bozulma olarak görmüştü.
Benzer şekilde Müslüman aklı, tesettür, namaz, oruç, iffet, namus, nikahlı ilişki, salih nesil, aile, mahremiyet, faiz, helal kazanç, yeme-içme gibi nimetler bağlamında helal ve haram gibi nice emirlerin de, bu vücut üzerinden emredildiğinin bilincindeydi. Çünkü haram, Müslüman’ı bozardı. Mahrem mahremdi. Teşhir-gösteriş riyaydı, günahtı. Fıkhi hükümlerin tümü ahlakilikle bağlantılıydı. Nebevi sünnet gerçekten uyulması gereken bir örneklikti. Ne yazık ki günümüz ortalama Müslüman aklı, onlara yol gösteren modernist-bilimsel bilgicilerden, kendilerine sunulan rol modellerden dolayı şaşırmış, çağdaş batılı akıl yapısının düşünüş biçimiyle pratik ürettiği için de kendi doğru yolunu şaşırmıştır. Özgürlüğü, sivilliği, laikliği, demokrasiyi, bireyselliği, özel mülkiyeti, serbest Pazar ekonomisini bir matah sanıp aldanmış, süreç içinde seküler labirentlerde yolunu şaşırmış, altından kalkamadığı modern bagaj yüküyle de beli kırılmış durumdadır… Tarihin öğrettiği ibretlerden birisi de, bedeni köleliğe çare bulunabildiği halde zihinsel köleliğe çare yoktu. Oysa Kuran’da Allah, Yahudi kavminden uzun uzun bahsederken tam da bu durumu anlatmaktaydı…
Sorun, dünyevi hayatını, batılılar gibi tanzim etmeye ve onu taklit etmeye çabalarken, kalkınmayı, refahı, adaleti, özgürlüğü ve eşitliği bulmayı ummak, bu arada demokrasiye geçerek baskıcı rejimlerden de kurtulmayı düşlemekle başladı. Bunların birbirinden ayrı olduğunu düşünerek indirgemecilik yaptı ve aldandı. Bu süreçte akıl yapısını bozup ibadet algısını değiştirdi, o düşünüş biçimiyle de dinini yeniden inşaya başladı. Allah’a güveni kalmadı. Komplekse düştü, savunmaya geçti ve kökleriyle bağını kopardı, köksüzleşti. Dini sadece kendisi anlayan türedi biri oldu. Yeni bir din türetti. Kendi itimat etmesi gereken söz ve sahih gelenek yerine batılı aklın sapkın sözüne itimat ederek varlığını ve ilişkilerini meşrulaştırmaya, yaşam biçimini o yönde oluşturmaya kalkınca, kulluk ve ümmet bilincini de yitirdi. Buna karşı sivillik, sivil vatandaşlık paydasıyla yeni bir birlik kurmaya kalkıştı. Özünü, gücünü ve iradesini de kaybetti, amacından saptı. Zillete düçar oldu… Genel olarak ümmetin birkaç yüz yıllık hikayesi de budur.
Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir