Şartlar İlah Mıdır?

Şartlar İlah Mıdır?

1.‘Değişim her şey, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’ felsefesinin ürünü olan şu sözleri hem sıkça duyar olduk, hem de yaygınlaşmasına tanık oluyoruz:
“Tarih ve çağ değişti, hayat yeni biçimiyle devam ediyor. Kozmik kültür, dil imkanları genişledi, bilgi arttı. Sosyo ekonomik, hukuki ve siyasi şartlar yenilendi. Şu halde değişime direnmek yerine doğal akışa uyup değişmeli, uyum sağlamalı. Zamanın ruhunu keşfetmeli, anın fıkhını üretmeli, değerleri de yenilemeli.”
Bu tarz düşünmeyi ve değişen şartların ürettiği kuralları veri kabul ettiğimizde bunun aksini söylemek, doğal olarak değişime direnmeyi, hayatı ıskalamayı dolayısıyla çağdışı olmayı, tarihin ve toplumun dışında kalmayı, ütopik ve idealist kalarak anakronizme düşmeyi temsil etmek sayılıyor.
2.Müslümanlar olarak bir şeyde anlaşmalıyız. Bu bir şeyde anlaşırsak, geriye kalan her şeyde anlaşmak kolay olacaktır.
Soru şudur: Vahyi bilgi, tarihin ve toplumun içinde belirlenmiş şartların bir ürünü, sonucu ve geldiği dönem kültür ve dil imkanlarıyla sınırlı bir bilgi midir? Yoksa, tarihin ve toplumun dışından gelen, tarihe ve topluma müdahale edip siyasi ve toplumsal şartları kendince düzenlemek isteyen ilahi bir iradenin bilgisi midir?
İttifak edilen cevap Şudur: Vahiy, Allah’tan geliyor. Kaynağı ve gelişi itibarıyla tarihin, toplumun ve beşeriyetin dışındandır. Geliş sebebi gereği ilk muhatabı ve kabul edenleri eliyle tarihe müdahale eden, bozulmuş toplumsal şartları yeniden düzenleyen bir iradenin mesajlarıdır. Özetle yaratılışı ve akıbeti haber verir. Varlıklar arasındaki münasebetler için değer bildirir, ölçü koyar. Doğru ve yanlışı tayin eder. Uyarır…
Vahyi, geldikleri dönemsel şartlarla, kültür ve dil imkanlarıyla bağlı ve sınırlı bir bilgi kabul edersek, geldiği tarihsel dönemlerin şartlarını ilah kabul etmiş oluruz. Dolayısıyla dönemler ve şartlar değiştikçe vahyin de değişmesi, yeni yorumlarla yenilenmesi yahut kesilmemesi gerekir.
Kelimelerle oynaşıp fantezi çıkartmazsak vahyin Kur’an ile tamamlandığını, Peygamberliğin bittiğini biliyoruz. Tamamlanmış vahiy eldedir, sorumluluk artık insana aittir. Zaten vahiy şartlara değil insana inmiş, şartları değil insanı vazifeli kılmıştır.
Şu halde insanlar vahyi değil şartları veri kabul etme, şartları vahye göre düzenleme değil vahyi şartlara göre yeniden anlamlandırma ve yorumlama hak ve yetkisine sahip değildirler. Böyle olsaydı şartların ilah olması icap ederdi.
3.Şartlar veri kabul edersek tarihsel dönemleri, toplumları ve onların özgün şartlarını ilah yerine koymuş oluruz ki bu takdirde şunu da kabul etmemiz icap eder: Hz. Muhammed, Allah’tan gelen vahyi mana olarak aldı, o manayı kendi şartlarının ürünü olan kültür seviyesi ve dil imkanlarını dikkate alarak söze dönüştürdü, kelama döktü ve Arapça olarak telaffuz etti. Manayı lafza dökerken sosyo politik, ekonomik ve toplumsal şartları göz önünde tuttu. Çünkü kendisi bir beşer olarak o, döneminin dil ve kültürüne aitti, şartlarıyla sınırlıydı. Yani aldığı vahyi kendi zamane ve toplumsal yapısına uygun olarak dile döktü.
Peygamber böyle yaptıysa, ondan sonra gelenler, kendi zamanlarında, gelişen kültür ve dil imkanlarını kullanarak, yenilenmiş şartları dikkate alarak vahyi yeni bir okuma biçimiyle yeniden anlamlandırabilir, yorumlayabilir. Dolayısıyla vahyi metinleri şartlara uygun olarak yeniden okuyabilir.
“Şartlar değişken vahiy sabit olduğuna, mana sabit metin okuyucunun yoruma açık olduğuna göre, her çağda değişen şartlara uygun olarak vahyi yeniden anlamlandırmak ve yorumlamak mümkündür ve bu yapılmalıdır. Vahyin hayatla çelişmemesi için bu gereklidir.”
Bu açıklama biçimi oryantalistlere aittir. Hıristiyan milletinin gerek Roma devri şartlarında, gerekse Rönesans ve Reform çağı ile gelişen pozitivist bilgiyle karşılaştıkları şartlarda İncillerle ilgili olarak böyle düşündüler. Batı tarihsel sürecine eklemlenen Müslümanlar, Batı bilimini ve modernleşmesini ilerlemenin şartı kabul edince aynı şeyi Kur’an üzerinden yapma yetkisi varsanıldı.
4.İlk Hıristiyan teologlar ellerinde Hz. İsa’dan kalma bir kitap olmadığını, İncillerin azizler tarafından yazıldığını biliyorlardı. Azizler, mevcut İncilleri yazılı metne dönüştürürken ya İsa’dan duyduklarından akılda kalanlarını, yahut rüyada ve ruhaniyatta işaretle yazdıklarına müdahale edildiğine inanıyorlardı. Azizler, mana olarak bildiklerini vahyi kendi dil imkanları ve kültürleri çerçevesinde yazılı metne dönüştürmüşlerdi.
Bu duruma göre vahiy, yazılı kutsal metinde mündemiçti fakat neyin vahiy, neyin Azizlerin telaffuzu olduğunu ayırmak gerekirdi. Bu işi okuyucu yapacaktı.
M.180’lere kadar İncil metinleri gerek tercüme dolayısıyla gerekse kültürün ve dil imkanlarının gelişmesiyle, İncil metinlerinde mündemiç vahiy unsurlarıyla İncil yazarlarının kendi ifadelerini ayrıştırmak icap etti. Okuruna göre farklı anlamlar çıkartılmaya başlandı. O zaman teologlar bir kaç kez toplantı yaptı ve bu işi otorite olarak belirleyecekleri ruhbanların yetkisine vermeyi, Mabet ruhbanlarının söylediklerinin doğru diğerlerinin yanlış olmasına karar verdiler.
İncil metnini bu biçimde okuyup anlama yöntemi, metin okuması yapanlara, metinde neyin vahiy neyin azizlerin ifadesi olduğunu belirleme yetkisi kazandırdı. Anlam, kendi şartlarını, gelişmiş bilgilerini, kültür ve dil imkanlarını esas alarak vahyi yeniden okumakla ede ediliyordu.
15.yüzyılda Rönesans ve Reform çağındaki gelişmelerde akıl ve din birbirinden ayrışmış, akıl otorite yapılmış, bu akılla her şeyi yeniden anlama ve tanımlama faaliyeti başlamıştı. Değişen akıl yapısı, bilginin kaynağını ve bilgi nesnesini de değiştirmişti. Artık bilginin kaynağı tanrı, İnciller olmaktan, bilgi nesnesi İncil sahifeleri olmaktan çıkmış; bunların yerini doğa, doğadaki varlıklar, doğal işleyiş almış; bilgi, gözleme, deneye ve test edip onaylamaya dayanır olmuştu.
O devrede gelişen rasyonel bilgi ve hümanist paradigma, Antik Yunan ve Roma devri klasik metinlerini yeniden ama eleştirel bir yöntemle okuyor, okumalardan yeni anlamlar çıkartıyordu. Klasik metinler artık yeni okuma biçimiyle yeni manalar kazanıyordu.
Antik Yunan ve Roma klasik metinlerinin eleştirel okumalarından sonra sıra Kilisenin klasik yazmalarına, yazılı buyruklarına ve İncillere geldiğinde, tanrı, din, vahiy, peygamberlik, melekler, cinler, haram ve helal, dünya hayatı, varlıklarla kurulacak münasebetler, cennet ve cehennem gibi temel unsurlar yeniden anlamlandırılıp tanımlandı.
Artık veri, ilahi olan değil beşeri olanın ilahi olandan bu akılla anladıklarıydı. Roma devrinde ruhbana verilen anlama ve yorumlama yetkisi bundan sonra okurun yetkisine geçmişti. Bu sebeple yeni tercüme faaliyetleri, her dilden okumalar Katolik otoritenin buyruklarını değil okurların anladıklarını din olarak kabul etmenin önünün açtı.
Kilise, modern bilimin saldırısı ve reddiyesi karşısında dayanamadı, kendi kutsallarını ispat etmek için modern akli yöntemi ve bilgiyi kullanmak zorunda kaldı. Çünkü modern bilim her şeyi nesnelleştirmiş, elleyip dokunarak, deney ve gözlem yaparak değiştirebiliyordu. Oysa tanrısal bilginin kaynak ve geliş olarak nesnelleşmesi ve bilimsel ispatı mümkün değildi…
Bu değişim durduğu yerde durmadı ve bütün hayatı yeniden inşa etmeye başladı. Doğal olarak kendi şartlarını oluşturmaya, şartları tayin eden hukukunu, siyasetini, ekonomisini, kültürünü vs de yenilemeye başladı.
Bu yeni şartlar dinle, dini emirler ve sınırlamalarla çatıştı. Yapılacak tek şey kalmıştı, dini yeni şartlara, hukuka, kurallara göre yeniden yorumlamaktı. Çünkü belirleyici olan artık şartlardı, din değildi.
Protestan Hıristiyan yorumu bu ihtiyaca cevap olmuştur. Protestan ruhbanlar başlarda Kilisenin otoritesine, dogmalarına, zulmüne karşı çıkarak, Batı dillerine İncilleri tercüme ederek, İncili herkesin okuyup anlayacağına vurgu yaparak masumane bir çıkış yaptılar. Roma Katolik Kilisesi ile bu sebeple çatışmaya başladılar.
Kilisenin otoritesini haklı olarak tartışanlar gerçekte sadece Kiliseyi tartışmış olmuyordu, ayı zamanda tanrıyı ve buyruklarını da tartışmaya açmış oluyordu. Burası gözden kaçtı.
Protestan rahiplerin eleştirisine Kilise doğal olarak tepki verdi. Onlarda Kilisenin hışmından korunmak için Kilisenin ve kralların rakipleri olan prensler ve burjuvanın desteğine ve korumasına sığındılar. Bu ilişki giderek gelişen kapitalizme ahlaki meşruiyet sağlamaktan kurtulamadı.
Protestan dini yorum farkında olmadan başka bir sonuca daha yol açtı: Bu, Kilise otoritesine bağlı teolojik tanrısal devletten, kendisi tanrı olacak modern devletin önünü açmaktı. Laiklik, bireysellik, özgürlük, sivillik bu sayede yol aldı.
Bu günden geriye bakıldığında anlaşılıyor ki o yıllarda uç vermeye başlayan kapitalizm, yerleşik hale gelip kurumsal sisteme dönüştüğünde, başlarda dine duyduğu ihtiyacı duymayacak hatta sırtında taşıdığı dini bagajı bırakacak, dinin içini boşaltacaktır. Nihilizm, hedonizm, ateizm, deizm, teizm bu sürecin ürünleri olarak ortaya çıkacaktır.
Aydınlanma dönemi aydın ve filozoflarından vicdanlı olanların Nietzsche örneğinde olduğu gibi isyanı, değişen değerlerin, terk edilen tanrının, yenilenen ahlaki ve ticari münasebetlerin yerine gelen çılgınlığa, değersizliğe ve anomaliye idi ama, geç kalmışlardı.
5.Müslüman dünya Batı karşısında mağlup olduklarında dini ‘terakkiye mani’ unsur olarak niteledi, galiplerine benzemek için reformlar yapmaya başladı. Batı bilimini ve teknolojisini taklit ederek Batılı gibi kalkınmanın ve ilerlemenin yolunu tuttu.
Kendi tarihinden ve kültüründen kopunca yeni gelişen şartların etkisiyle dini hasım olarak gördü. Dolayısıyla dini ya terk etmeye, yada Batılı gibi eleştirel eksende kutsal metin okuması yaparak şartlara uygun hale dönüştürmeye başladı.
Bunun ilk denemesi 1850’lerde Hindistan’da yapıldı. Orada elde edilen başarı Mısır’a aktarıldı. Özal sonrasında Türkiye’ye geldi. Şimdi bizler bu sürecin olgunluk devresinde yaşıyoruz. AKP bu sürecin ürünüdür.
Türkiye’de bu akımın medyada, akademik camiada, aydınlar arasında, sosyo ekonomik alanda ve sivil toplumlar içinde etkin olduğunu görmek mümkündür. Bunun tipik misali popüler Kur’an okuması yapanlar olarak görülebilir. Değişen yaşam biçimini dinle düzenlemek yerine dini yaşam biçimine uygun yeniden yorumlama faaliyeti gerekliydi. Yapılan da buydu.
Bu akımın bizde de tutması İtalya’da kapitalizmin başlangıç evresine denk düşen Rönesans ve Reform çağının bizim ülkeye bu devrede kentleşmeyle, sosyo politik, ekonomik ve siyasi şartlarla yansıması olarakta okunabilir. Kendi şehrini kuramayan dini akıl, modern kenti kuran otoriter aklın tasarrufuna uygun kent kültürüne uyarlanmayı, dini telakkiyi şartlara uyarlayarak rahatlamayı becerecektir.
Burada olup bitenleri şöyle izah etmekte mümkündür: Batıda Protestanların Kilise ile yaptığı çatışma, burada Kilise yerine ikame edilen ‘gelenek’ gibi soyut bir hasım üzerinden sürdürülmektedir. Gelenek deyince geniş bir alan açılıyor, bunun içine geçmişin tüm birikimleri rahatlıkla sığdırılıyor. Normalde masummuş gibi gözüken bu çatışma gerçekte total çizgide tarihinden ve sahih geleneğinden kopmayı da beraberinde getirecektir. Bu çatışma nereye varır?
Avrupa Hıristiyanlığı terk edeli çok oldu. Din artık orada ulusal kimliklerin sadece adı kalmış sembolik bir parçasından başka bir şey değildir. Orada din adına hafızalarda kalanlar, Batı dışındaki başka dinden insanlarla karşılaştıklarında verdikleri doğal reflekstir. Dolayısıyla Avrupa’yı taklit eden Türkiye aynı hedefe varacağı söylenebilir.
6.Müslüman düşünce tarihinde ve toplumsal değişim sürecinde Kur’an ve Hz. Muhammed arasındaki ilişkinin, İncil yazarlarıyla İnciller arasındaki ilişki gibi anlaşılması, dahil oldukları modern tarihsel zamanla, hükümran edilmiş siyasi ve toplumsal şartlarla, bu şartların ürünü kültürleriyle bağlantılıdır.
Modern ‘İslamcı’, yazılı metin olan Kitabı yeni akıl yapısıyla eleştirel bir okumaya tabi tutarken bunu, duyduğu bir ihtiyaçtan dolayı değil, hakikatten yana toplumsal meselelerini çözmek için değil, kuşatıldığı şartların zorlamasıyla yaptığının farkında değil.
Bu meseleye ileri sürülen savunmanın dayanaklarını üç şıkta toplamak mümkündür:
A:‘Şartların değişmesiyle ahkamın değişmesi.’ B: ‘Geçmiş ümmetlerin farklı şeriatlara sahip olması.’ C: ‘Hz. Ömer’in uygulamaları.’ Şu halde bu savunulara değinmekte ve bizce doğru anlamakta yarar vardır.
7.İlkin söylenmesi gereken husus, İslam’ın hükümran olduğu şartlarda toplumsal ve siyasal ihtiyaçlara cevap vermesi gereken uygulamalar, şimdi başka bir bağlamda ve şartlarda istihdam edilmektedir. Yani ‘Müslümanların, dünya işlerini şeri nizama dayalı olarak çözmek için bir araya gelip ümmet oldukları şartlarda’ anlamlı olan açılımlar, tam tersi bir durumda anlamsızlaşmaktadır.
İkinci olarak, ‘din’ ile ‘dine dair’ olanın doğru anlaşılması gerekir. Din sabittir. Muhteva ve çerçeve itibarıyla Kur’an ve sünnettir. Dine dair olan ise, nassa dayalı içtihatlardır. Müslümanların hayatın yenilenmesi ve getirdikleri karşısında, değişen şartların, gelişen kültür ve dil imkanlarının vahye dayalı kalarak düzenlenmesi çalışmaları, dine dair olan ama din olmayan uygulamalardır.
Şu halde şu değişmez kaziyeleri sıralayalım: Dinde ihtilaf olmaz. Dinde çelişki yoktur. Din sabittir ve vahye dayanır. Vahiy, kaynağı, geliş süreci, muhatabı ve kitabı bakımından korunmuştur. Peygamber gözetiminde ve denetiminde yazılı metne dökülen vahiy, kitaba dönüşmüş vahiydir. Uygulanması kendisi otorite olan sünnete kaimdir.
Kitap, yazı aracı, kağıdı ve Arapça imlası hariç metin olarakta bütünüyle vahiydir. Değişen çağ ve şartlarda verilen anlam; metni, muradı ve maksadı aşamaz. Sünnete referans yapmak zorundadır.
Kur’an’ın ve yazılı Kitabın okuru, kitaptan istifade eder, şirkten ve küfürden sıyrılıp kendini değiştirir ve düzeltir. Günahtan, kötü huylardan ve alışkanlıklardan arınır. Sonra dışa dönük münasebetlerini değiştirir. Kati emir ve yasaklara titizlikle uyar. Taşıdığı değerlerle giderek topluma ve tarihe müdahale eder. İşitip itaat etmesi budur.
Burada değişen şartların, dil imkanlarının ve kültürün hiç bir fonksiyonu yoktur. Tersine dil, kültür ve şartlar, Allah’tan gelenlere göre, eldeki kitaba ve sahihleştirilmiş sünnete göre düzeltilir ve yeniden şekillendirilir. Dil, kelama dökülmüş vahyi tasdik edici, tekrar edici özellikleriyle lisana dönüşür…
Dine dair olansa, tarihsel zaman dilimlerinde yaşayan her Müslüman ümmetin kendi çağında, kendi şartlarında içtihat ederek, icma ederek dine dayalı toplumsal ve siyasal hayatlarını sürdürmesidir. Nesiller kendi çağ ve şartlarında meselelerini, dine dayanarak, içtihatlar yoluyla çözer, imtihanları verir geçer. Bu sebeple geçmiş kavimlerin dini anlayış ve uygulayışları bir sonrakine referans olmaz.
Şu halde referans olarak başvurulacak uygulamalar Hz. Peygamber devri ve dört raşit halife dönemidir. Sonrakiler nerede yanlış yaptıklarına buraya bakarak düzeltirler…
Bu izahlardan sonra yeni dönem okuma biçimlerinde referans olarak ileri sürülen misallere bakarsak, bu meselede bizim söyleyeceklerimiz şunlardır:
8.Kur’an nazil olmadan önceki gelip geçmiş ümmetlerin farklı şeriatlarının olmasında Allah, geçmiş kavimleri şu veya bu sebeple farklı şeriatlarla yükümlü kıldıysa bu onun iradesidir. Fakat artık o iş bitmiştir, o şeriatlar iptal edilmiştir çünkü, Kur’an nazil olmuştur. Kur’an, geçmişte sahih olanları tasdik ettiğini yani onların Kur’an’da mevcut olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla bütün insanlık artık Kur’an’dan sorumludur…
Şartların değişmesiyle ahkamın ‘değişmesi’ bahsi, şer’i sınırlara riayet edildiği sürece lazım gerek bir ihtiyaçtır. Rahmettir. Burada hükümlerin değişmesi demek, şartlara göre şeri bir hükmün iptalinden, iptal edilenin yerine şeriat dışı yeni bir hükümden söz etmek değildir. Daha önceden var olan hükümlerden, toplumsal şartlara, siyasi güç dengesine bağlı olarak birini geriye çekip diğerini uygulamaya koymaktır. Burada şartlara göre bir ertelemeden veya sıra kaydırmadan bahsedilebilir ama bir iptal yada bir değiştirmeden söz edilemez…
Hz. Ömer’e dayandırılan uygulamaların referans gösterilmesi meselesi detay izaha muhtaçtır. Biz bu konuda farklı düşünüyoruz. Şöyle ki:
Bildiğimiz kadarıyla Hz. Ömer, hiç bir şeri kuralı iptal etmedi. Şartlara göre bir kuralı iptal edip onun yerine başka ama yeni bir kural ihdas etmedi. Onun yaptıkları, daha önceden uygulaması yapılmış, zaten var olan kurallardan şartlara göre birini geriye çekip diğerini uygulamaya sokarak tercih yapmaktı.
Burada bahsedilen mesele Bizans ve İran’ın parasının kullanılması, mali hususların defter sistemine dökülmesi gibi teknik uygulamalar değildir. Kaldi ki bu tür uygulamalar Peygamber devrinde de vardı. Oysa şimdi öne sürülenler dini emir ve yasaklardan bazılarının iptal edilip yerine başka emir ve yasakların getirilmesidir.
Hz. Ömer, alabildiğine yaygınlaşan fetihler sonrası Müslüman topluma yeni katılanlarla, kendi dinlerinde kalarak hayatlarını sürdürenlerin, değişen sosyo ekonomik, askeri, bürokratik ve mali sorunların ve sosyal statü çatışmalarının ortaya çıkarttığı birçok yeni meseleleri, şeri sınırlara riayet ederek, var olan şeri kurallar içinden içtihatlarıyla tercih yaparak çözdü, aştı ve geçti.
Sıkça dillendirilen “fethedilen Irak toprakların fatihlere ganimet olarak dağıtılmayıp ürünlerinden pay verilmesi”, daha evvel Hz. Peygamberin Hayber, Fedek ve Vadi’ül Kur’a gibi yerleşik Yahudi mülklerine karşı yaptığı uygulamanın, Ömer devrinde yeni şartlarda tekrarıdır. “Gayri Müslim kadınlarla evliliği yasaklaması, kalpleri ısındırılacak olanlara verilen zekat payının kesilmesi “vs de benzer şekilde şartlara göre tercih edilen ama eskiden de var olan uygulamalardan birinin tercihidir.
Hz. Alinin, Hz. Osman’la kendisi arasında bir tercih yapılacağı zaman, her iki halife adayına sorulan ‘sizden önceki iki halifenin uygulamalarına tekrar edecek misiniz’ sorusuna verdiği cevapta konuyla ilgili müthiş bir rahmet vardır: ‘Hayır, onları takip etmeyeceğim.’ Kitaba ve sünnete bağlı kaldıktan sonra, şartlara göre varsa tercih edilebilir şeri hükümlerden birini, yoksa kendi içtihadını uygulamaya sokmaktır bu.
9.Müslümanlar bu gün başka bir tarihte, başka hukuki, siyasi ve ekonomik şartların düzenlediği bir toplumsal biçimde yaşıyorlar. Yaşadıkları yerlerde kurucu unsurlar olmadıkları için kurulu düzenlerin hükümran edildiği şartlarda hayatlarını düzenleyebiliyorlar. Şartları değiştirecek güce ve donanıma da sahip değiller. Bu sebeple genel olarak rahatsızlar.
Bu durumda ileri sürülen ve dayanak olarak referans gösterilen uygulamalar, bağlam farkı nedeniyle normal değil anormal sonuçlara yol açar. Şartları şeri nizama uygun olarak düzenlemek yerine dini şartlara uyarlama faaliyeti olarak öne çıkar. Ki bu Protestan akımın bizdeki karşılığı olarak okunabilir.
10.Tarih dediğimiz şey, toplumların kendi şartlarında ve yaşadıkları dönemlerdeki yaşam hikayeleridir. Düzenledikleri kent hayatı, ürettikleri kültürleridir. Sosyo siyasi ve ekonomik politikaları, hukuki, mesleki, medeni, estetik düzenlemeleridir. Savaşları ve barışlarıdır. Kendilerince yürürlükte tuttukları sosyal yaşam tarzlarıdır.
Toplumlar tarih içinde, bir şekilde yaşıyorlar. Kendi yaşam şartlarını kendileri belirliyorlar. Sosyal statülerini, iktidar itaat münasebetlerini, rıza veya isyanı kendi şartlarında ortaya koyuyorlar. Tarih, toplumsal hafızayı oluşturduğu, statü kabulünü belirlediği, değer nakli yaptığı için önemlidir. Bu gün tarihselin ve toplumsalın neye dayandığı bellidir.
Müslümanlar şimdi, içinde yaşadıkları tarih ve toplumlarda, tarih kurucu aktör olarak yer almıyorlar. Mevcut tarihe eklemlenmiş, toplumsal şartlara teslim olmuş durumdalar. Bu şartlarda okunan Kur’an metinleri de dolayısıyla şartlara uygun yeni okuma biçimi olarak ortaya çıkıyor.
Dememiz o ki bu yöndeki çabalar boşunadır, moda akımı gibidir, gelir ve geçer çünkü Kur’an, buna müsait değildir. Çünkü Kur’an İncil değildir. Çünkü İslam’da ruhban sınıfı olmadığı için dağdaki bir çoban dahi Kur’an’ı okur, ondan istifade eder, kendini düzeltir, münasebetlerini yoluna koyar, sonra kalkar hakikati haykırır, büyüyü bozar ve dünyayı değiştirir.
11.Yeni okuma biçimlerine  misalen, bu günkü kadın erkek ilişkisini veri kabul edip mahremiyeti iptal edemeyiz. Bu günkü mali sistemi veri sayıp faizi savunamayız. Bu günkü toplumsal eşitliği veri kabul edip teba statüsüne giremeyiz. Bu günkü Allah’ın sözünü yalanlayan siyasi, ekonomik ve hukuki düzenleri veri sayıp İslami devleti ortadan kaldıramayız.
Bu günkü toplumsal birliğin dil, kültür, tarih temelli milliyetçilik olduğunu veri sayıp iman temelli Müslüman milleti tarih dışına gönderemeyiz. Bu günkü dünyada yaratılışa, varlık alemine ve münasebetlere dair açıklama biçimini, toplumsal ve siyasal sorunları seküler temelde çözme tarzını veri kabul ederek Müslüman milletin dünyevi tüm işlerini şeri hukuk nizamına göre çözmesi gerektiğini inkar edemeyiz.
Bu günkü şartları mazeret olarak öne sürüp mevcut yaşam tarzının İslamileşmesi için çaba sarf etmek, şartları belirleyici ilah olarak görmektir. Dolayısıyla İslam’ı şartlara uygun olarak yorumlamaktır. Oysa şartları belirleyen ve düzenleyen insan iradesidir. Aynı insan iradesi şartları şeri nizama uygun olarak yenilemeye ve değiştirmeye de muktedirdir. Mesele, düzenlemenin dayanağının ne olup olmayacağı meselesidir.
12.Hatırlanmalı ki iman etmek, Allah’tan gelenleri tasdik etmek, şüphelerden kurtulup kalbi bazda itminan bulmaktır. Akabinde imanî unsurları toplumsal hayatla bütünleştirmek, tutum ve davranışlarımızı salihleştirmektir. Şartlar ne olursa olsun toplumsal ve siyasal hayatı iman unsurlarına göre düzenlemektir.
Buna karşılık kitap ehlinin yaptığını yapıp iman unsurlarıyla toplumsal ve siyasal hayatı ayrıştırmak, dini kişiselleştirip vicdana, duaya, ibadete ve şahsi ahlaka ait kılmak Müslümanlık değildir. Kitabın daha ilk suresi olan Fatiha’da Allah bu konuda uyardı.
Elimizden gelir veya gelmez, gücümüz yeter veya yetmez bu ayrı bir meseledir fakat Müslüman kalmak, uğrunda var olacağımız işlerin peşine düşmekle bağlantılıdır. Varlık gerekçemize uygun tarzda tercih yapmaktır. Çünkü Kur’an nazil olmuştur. Hakikat ayan beyandır. Kur’an’dan sonra kitap ehline benzemek, onların akıbetini hak etmektir.
Nihayet tarihsel zaman dilimleri, değişken toplumsal ve siyasal şartlar belirleyici olamaz. Çünkü şartlar ilah değildir. Müslümanların ilahı Allah’tır ve onun ortağı yoktur. Müslümanlar mazeret üretmeden, şartlara teslim olmadan tarihe ve topluma değerler bazında müdahale etmek, kendi tarihlerini yapmakla sorumludur.
 
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir