Küresellik ve İslami Kimlik -IV-

Küresellik ve İslami Kimlik -IV-

MÜSLÜMAN KİMLİK
Bitkiler ve hayvanlar ruh taşıyan varlıklar değildir. Bunlar doğdukları zaman neyse ömürlerini öyle tamamlar. Yükselmesi, alçalması veya değişmesi söz konusu olmaz. Dolayısıyla bunlarda bir şahsiyet ve kimlikten söz edilemez. İnsanlar böyle değildir. Ruh taşıyan varlıklardır. Fıtrat üzere doğarlar. Doğuştan bir şahsiyet ve bir kimlikle dünyaya gelmezler. Şahsiyet ve kimlik dünyada kazanılan vasıflardır. Bu vasıfları kazanmayanlar hayvan ve bitkiler gibi yaşar, gelir ve giderler.
İnsan olarak bizler bu dünyaya bir yerden savrulmadık. Tesadüfen gelmedik. İki insanın haydi bir çocuk yapalım demesiyle de olmadık. Hani derler ya insan doğunca, dünyaya geldi. İşte, bizler dünyaya bir yerden geliyoruz. Adem babamızın zürriyetinden yaratıldığımızda ruh sahibi varlıklar olarak rabbimiz Allah’a topluca bir söz vermiştik. Ruhlar aleminde sözleşme yapmıştık. Ondan sonra sırası gelen dünyaya geliyor. İmtihan alanına giriyor. Ömrünü tamamlayıp tekrar geriye dönüyor. Bu dünya hayatında da verdiğimiz o sözde durup durmadığımız belli olacak. Bizim yaratılış hikayemiz bu.
Akdine sadık kalan, dünyada da rabbimiz sensin diyenler şahsiyet sahibi olanlardır. Kimliklerini bulanlardır. Deist, panteist olanlar, evrim ve tekamüle inananlar, bilimsel bilgiyi hakikat sananlar, dinlerini Hıristiyan veya Yahudileştirenlerin sözleri de yaptıkları da bizi ilgilendirmiyor. Onlar ruhsuz varlıklar gibidirler. Bizi ilgilendiren Fatiha suresinde okuduklarımızdır.
Kuran inanan insan için bir hidayet rehberidir. Onunla dünya hayatında sapkınlardan ve gazaba uğrayanlardan ayrışarak doğru yolu buluruz. Doğru yolun ne olduğunu Allah uzun uzun anlatıyor. Peygamber kıssalarından ve insanlık tarihinden örneklerle gösteriyor. Anlıyoruz ki Allah, Rablardan bir rab değil, ortaklığa da razı değil. Allah’ın din gününde hüküm verecek tek hakim olması, dünya hayatıyla bağlantılıdır. Çünkü orada hüküm verilecektir. Burada Onun buyruklarına uyanlardan razı olacağı, uymayanlardan intikam alacağı açıkça bildirilmiştir.
Osmanlı döneminde bir köyde ezan okuyacak kimse kalmamış. O zamanlar kozmopolit bir toplum var. Bir Ermeni biliyormuş. Ona ısrar etmişler, yok falan dediyse de kabul etmiş adam mecburen. Çıkmış minareye ezan okuyor: “Allah-ü Ekber, Allah-ü Ekber”, “derler” diyormuş. Kıssadan hisse, Kuran bizim için bir hidayet kitabı mıdır yoksa “Allah böyle böyle diyor” dediğimiz bir kitap mı? Kuran’a göre şekilleniyor muyuz yoksa Kuran’dan istifade ederek dünyalığımızı mı düzeltiyoruz. Burasını netleştirmeliyiz.
Kapitalist serbest Pazar ekonomisi derken günlük hayatta olduğu kadar toplumsal hayattaki pozisyonlarımıza da tesir eden bir sistemden bahsediyoruz. İnsanlığı çepeçevre kuşatan bir sistem bu. Dolayısıyla şahsiyetimiz ve kimliğimize de tesir ediyor. Uluhiyet ve ubudiyetle doğrudan alakalı bir hayat tarzı dayatıyor. Verili dünya hali, yaşadığımız hayat gerçeği bu. Sistem bu haliyle yeryüzünde rablik ediyor. Kendi değerlerini geçerli kılıyor. Haramı kurumlaştırıyor, fesadı yayıyor. Aklı, nesli ve dini bozuyor.
Şu halde, bu küresel düzende hiç bir şey olmamış gibi yaşayabilir miyiz? Kuran’dan istifadeyle, hiç bir şeyde yokmuşçasına, bu hayatta normal bir pozisyon almaya rıza gösterebilir miyiz? Ermeni gibi ezan mı okuyacağız yoksa ezanın dinin temeline şahadet ettiğini mi fark edeceğiz. Burasını da netleştirmeliyiz ki kimlik konusunu doğru anlayalım.
Kimlik kazanılan, edinilen bir vasıftır. Kabaca insan ilişkilerinin, davranışlarının totalini ifade eder. Bir başka deyişle “hulk” tan kaynaklanan ve yaratılışla uyumlu olan her tavır, tarz ve fiillerin toplamıdır. Kimlik, özelliği itibarıyla icbar eder. O halde kimliği şekillendiren, insanı öyle değil de böyle davranmaya icbar eden nedir? Müslüman kimliği söz konusuysa elbette imandır. O halde kimlik, imani unsurlarla toplumsal hayatın bütünleşmesini icbar eder.   
İman, kalpte ve zihindedir. Niyetle alakalıdır. İçseldir. Bu alan şüphelerden arınmış, eminlik kazanılmış bir alandır. Allah’a güvenmek, Allah’tan emin olmak, Allah’ın güvenlik alanına girmektir. Bu alana hiç bir güç müdahale edemez. Ancak iman bu alanda kalmayıp Müslümanlığa dönüşmesi gerekir. Çünkü iman etmiş olmak yetmiyor. İman Müslümanlığa dönüşmüyorsa iki şeyden bahsedilir: Ya imani unsurlarda şüphe vardır ya da Hıristiyan veya Yahudilik söz konusudur.
İmanın sınanması gerekiyor. Bu sebeple imanın sahibini Müslümanlaştırması şarttır. Sahih iman, sahibinin önce niyetini değiştirir, sonra davranışlarını düzeltir. Onu yönlendirir ve bir kalıba sokar. Genel olarak imanı ölçüye göre kurulan tüm ilişki biçimlerine Müslümanlık diyebiliriz. Haram helal ölçüsü de dediğimiz Allah’ın razı olduğu tavırları almak yani. Bu hal, toplumsal ve ferdi hayatın bütününü imanla birleştirmek oluyor. İman ile salih amel arasındaki ilişki gibi, hayatı imanla uyumlu hale getirmek oluyor.
Müslüman kimlik, icbar edicidir. Neye icbar eder? İmanla toplumsal hayatın bütünleştirilmesine. Bu vasfı kazanmak, Müslüman kimliğe sahip olmaktır. Bu kimlik en başta, dünya hayatına bir iman küfür mücadelesi olarak bir anlam verir. Bu telakki, toplumsal hayatta, her şartta ve her zaman haram ve helal ölçülerine titizliğe sevk eder. Kimliğin terakkisi yani ihsan, haramlarda titizlik olduğu kadar karşılıksız vermeye tekabül eder. Böylece kimlik diğer her kimlikten ayrışır. Bu ayrışma doğaldır.  Ayrışma, haramların terki ve farzların ikamesi uğruna sabırla, kararlılıkla mücadele etmektir. Bunu, iman gücü dediğimiz ittika ile sağlarız. 
Kapitalizm bir kimliktir. Tıpkı laiklik veya sivillik, liberalizm, ahlakçılık, ulusçuluk gibi. Bu kimliklerde icbar edicidir. Kendi iman unsurlarıyla toplumsal hayatı kendilerine göre bütünleştirir. O nedenle İslam’da çok tanrılı bir din, çok kimlikli bir iman kabul edilmez. Bu sebeple şirk temelli bir toplumun gönüllü parçası olmak, “harama hile katmak” gibi tüm ilahları razı etmek olur. Diğer ilahlar bundan şikayetçi olmayabilir ama Allah bu durumu affedilmez en büyük günah sayıyor.
“La ilahe illallah”daki ilah, ilahlardan bir ilah olmadığı gibi ilahlar hiyerarşisin en tepesindeki ilah da değildir. Pazar ekonomisi en yüce rabliğini ilan etmiş, hükümlerini hayatın her alanında geçerli kılmışsa, müşrikler Müslümanlara hükmediyor demektir. Bu şartlarda bir Müslüman bu toplumun bir parçası olmaya razı gelirse kimlikte bir sorun var demektir. Kimlikteki sorunsa iman unsurlarında sorun olduğuna işarettir.
Müslüman kimlik, Müslümanlık dışında her ne varsa onu dışarıya atar. Çünkü Müslümanlık, şirkten arındığı kadar kötü huylardan ve kötü davranışlardan da arındırılmış bir haldir. Arınma, dışarıya atılan diğer kimlikler, dolayısıyla diğer inançlar, diğer huylar ve diğer tavırları terk etmektir. O sebeple Müslüman kimlik, terk edilmesi gerekenlerin etkisinden kurtularak edinilmiş, kazanılmış bir vasıftır.
HZ. PEYGAMBERE BAKARKEN
Meşhur hikayedir, Karadenizli altı yedi kez hacca gitmiş. Demişler ki fazla oldu, peygamber bir kez gitmişti. Demiş ki “onun Müslümanlığı o kadarmış.” Başka bir versiyonu “onun takvası o kadarmış.”
Peygambere din öğretecek halimiz yok. Dini ondan öğreneceğiz. O halde bu konuda ona bir bakalım.
Mekke’de, Risalet’in dördüncü yılından sonrasıydı. Müslümanlarla müşrikler arasında ayrışma olmuş, ortaya ikili bir toplum çıkmıştı. Bu sebeple de fiziki çatışmalar başlamıştı. Habeşistan hicreti bu sebebin zorunlu sonucuydu. Geride kalan Müslümanlarsa kısa bir süre sonra muhasara edilecekti. Çok zorlu günlerdi. Artık hiç bir Kureyş’li Muhammed(s)’ı dinlemiyordu. Buna izin vermiyorlardı. O da, daha önceden de yaptığı gibi, hac aylarında Mekke’ye gelen hacılara, kurulan panayırlardaki kavimlere uğruyordu. Bu süreçte Hz. Peygamber artık sadece bir davetçi değil aynı zamanda Müslüman bir toplumun siyasi lideriydi. Bir taraftı yani. Görüşmelerde kendisini arz ediyor, uygun bulduklarıyla melce işini görüşüyor, bulmadıklarına da davetini iletiyordu.
Kureyş’in adamları onun arkasından aleyhte propaganda yapıyor, onu yalancılıkla ve sihirbazlıkla suçluyorlardı. Bu sebeple peygamber, diğerleriyle konuşurken kavminin kendisini terk ettiğini, arkadaşlarına zulmettiklerini de anlatıyordu. Kureyş bu görüşmeleri engelleyemediği için Araplar nezdinde itibar kaybettiklerini, dolayısıyla zarara uğrayacaklarını düşünüyor, çare arayıp duruyorlardı. Habeşistan’a giden muhacirleri geri alamadıkları için itibarları sarsılmış, kahrolmuşlardı.
Siyercilerimizin de belirttiği gibi, bu şartlarda nazil olan ayetler, “Kafirûn” süresinde olduğu gibi Müslümanların toplumsal pozisyonlarını ifade ediyordu. Bu devrede nazil olan ayetlerde Müslümanları ve durumlarını ifade eden kelimeler şunlardı: “Müslümanlar ve müşrikler”,  “Müminler topluluğu ve kafirler”, “rablerinin davetine icabet edenler”, “işlerini aralarında istişare ile yürütenler”, “topluca hareket edenler”, “taife”, “ferik”… Bu kelimeler bundan önceki devrede ve şartlarda nazil olan ayetlerde kullanılmamıştı. Çünkü Müslümanlar bu pozisyonda değillerdi. O devrenin ve pozisyonun kelimeleri dolayısıyla farklıydı.
Bu ifadeler karşılıklı iki gruptan, birbirinden bağımsızlaşmış iki topluluktan bahsediyor. Bu iki grup arasında bir “din” veya “siyaset” savaşı başlamıştı. Ortaklık veya reislik gibi ciddi teklifler bu şartlarda ortaya getirilecektir. Tekliflerin hiç birisini kabul etmeyen Hz. Muhammed’i öldürme kararı dahi almışlardı. Bu şartlar Müslüman kimlik dediğimiz vasıfların kazanılmış olmasını örneklemektedir. Burasını iyi kavramak gerekir. Bu işler atmosferde, soyutta, hayatın dışında bir yerde gerçekleşmiyor. Muhammed(s), kıyamete kadar geçerli olmak üzere Müslümanlara şunu öğretti: “Ben bu işi iktidar olmak ya da zengin olmak amacıyla yapmıyorum ki…”
Şunu diyorlar, kavmimizi ikiye böldün. Ortaklığa razı olmadın. Reislik ve servet teklifimizi de kabul etmiyorsun. İyi de bizden ne istiyorsun o zaman? Tek kelime: “La İlahe İllallah.” Yani, malınız sizde kalsın, zaten sizin. İktidarınız da. Sizden bu kelimeye gelmenizi istiyorum. Allah’a ortak koşmayın.  Allah’tan gelenlere ve hesap gününe göre düzeltin kendinizi. İşlerinizi buna göre yapmaya başlayın. Siz düzelmezseniz de ben o yolda yürürüm. Önüme çıkarsanız, engellerseniz, çatışma çıkarırsanız da, siz bilirsiniz. O durumda herkes bildiğini yapsın.. Hepsi bu. Demek ki tevhid kelimesi hayatı ilgilendirdiği gibi bir sürü şeyi de çağrıştırıyormuş! Kimliğinin kazanmış Müslümanlık budur.
Bu devrede peygamber ve arkadaşlarının başına gelenler, iman edenlerin Müslümanlık aşamasını ifade etmektedir. Yani toplumsal çapta pozisyon almak, kavim temelli toplumlarından kopmakla ilgilidir. Oysa Risalet’in ilk üç yılında böyle bir ayrışma ve çatışma olmamıştı. Ama ayetler de o zamanlar Müslüman kelimesini kullanmamıştı. Ne zaman ki ayetler Kureyş’in atalarını, ilahlarını ve dinlerini aşağılamaya başladı, o zamana kadar “arınıp” da “iman etmiş” olanlar kendi toplumsal pozisyonlarını “silme” girerek aldılar. Habeşistan’a hicret zorunluluğu bu sebeple olacaktı. Boykot bu sebeple başlarına gelecekti. Müslümanların onlarcası bu sebeple şehit edilecekti. Onlarcası Kureyş’in baskısına dayanamadığı eski dinlerine dönecekti.
Müslüman tabiri veya kimlik izharı, toplumsal olarak pozisyon almaya karşılıktır. Medine’de bedeviler için kullanılan aynı kelime, kelime olarak kullanılırken başka şeyleri çağrıştırmaktadır. İkisini birbirine karıştırmamak gerekir. Ayrıca Müslümanlık, “Hulf-ul Fudul”, “Mutayyebun” ve “Ahlaf” gibi grup olarak veya “Ümeyye”, “Esed”, “Haşim”, “Mahzum” Oğulları gibi asabiye temelli kabile olarak, Kureyş’in, Kureyş kavminin/toplumunun bir parçası veya bileşeni olmak da değildir. Tam tersine iman temelli birleşen, kendi değerleri üzerine işlerini gören bağımsız başka bir toplumu ifade ediyor. Toplumsal, hukuki, siyasi bir tarafı/taifeyi ifade ediyor.
Bu şartlarda davetin, işkence ve direnişlerin, sabrın, Habeşistan Hicretinin, karşıdan gelen uzlaşma tekliflerinin, kavimlerle sürdürülen görüşmelerin, boykotun, Taif seferinin, eman almanın, Yesrib’e gitmenin bir anlamı, bir hukuku vardır. Türkiye’de anlaşıldığı gibi şayet Hz. Peygamber sadece bir “tebliğci” olarak devam etseydi, Müminlerde toplumlarının bir parçası kalarak yaşamaya devam etselerdi, bu ve benzer gelişmelerin hiç birisi olmayacaktı. Olması da gerekmeyecekti. Diğer peygamber kıssaları nakledilmeyecekti. Tevhid kelimesi, kelimelerden bir kelime gibi telaffuz edilecekti. Toplumlarında yaşayan “Hanifler” gibi etliye sütlüye karışmadan gül gibi geçinip gideceklerdi!
Geçişte kopuşla ilgili bir iki kelam etmeli. Tevhid kelimesi, ilk başta düşünüş ve bilgi biçimi olarak ayrışmaya yol açar. Rububiyet ve ubudiyet temelinde iman küfür meselesidir bu. Bu kabul, günah sayılan huylardan ve hallerden arınmayı getirir. Arınanlar, müminler olarak birbirine yakınlaşır. Bu yakınlaşma, kavimlerinin inançlarından, taptıklarından, yollarından ayrışmanın karşılığıdır. Şirkten ve günahlardan arınarak mümin olanlar, niyet olarak, zihnen, gönül ve hissiyat olarak, fikren kavimlerinden kopmuş olanlardır.
Müminler, ifadeleri ve halleriyle farklılaştıkça fark edilenlerdir. Allah’tan gelenler duyurulmaya başladığında tartışma, kişisel karşılaşma, alay, aşağılanma gibi tepkiler başlar. Bir çok konuda tercihe dayalı olarak “kayıplar” oluşabilir. Çünkü söylenenler ahlak edilmiş, tavra dönmüş, ilişkilere yansımıştır. Duyuruda süreklilik vardır. Her fırsatta, uygun her şekilde konuşmalar sürdürülür. Sabır, ittika, tekfirden ve şiddetten uzak, bağışlayıcı ve merhametli olarak, güzellikle ve açıktan duyuru aşaması başlamıştır. İşler ve yollar ayrıdır ama fiziki ayrışma yoktur. Kopuşun ilk ve temel aşaması budur. Bu süreçte ve şartlarda toplumun haram olmayan örfü, uygulamaları yaşatılır, ilişkiler sürdürülür…
Bidat, hurafe, şirk unsurları ve haramlara rağmen helallerde ısrar ve dosdoğru duruş ve ilişki örnekliği başlamıştır. Hayır ehli olmak, insanların malına, canına ve namusuna göz dikmemek önemlidir. İnsanlar arasında dünyalık peşinde koşulmadığının, iyi yerler, iyi kazançlar, iyi statüler uğrunda mücadele edilmediğinin gösterilmesi daha da önemlidir. Başkalarında olanlara göz dikmemek, Allah’ın taksimine razı olmak budur. Bundan gerisi müminlerin becerisine, donanımına ve gücüne bağlıdır. Başarıyla geçecekleri sınamaların olgunluğuyla ilgilidir. Müslümanlık aşamasına geçebilirlerse geçerler, geçemezlerse Allah onlara yollarını göstermiştir. Kuran kıssaları, peygamber hayatları onlara hangi aşamada ve şartlarda ne yapmaları gerektiğini öğretmektedir.
İkinci aşamadaki pozisyona gelince: Bir ülkede öylesi bir aşamaya gelinmemiş, öyle bir oluşum gerçekleşmemişse, İslam’ın tamamlanmış olduğunu unutmadan, kendi şartları ve pozisyonlarıyla ilgili stratejiye uymak gereklidir. Haddi aşarak ağır yükün altına girilmemeli, güç yetmez işlerde enerji tüketmemelidir. Bu şartlarda ve aşmada dahi kavimle kurulan ilişkiler, mümin bir taraf olarak kurulmalıdır. Ahirette işimize yaramayacak mazeretlere tevessül edilmemeli, bu uğurda aklımızı çelmek, imanımıza şirk karıştırmak isteyenlere karşı teyakkuz halinde olunmalıdır. Unutmayalım ki mümin bir kul, can tehlikesi hariç, o da geçici bir süreliğinedir, hiç bir şekilde şirke, küfre, harama bulaşamaz. Dininden verip dünyalık bir şey alamaz, bir yere gelemez… Kuran nassı, nassın elçisi peygamberden anladığımız budur.
Ülkemizde akıl çeldirici tartışmalar sürmekte, “kış kışlığını” yapmaktadır. Bir Müslüman hem Müslüman hem laik, hem ulusçu, hem serbest pazarcı, hem demokrat, hem antici… olabiliyorsa, putperest propaganda etkin demektir. Müşrikler Müslümanlığı temsil ediyor demektir. Bu durum aynı zamanda Müslüman kimliğinin, sesinin ve haykırışının cılızlığına delalet eder. Hak ve batılın karşı karşıya gelmediğine, hakkın batılla karıştırıldığına işaret eder. Bu duruma üzülmek yerine durum tespiti yapmak daha önemlidir. Ne yapılması, nereden başlanılması gerektiği bundan sonra gelir.
Şu asla savunulamaz: Hayatın dışına mı çıkalım. Mağaraya, dağa, okyanusa mı gidelim. Toplumla tüm ilişkileri mi keselim. Burada, imani kavrayışla ilgili bir sorun vardır. Yaşadığı pratiğe göre zihin oluşturulmuş demektir. Allah, her şartta, her toplumda ve dönemde yaşanamaz bir dini göndermekle kullarına zulmediyor demektir! Şöyle düşünelim: Allah, bizi bu şartlarda, bu toplumda, bu tarihsel evrede yarattıysa en doğrusu budur. Uhdut ashabı arasında “Rabbim Allah’tır” dedikleri için ateş çukurlarında yakılanlar arasında ve döneminde yaratmadıysa, bunda da bir hikmet vardır.
Mümin bir kul, Allah’a güvenmiş, hesap gününe varacağına inanmıştır. Bu inanç, dünya hayatında bulunuş sebebini izah ettiği gibi, dünya hayatını o güne göre yaşamaya icbar eder. Elimizde nas var. Kapalı, muğlak hiç bir şey yok. Kuran bir hidayet kitabıdır. Hak belli batıl bellidir. Şirk belli tevhit bellidir. Din, şartlara ve dönemlere göre değişkenlikte arz etmiyor. O halde sinelerde gizlenenlere ve aklımız karıştırmak isteyenlere aldanmayalım! 
NE YAPILABİLİR
Bakara süresinin buyurduğu hakikat çağrısına kulak verelim: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiğinde, biz ıslah edicileriz derler. İyi bilin ki onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat onlar bunu anlamazlar…” Fesat, bozgun, en küçüğünden en büyüğüne kadar haramlardır. Zira Allah’a karşı gelip kibirlenmek ve isyan var bunların arkasında.
Bir Müslüman bir haramı ne zaman işleyebilir? Can derdi olursa. O da anlık ve geçici olarak. Demek ki ölüm tehdidi yoksa hiç kimse  bize haram işletemez. Yani dünyalık bir şeyler karşılığı din satılmaz. Peki bu bozgunculara yaptıkları işlerin ıslah olmadığını kim haykıracak? Elbette ki Müslüman kimlik. O halde maslahattı, içtihattı, ruhsattı, idealdi, anın fıkhıydı, zamanın ruhuydu vs gibi narkozlardan uzak duracağız. Bizleri uyuşturuyor, zihinlerimizi bozuyorlar.
Bildiğimiz ve duyduğumuz o ki, Tanzimat döneminde bir adam çıktı ve şöyle haykırdı: “Madem eski düzeni değiştirip yeni bir düzene geçeceğiz, o halde Kuran’a, sünnete ve İslam fıkhına/şeriata göre düzenleme yapalım.” Gök kubbenin altında bu söz söylendi. Koskoca bir toplumda söylendi. Bu söz haysiyetli bir sözdür. Bozgunculara karşı ıslah edici bir sözdür. Hakkı hatırlatan bir söz örnekliğidir. Peki, o dönem o adamın dışında kalan diğerleri ne yaptılar? Bu günküler ne yapıyorsa onlar da onu yaptılar.
Bilelim ki Küresellik, İslam’ın tasfiyesi için çalışıyor. Neden? Diğerlerini çoktan tasfiye etti de ondan.  Karşısında ne din kaldı ne ideoloji. Hepsini kendine benzetti. Neden İslam? Çünkü İslam’ın kendine has bir hayat tarzı var. Çünkü İslam’ın kendine has bir hukuku var. Çünkü İslam’ın kendine has bir örgütlenme biçimi var. Çünkü İslam’da iman ile hayat bir bütündür. Çünkü Kuran bunu anlatıyor. Çünkü sünnet bunu gösteriyor. Çünkü Müslümanlar tarihlerinde bunu ayakta tuttular… Bunu Müslümanlardan daha iyi bilen küresellik, İslam’ı bozmak ve diğerlerine benzetmek için var gücüyle çabalıyor.
Bu şartlarda halimiz süt kazanına düşmüş farelere benziyor. Eyvah, yandık bittik demek, koy vermek yok. Süt kazanın içinde çırpınmaya devam edeceğiz. Biz çırpındıkça kazanda yağ tabakaları oluşacak. İşte o yağ tabakalarına dayanarak boğulmaktan kurtulup çıkışa geçeceğiz. O halde hayattan çıkıp dağlara gitmek, uzlete çekilmek veya gevşemek yok. Bize bunu söyleyenlere sizin yolunuz size diyelim geçelim. Biz Hayatın içinde kalacağız. Tavırlarımızı hayatın içinde göstereceğiz. Hakka şahitlik edeceğiz.
Bu yağ tabakaları neyi ifade ediyor? Sistem eleştirisi yapmayı, onu tartışmayı. Tartışmayı sürdürmeyi. Küfre karşı imandan yana olmayı. Her yapıp ettiğimizi haram helal ölçeğine vurmayı.  Bunu ısrarla sürdürmeyi. Küfrü, şirki ortaya dökmeyi, zalimi ve müşriki açık etmeyi. Küreselliğin devletleri, kudreti, parası, ajanları varsa Müminin Allah’ı var. Yetmez mi?.. Dilimiz döner bunlara. Elimizden gelir bunlar. Süt kazanında çırpınmak bu. Tanzimat’ta haykıran adam gibi.
Kapitalist pazar sistemi bütünüyle bir pisliktir. Buna bulaşmayacağız. Bilelim ki, orasından burasından pisliğe bulaşanlarımız pisliği savunacaklar. Bozgunculuk budur. Islah ediciler olduklarını söyleyenler bunlar olacak. Onlara öyle olmadıklarını söyleyeceğiz. Biz bunu peygamberden öğreniyoruz. Onun tavırları boşlukta, hayalde, dağlarda, okyanuslarda değil hayatta, hayatın içinde gösterildi. Kuran, atmosfer boşluğuna değil, hayata nazil oldu. Her hayatta geçerlidir.
Kapitalist sistem veya serbest Pazar ekonomisi karşısında ne yapabiliriz? Onu yıkamayacağımıza göre gücümüz neye yetiyor?  Şunu bilelim ki, her birimizin kapitalist ilişki biçimini bitirmeye gücü yeter. Pazar değerlerini terk etmeye elimiz erer. Onun değerlerini, vaatlerini ve ölçülerini değersizleştirmeye, beş paralık etmeye kadiriz.
Mekânsal olarak en yakın olduklarımız kimlerse, onarla kardeşlik bağı kuracağız. Bu bağlılık, içerde ve dışarda İslam hukukunu hükümran edecek. İç ve dış ilişkilerde ölçü bu olacak. Neyin peşinde olduğumuzu asla akıldan çıkartmayacağız. Neyi nasıl yapmamız gerektiğini Hz. Muhammed’den öğreneceğiz. Ahirette işimize yaramayan şeyler bizim için en değersiz şeylerdir. Yunan filozofları, modern teoriler bizi ilgilendirmiyor.
Biliyoruz ki Müslümanlar tek tip insandırlar. Yapısal olarak tek vücut gibidirler. Müslüman Müslümanı sever. Hayırda yardımlaşır. Her hayır yaygınlaştığında bizim hayatımızda küfrün hükümranlığı bitecek. Bu tarz kapitalizmi iflas ettirir. Topa tüfeğe, cenge gerek yok. Hz. İsa tek başına, bir avuç havarisiyle, koskoca Roma İmparatorluğuna diz çökertti. Onun devleti, ordusu, donanması da yoktu. Koca imparatorluk bir tek adama dayanamadı. Allah’ın sözü, haysiyetli ağızlardan çıksın yeter.
Bunları yaparken gavurun lafına kulak asıp papağan gibi olmamaya dikkat edeceğiz. Bilirisiniz, papağan ehlileşince sahibinin verdiğiyle beslenir, öğrettiklerini konuşur. Şu anda Müslümanlık adına konuşanların konuşmalarına dikkat edeceğiz. Sahibinin sesi mi, hakkın sesi mi? Söz haksa başımızın tacıdır. Ayıracağız bunları. Aklımıza mukayyet olalım. Ümitsizlik yok. Yaşıyor ve nefes alıyorsak cenneti kazanırız.
Biz neyin peşindeyiz? Eksiklerimizi gidermek demek, banka mevduatını çoğaltmak, statümüzü yükseltmek, iyi kazanmak, iyi yerlerde vazife almak mıdır? Biz bunların uğruna mı mücadele edeceğiz? Birilerine faydamız dokunacak diye dinimizi feda edip günaha dalmak mı? Bozguncuların değirmenine su taşıyarak zalimlere meyletmek mi? Tüm bunlar ahirette işimize yarayacak işlerden midir?
Biz eksikliği, mahrumiyeti, mağduriyeti, mazlumiyeti nasıl tanımlıyoruz? Bunu sorgulayalım bir. Bizim için iyi olan nedir? İyinin ölçüsü nedir? Eksikliğimizin giderilmesi için neye kavuşmayı umuyoruz? Vermeye gücü yetenler bize bir şey verdiğinde bizden neyi alacaklar? Bu sorular sorup kendimize cevabını vermeliyiz. Bilelim ki bu dünyada, bu sistemde iyi kazanç elde etme, iyi statü elde etme, iyi yerlere gelmenin bedeli vardır. Bedel İslam’dan, değerlerden vermektir. Çünkü düzen ve kurallar İslam’i değildir. Her aşamada haramla yüz yüzesiniz. Böyle başlarda geri dönmezseniz, ahiriniz gitmiştir. Artık başkalarının sırtına çıktınız. Milyonların emeğini, umudunu, malını, neslini ve geleceğini haksızca gasp ettiniz. Şeytan yoldaşınız oldu. Kötüyü iyi sandınız. Onlar şirk koşmadan iman etmezler, onlar nankördür, onlar zalimdir sınıfına dahil oldunuz!
Efendim, Müslümanlar güçlenmesin mi? Zengin olmasın mı? İyi yerlere gelmesin mi? Sayıca çoğalmasın mı? Hep zayıf ve sünepe mi kalsın? Hizmeti kim yapacak, insanları kim kurtaracak o zaman?… Olmasın. Gelmesin. Yapmasın. Kurtarmasın. Az kalsın. Kimse kimse için ateşe gitmesin. Allah kimseye böylesi yükümlülükler yüklemedi. Bizden sadece Müslüman kalmamızı, hakkı yaşamamızı ve duyurmamızı istedi… Yukardaki numaralar da baydı artık! 200 yıldır bu masalı dinliyoruz, yetmedi mi? İslam’ı isteyenlerle dünyalığını kurtarmak isteyenler ayrışsın! Kimin ne uğrunda koşturduğu bilinsin. Hak açığa çıksın, batıl belli olsun. Görelim Mevla neyler…

Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir