"Evvel Refîk, Ba'del Tarîk"

"Evvel Refîk, Ba'del Tarîk"

-1-
Bu bir Arap atasözü: Evvela arkadaş, kardeş, yoldaş, sonra da varılmak istenen hedefe göre gidilecek veya tutulacak yol. Bir yola gideceksen ve o yolun sonunda umduğuna ereceksen eğer, yoldan önce kiminle o yola çıktığına daha çok dikkat et manasına bir uyarı niteliği taşıyor. Dolayısıyla çıktığın yol güzergâhı üzerinde başına bir hal gelmesin, aldatılmayasın diye önceliği yola değil yol arkadaşına, yoldaşa vermeli, tavsiye ediliyor.
Bir Müslüman için Yol, şüphesiz dünya hayatıdır. Yolun sonunda varılacak yer dolayısıyla gidişattan umulan, ahirettir. Müslüman’ca düşündüğümüzde yola göre yoldaş seçimi tavsiyesi doğrudur. Çünkü yol tektir ve her şeydir. Yani yol sırat-ı Müstakîm, yoldaşınsa kardeşin, arkadaşın, dostun, velîndir. Varacağın yerde kiminle haşrolmak istiyorsan ona göre yani.
Çağımızda bize de tesiri olan Batılı akıl ve düşünüşün ürettiği pratiğe göre dünya hayatı tek yol olmayıp parçalı ve birbirinden bağımsız ayrı ayrı yollar ve o yollarda yapılan yolculuklar var. Yolların her birisi tek başına doğru yol olarak sizi gideceğiniz istikamete götürüyor. Söz gelimi ayrı ayrı yollar olarak telakki edilen ticaret işi, komşuluk, evlilik, mesleki faaliyet, maneviyat, sanat, sosyo kültürel ve siyaset işlerinden her birisi kendince ayrı özellikte yollardır. Bunlar ayrı hedeflere götürdükleri için bunların yoldaşları da yoluna göre ayrı ayrı seçiliyor. Bu nedenle bu yoldaşlığın dostluk, kardeşlik, velilik olmasına ihtiyaç yoktur. Yolcular çıkar ortaklığı ederler. Hedefe ulaşıldı mı da ayrılık doğaldır.
Müslümanlık, Kartezyen itikadın kategorik ayrıştırmasında olduğu gibi varlıklar ve bu dünya işlerinin parçalanmasını, birbirinden ayrı yollar olarak ayrışmasını ve her birinden beklenen faydaları da ayrı olarak elde etmeyi kabul etmez. Onun yerine Allah’a göre hepsini tevhid eder, her birisini tek hedefe giden yolun durakları olarak anlamlı kılar. Hepsinden beklentiyi tek amaçla birleştirir. Dünyayı, dünya işlerini de bu nedenle bir bütünün, birbirini tamamlayan organik parçaları sayar. Tabiri caizse birisi hepsi, hepsi biri içindir Müslümanlıkta.
Evlilik için seçeceğin yoldaşında hangi özellikleri arıyorsan, aynı nedenle mesleki ticari faaliyetinde, komşuluğunda, sanat edebiyatında, maneviyatında, sosyo kültürel ve siyasi işlerinde de beraber yürüyeceğin arkadaşlarında da aynı özellikleri aramalısın. Ahiret inancı, din gününün malikini dünya hayatının da maliki olarak gördürür çünkü.
Müslümanlar için yol tektir. Güzergâhtaki her durak veya her dünya işiyse aynı istikamette yol işaretidir. Bu yolun, kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların veya daha başka ifadesiyle Hıristiyanların ve Yahudilerin yolları olmadığını, namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha’da tekrar edip duruyoruz zaten.
Müslümanlar, Tanzimat fermanından bu yana dünya işlerini İslam’la tanzim etmek yerine Hıristiyan ve Yahudilerin gittiği yollara göre tanzim etmeyi seçmiş bir yönetim sahibi oldular. O gün bu gündür yönetim katının tuttukları yol günümüze gelindiğinde dahi normal bir halmiş gibi kabul görür oldu. Bu işler neden bu kadar kolay olageldi?
-2-
Bazı dönemler istisna tutulduğunda Osmanlı dönemi boyunca yürürlükte tutulan iki tür düzenden, ikili bir sistemden bahsedilebilir. Yöneticiler ve yönetilenler arasındaki ilişkiler, yürürlükte tutulan hukuki yapı ve toplumsal meşruiyet bakımından bu durumun bir izahı var elbet. Osmanlı’da iki türlü kulluk sistemi vardır: A- Sultanın kulları, B- Allah’ın kulları.
A- Sultanın kulları, askeriye, ulema ve kalemiye olmak üzere yönetici takımıdır. Gayrimüslim tebaanın veya cemaatlerin yönetimle bağını kuran ve onlardan sorumlu olan ruhban sınıfı da dolaylı olarak bu takımdan sayılır.
Kurumsal yapısı, iç hukuku, işleyişi ve elemanlarıyla bu sınıf, sultana tabidir. Göreve getirilme, seçme, yüceltme, azil, siyaseten katl bu alanda ve bu sınıfta gerçekleşir. Bu alanda “devlet, devletin varlığı ve bekası” asıldır. Çünkü yönetici kadro, devlet varsa var olan bir sınıftır. Geçimleri, varlıkları, devletin varlığıyla alakalıdır. Burada sultanın kuralları yani örfi hukuk geçerlidir. Sultan, başka bir şeyle bağlı olmayıp devletin durumuna, şartlara ve teamüle göre vereceği kararla bu alanın tek söz sahibidir…
B- Allah’ın kulları, yönetilen takım olarak bütün reaya’dır. Bu alanda şeriat, şeri hukuk ve sistem geçerli olup sultan buraya karışmazdı. Sultan tarafından atanan kadılar, memurlar, ilmin ancak üst sınıflarda üretilmesini ve dolaşmasını temin eden müderrisler, müftüler, alt tabakadaki işlerin şeraite göre yürütülmesinden sorumluydu.
Reayanın örgütlenmesi, bilgilenmesi, eğitilmesi ve devlete itaatkâr millet olarak yetiştirilmesi gibi işleri, tekke, zaviye ve tarikatlar yapardı. Buralarda dini eğitimin ve bilgilerin muhtevası ve çerçevesi, 32 farzla sınırlıdır. Dini bilgi üreten aşağıdaki kurumsal yapılarsa kendilerine özgü efsanevi olaylar ve kahramanlar şeklinde sembolleşmiştir.
Kimi dönemlerde devletle çatışan ve ayaklanan bu “sivil” yapılar, devletin merkezi idari yapıya dönüşmesi için ahalinin yerleşik hale geçme ve yeni vergilere bağlanma taleplerine karşı çıkmak veya şehirleşme ve Sünnileşme gibi kendilerine ters gelen politikalara itiraz etmek mahiyetinde muhalefet etmişlerdir.
Reayadan çiftçi olanlar hem en sadık kullar, hem üretici, hem vergi veren ve hem de asker olarak hazırlıklı olan sınıftı. Şehirlerde esnaf, tüccar ve zanaatkâr olanlarsa, Bizans geleneğinden bünyeye adapte edilen loncaların ahilik teşkilatları şeklinde yenilenmesi ve örgütlülüğü içinde faaliyet göstermektedir. Bu teşkilatlar kendi içinde hem askeri düzen biçiminde, hem “şeyhlerine” itirazsız itaat eden tarikat hiyerarşisi şeklinde kendini yeniden üretmiş meslek “pirlerine” itaat ilişkisiyle bağlı fütuhat erleriydi.
Finans ve kredi işleri köylerde tefeci-bezirgânlar, şehirlerde faize para veren “para vakıfları” aracılığıyla yürütülürdü. Özel mülkiyetin olmadığı 18. Yüzyıla kadar vakıflar, mütevellisinin yani vakfedenlerinin, gerçekte özel mülkiyete örtülü olarak kapı araladığı ve nesline malını bir kısmını miras bırakabildiği aracı kuruluşlardır…
Bu sistem kâfir bir sistem değildi ama tam olarak İslami bir sistem de değildi. Öz itibarıyla tevhidin parçalandığını, ikili bir yapının geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Tarihsel süreç içinde İslami toplumsal bir düzen olarak ve İslam’a bağlılığını devletin bekası gereği her durumda formel olarak gösteren farklı siyasal bir sistem olarak da okunabilir. Bu sistem Askeri ve fiili olarak 17. Yüzyılın sonunda 2. Viyana yenilgisiyle, hukuki ve ideolojik olarak da 1839 Tanzimat fermanıyla tasfiye olmuştur.
Osmanlı sisteminde Müslüman toplumsal örgütlenmenin en farik tarafı, devlet ve toplum karşısında her bir Müslüman’ın “serbest” olmasıdır. Farsça tamlama olarak kavram, “başı bağlı” demektir.  Bu Müslüman’ın başı sultana bağlı olmadığı gibi, bürokrasiye, ağalara-şeyhlere-pirlere-eşrafa da bağlı değildir. Sadece ve yalnızca şeriata bağlı demektir. Yani, Allah’a bağlıdır.
“Baş başa bağlı, baş şeriata bağlı” sözü de buradan geliyor zaten. Bu nedenle bu Müslüman’a sultan dâhil olmak üzere hiç bir kimse, hiçbir otorite dokunamaz, hiçbir makam söz geçiremezdi. Bir tek farkla ki o da ancak şerait söz geçirebilirdi. Bu bakımdan başı bağlı demek, bu Müslüman’ın başı kendindense, kendisi gibi şeriatçıysa, o da şeriata bağlıysa ve şeriatla hükmederse ancak bu bağ nedeniyle üstüne bağlılık gösterir… Liberty’i, Emansipasyon’u, freedom free’i “özgürlük” ve “Müslümanlık” sananlara, aldıkları minnacık tavizlere müteşekkir olanlara hatırlatma olsun!
-3-
Müslümanların tarihsel çizgisinde, kavi bir İslam milleti olarak kalmalarını engelleyen esaslı bir kırılma çizgisi vardır: İçtihat kapısının kapatılması. Bu kırılma çizgisi Fatih’le birlikte, 15. Yüzyılda gerçekleşmiş bir hadisedir. O güne kadar müçtehitlik geleneği, geçimini kendi temin eden, başkalarına muhtaç olmadan izzetini koruyan, özellikle devletten bağımsız duran ve bürokraside görev almayan âlimlerle devam ettirilmiştir. Sultanlar, siyaset ve toplumla ilgili yeni bir sorun olduğunda bu müçtehitlere gider, görüşlerini alır, önerilen çözüm yollarını kadılara fetva olarak uygulamasını, müderrislere ilim olarak işlemesini dikte eder, diğer ilgili yerlere bildirerek gerçekleşmesini temin ederdi. Sorun böylece çözülmüş olurdu.
15. yüzyılda müçtehidler bir şekilde devlet memurluğunu kabul ettiler ya da ettirildiler. Bu Osmanlı’nın hükümran olduğu, sözünün geçtiği yerlerde böyle oldu. Dolayısıyla âlimler bürokraside yer alarak statikleştiler. Bağımsızlıklarını kaybettiler, izzetlerini yitirdiler. Eleştirellik ve özgünlük yerine görevli memurlar olmayı içlerine sindirdiler. Artık ihtiyaçlara mebni, sorunları çözen bağımsız ve doğru bilgi üretimi yapan âlimler yerine, bağlı olduklarını meşrulaştırıcı, onlardan sadır olanların uygulamalarının takipçisi müftüler, kadılar ve müderrisler oldular. Makamları hatırına, maslahatlar gözeterek bağlı oldukları “baştan” korkan ve çekinen memurlar sınıfı böylece gelişti. O nedenle kendilerini riske etmeyecek, imkânlarını kaybetmeyecek şekilde daha önceden üretilmiş bilgileri tekrara ve şerhe yönelmeyi ilim saymaya başladılar.
Bu gelişmeler sonucunda devlette ve toplumda yeni bir sorun ortaya çıktığında artık içtihat yapacak, o sorunları çözecek bağımsız, yetenekli, ehil ve yetkin âlimler devri kapanmış oldu. Devlet adamlarının da gideceği kapılar dolayısıyla kapanmış oldu. Fatih’in çıkarttığı ve içinde şeriata mugayir birçok kuralın olduğu kanunname ancak bu gelişmelerden sonra olabilmiştir.
Bir ara girişle hatırlatmalı ki, içtihad kapısının kapanması meselesi, daha masumane ve haklı bir çerçevede daha tartışılmıştı. Osmanlı henüz yoktu. Bunların haklı olduğu nokta şuydu: Diyorlardı ki, mezhep imamları, usulleri ortaya koymuştur. Artık yeni bir usul ortaya koymaya, bu konuda yeni bir içtihat yapmaya gerek kalmamıştır. Koymaya çalışanlar da aynı usulleri değişik şekillerde yeniden sıralamaktadır. O nedenle toplumda ve hayatta yeni bir mesele ortaya çıkacak olursa, o usullere dayalı olarak yapılan içtihatlar, bizim ihtiyaçlarımızı gidermektedir. Zaten çözümler yeni bir usule dair değil, o usullere müracaatla ortaya sürülen görüşler ve çözümler olmaktadır. Bu tartışmanın merkezi ve muhtevası görüldüğü üzere başkaydı ve diğeriyle karıştırılmamalıdır.
15. yüzyılda ilmi alanda ve müçtehid âlimlerde meydana gelen bu niteliksel dönüşüm, bilahare çok ciddi sonuçlara yol açacaktır. Nitekim Müslümanların giderek siyasi, iktisadi, hukuki ve toplumsal her alanda gerilemeye başlamasının en önemli sebebi bu dönüşüm olarak gösterilir. Konuyla ilgili hemen herkesin ortaklaşa beyan ettiği gibi, İslam medeniyetinin, kültürünün, iktisadiyatının, siyasetinin durduğu ve çöküşe geçtiği yüzyıl, 15. yüzyıl olarak bu nedenle tespit edilir.
Osmanlı devletinin gerilemeye ve ardından yıkılmaya başladığı yıllarda, devletin bekası ve kurtuluşu için kurumsal ve ideolojik olarak yeniden bir tanzime resmen karar verildiği zaman, işleri çözecek, sorunları halledecek ve geleceği yeniden tanzim edecek çapta âlimlerin eksikliği alabildiğine hissedilmiştir. 2. Mahmut’la başlayıp Erdoğan’la halen devam eden tanzim işlerinde, Batılı fikirleri, batılı sistemi ve Batılı yolu tek çare olarak ortaya koyanlara karşı İslami bir yol, kendi fikirleri ve sisteminden hareketle yenilenmiş bir yol önerenler o günde yoktu bu gün de yoktur. Bu gün değilse o gün için bir kaç istisnadan bahsedilmelidir. Ama bilinmeli ki o günlerde sayıları neredeyse parmakla sayılacak kadar az kalan dışındakilerin tartışması, Batılı yola esasta değil de teferruatta veya uygulamanın yönteminde itiraz edenler olarak var oldular. Buna rağmen bu gündekiler o günkülerin yarıçapları dahi olamadılar.
-4-
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde 1980’lere kadar kurumsal yapı ve devletçilik itibarıyla esasa dair çok şey değişmedi. Devlet, savaş sonrası şartlar gereği ilk millet meclisi kurulduğunda çok kısa bir süreliğine şeriatçılık yaptı. Hemen sonra Osmanlıdan kalan reformları sürdürmeye devam etti. Hilafetten vazgeçerek resmen laikliğe geçti. Harf devrimi yaparak hafızaları sildi. Hicri takvimden vazgeçerek günlük hayatı gâvurlara göre düzenlemeye geçti. Osmanlıdan kalma modern eğitim sistemini devam ettirdi, sadece kurumları çoğalttı. Medreseler yerine üniversiteleri resmileştirdi.
Cumhuriyetin gerçekleştirdikleri, 2. Mahmut’tan beri süregelen modernleşme politikalarının devamından başka değildi. Bir fark, ulema sınıfının yönetim kademesinden düşürülmesi, dini devletin kontrolüne alarak onları sıradan memurlar yapmasıdır. Bu Abdülhamit döneminde başlayan bir süreçti çünkü o dönemde bürokraside medreselilere değil mülkiyelilere ve tıpçılara yer verilmekteydi. Tekke, zaviye ve tarikatlarla zaman zaman arasını açtı ama çoğunlukla kutsal devletçilik anlayışı temelinde yakınlığı her zaman korudu.
Molla sınıfının ve dindarların cumhuriyet dönemi boyunca asıl kavgası, yönetimde ve bürokraside kendilerine yer verilmemesi nedeniyle olmuştur. Tarihsel tecrübe nedeniyle devletin niteliğini ve meşruiyetini konuşmak yerine bekası ve varlığı üzerinden kadrolaşmayı konuşmak, Osmanlı bürokrat dindarlığının Cumhuriyete akseden tarafıydı. Ulema ve onların yeni versiyonu aydın sınıfında bu nedenle devlet, siyaset, iktisadiyat ve sosyal örgütlenme konularının dinle bağlantısı zaten olmadı.
Yeni devletin dindar bürokrat konusundaki refleksi, ulus devletin kendi ulusunu yaratırken dinden değil modern teorilerden istifade etmeyi tercih etmesindendi. 1950’lerde Amerika’nın dine saygılı seküler devlet ve çok partili rejim uygulamasını dayatmasıyla devlette mecburiyetten dini kadrolara daha çok yer vermeye, modernleşme yolunda dinden daha çok istifade etmeye başlayacaktır.
1980’lerde dünya postmoderniteye ve küresel serbest ekonomi politiğe geçerken, devlet, dinden yardım almak gereği ve zorunluluğu duydu. Ulusçuluğun, ulusal egemenliklerin ve ulusal bağımsızlıkların esnetilerek daha geniş bir formda yenilenmesi süreci başladığında devlet, dayandığı vatandaş sınıflamasının değiştiğini, halk zemininin kaydığını gördüğü için bu yola girdi. Dinle ve dindarla ilgili ilişkileri yeniden kurmak gereği bu şartların zorlaması neticesinde olmuştur. Osmanlı geleneğine ve sistemine dönmek devlet için sorun değildi ama süreç içinde Müslümanları cümleten sekülerleştirecekti.
Müslüman tebaanın bu süreçte kazandıklarıyla avunmaları onların en büyük zaafını da ortaya çıkardı. Onun yerine ben olmalı, onların imkânlarını ben kullanmalıyım düşüncesi, cumhuriyet dönemi boyunca Osmanlı siyasi sisteminden hiç kopmadıklarını gösterdi. Oysa süreç gerçekte farklı işlemekteydi ve devlet bu konuda daha daha öndeydi.
Cumhuriyeti kuran kadro askeri sınıftır. Türkiye’de ordu diğer ordulara kıyasla farklı bir ordudur. Osmanlı geleneğinde olduğu gibi bu millet, ordu bir millettir. Ama bu ordunun 1960’dan sonra Nato’ya bağlı olduğu, MGK eliyle siyasi rolünü sürdürdüğü, Oyak ve benzeri yapılar eliyle büyük çaplı ekonomik güce sahip olduğu, yüz binlerce elemanıyla örgütlü tek güç olduğu da hatırlanmalıdır. Çok yakın geçmişte “Ergenekon” benzeri davalarla ordu içinde bulunan farklı örgütlenmelerin tasfiye edildiği ayrıca hatırlardadır. Bu durumda ordunun hala bu ülkenin hâkimi olduğunu ve bağlı olduğu ittifaklar gereği her an bu hâkimiyetini göstereceğini unutmamalıdır.
Osmanlı devrinde toplumsal sistem İslami bir düzene dayalıydı. Bu noktada Osmanlı’da alenen cesaret edilemeyen birçok şeyin günümüz yeni nesil İslamcısında bir şekilde yer etmesine dikkat çekmek gerekir. Osmanlı’da ne pahasına olursa olsun “serbest” olan Müslüman tiplemesi, şahsiyeti ve kimliği, 2. Mahmut’a yaptıklarından dolayı “gâvur padişah” diyebilecek kadar izzetliydi. Postseküler dönem Müslüman’ı, bu gün daha fazlası yapıldığı halde dahi özgür ve sivil olmayı becerdiği için zihni köleliğin sürüklediği kişiliksiz ve kimliksizliğin girdabında yuvarlanıyor.
-5-
İslam, bütünüyle yaşanamaz, çağına, dönemine ve şartlara göre elde edilenlerle idare edilebilir, buna da razı gelinebilir bir din midir? Haklı olmak, hak sahibi olmak duruma ve şartlara göre değişkenlik arz eder mi? Devletin çağdaş Müslümanlara tanıdığı özgürlük alanları ve onların devletten istediği hak talepleri, Müslümanların haksızlığının da bir kanıtı mıdır? Zira hak sahibi olan hakkını korur, haklı olan hakkını kullanmasını da haklılığı dolayısıyla işlere müdahale etmesini de bilir. Hak, sadece ikili ihtilafların halli için şeri mahkemelere müracaat hariç, birilerinden veya bir yerlerden istenecek bir şey değildir. Haklıysan müdahale edersin. İşin tabiatı budur.
Allah’ın hükmü her şartta, çağda ve dönemde geçerlidir. Hükmün nasıl gerçekleşeceği, tercihlerinden ve kararlarından dolayı o hükme rıza gösterenlerin kendi boynundadır. Hayırda, helalde ve hakta sebat edenlerin hükmüyle, harama, batıla ve isyana rıza gösterenlerin hükmü elbette ki aynı geçekleşmez.
Müslümanlıkta harama geçici bir süre rıza göstermenin tek yolu, ölüm tehlikesinin varlığıdır. Buysa hem nadir ve geçici bir duruma işaret ettiği gibi asla bir menfaat karşılığı bir duruma da işaret etmez. Genel geçer durum, hakkın batılla karışmaması için her daim helalin ve hakkın tercih edilmesidir. İman ettim diyenlerin imanlarının sınanması da böyle gerçekleşmektedir.
Normal şartlarda ve hayatta bir Müslüman’ı dinine aykırı bir iş yaptırmaya kimse zorlamaz. En zalim, en şedit idarelerde bile helalinden bir iş yapmak, helalinden bir şey elde etmek için kimseye baskı yapılmaz. Ama bir makama gelmek, fazlasından bir şeyler elde etmek için her dönemde ve yönetimde, bir şeyleri feda etmek gerekir. Böylesi bir durumda bir Müslüman için feda edilense, her daim dinidir, dini bir kaidesidir. Burada ölüm tehlikesi söz konusu olmadığı gibi hiçbir maslahatta geçerli değildir. Kendi hükmünü kendi gerçekleştirme hali budur.
İnsanlık tarihinde hak batıl mücadelesi, sadece siyasi yönetimlerle veya savaş meydanlarında yapılan çatışmalarda gerçekleşmiyor. Bu işin bir kısmıdır ve bütünün bir parçasıdır ama tek çatışma yeri değildir. Aynı şekilde hudutları istismar ederek siyasi bir makam ya da mevki elde etmek için dininden fedakârlık etmek de hak mücadelesi değildir.
Hak batıl mücadelesinde çatışma yeri, konum ve durum ayırmaksızın hayatın her yeridir, her alanıdır. Allah’ın hükmü, hayatın içinde ve her yerde verilen tercihte, varılan her kararda ve hemen gerçekleşmektedir. Bu nedenle her durumda helal olan bir şeyi tercih etmek, gerçekte bir batılla savaşmaktır. Allah’ın iradesine ve hükmüne teslim olan, batıla ve harama karşı çıkarak hak mücadelesinde yer almış olur.
Hayatta ve her yerde sürdürülen hak batıl mücadelesinde standart bir sıralama da olmayabilir. Kişiye, pozisyona ve duruma göre her an ve her işte bir tercih söz konusu olmaktadır. Güce ve çapa göre bu tercihler, giderek hayatı ve şartları kuşatır zaten. Siyaset, bu alanda diğerlerinin doğal bir parçasıdır. Müslümanlar iktidarın iradesi ve hükmüyle hayatın içinde zaten her an karşılaşmaktadır ama doğrudan iktidarla karşılaşmak için dahi bu alanlarda hakkın hükmünü gerçekleştirmek gerekiyor.
Her Müslüman kul, varacağı yer olarak ahiret yurdunu esas alacağı için dünya hayatını ona göre tanzim eder. Bireysel bir kulluk ve ibadet tarzı yoktur. Her emir cemaate yönelik, cemaat halinde uygulamaya yöneliktir. Dolayısıyla her yasak da cemaat halinde kalarak karşı konmaya ve korunmaya dönüktür. İnsanlar arasından seçilmiş olmanın özellikleri, hayrı ve helali önce kendi aralarında ayakta tutan, bunda ısrar ettiği için de haramlardan kaçınmaktır. Dolayısıyla insanlara yaşadıklarını örneklendirerek göstermek gerçekleşebilsin. Tebliğ, bu haldir. Yoksa tebliğ bilindik şekilde olduğu gibi kuru kuruya vaazı nasihat değil, birilerine soyut bir şeyleri anlatıp durmak değildir. Bu fiili haldir.
-6-
Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Arkadaşı dostudur. Velisi Mevlası’dır. Bu bakımdan ilişkileri, Allah’a teslimiyetten dolayı kardeşçedir, dostçadır. Müslüman’ın malı, canı ve namusu kardeşine haramdır. Biri birinden emindir. Birinin kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe imanı tehlikededir. Cehennem çukurunun kenarından uzaklaşmak isteyen, kardeşini sevecek, koruyacak ve kollayacaktır.
Müslüman kardeşliği, başka dayanışmalara ve akrabalıklara benzemez. Bu gün dünyada Avrupa ve Amerika’da, onları takip eden diğer toplumlarda aile diye, arkadaş diye, dost diye bir mefhum yoktur. Türkiye de hızlı bir şekilde onlara benzemektedir. Gidenler veya bilenler bilir ki buralardaki resmi kayıtlarda insan ya “bekar”, ya “dul-boşanmış”, ya da “beraber yaşayan”lar olarak kayıtlıdır. Kreşler, çocuk yuvaları o nedenle vardır ve beraber yaşamaktan doğan o çocuklar içindir.
Müslümanlar öncelikle bu dünyada birer ailedir. Ama bu aile bir karı koca ve bir iki çocuktan ibaret bir aile değildir. O küçücük yapı, tüm dünyadaki Müslüman bir ümmetin, Müslüman bir milletin ya da Müslüman bir ailenin parçasıdır. Bunlardan kopuk değildir. Aileyi kurtarmak veya aile kurmak deyince asla o küçük parçadan bahsedilemez. Atılan bir adımdan bahsedilebilir ama sanıldığı gibi öyle bir kurtarma da, böyle bir kurma da yoktur. Bu gâvurların Müslümanları tüm cephelerde yenip gerilettiği son kale gibidir. Bu kaleyi savunduğunu sanmak, aileyi savunmak olmadığı gibi son kaleyi de teslim etmektir.
Madem Müslümanlar bir aileyse, kardeşler topluluğuysa, bir milletin efradıysa bu durumda, bu dönemde ve bu çağda pisliğe bulaşmamış, haramı meşrulaştırmamış olanlarımızın dolayısıyla helalleri yapmakta ısrar ettiği için ayakta kalanlarımızın kendi içlerinde, bir aileye yaraşır şekilde ilişkiye geçmesi gereklidir. Bir aile kendi içinde nasıl dayanışır, nasıl korumacılık yaparsa, kendisini bu aileye mensup olarak görenlerimiz de yekdiğeriyle ilişkilerini gerçeğe dönüştürmeleri gerekiyor.
Yazı başlığındaki Arap atasözü, bize ne söylemek istemiş olabilir? Mekke’de hicret edenlerin sayısı 143 kişidir. 25 bin nüfuslu Mekke’ye rağmen. Medine’de devlet kuranların da, Bizans ve Sasani imparatorluğunu yıkanların da özü bunlar. Hz. İsa’nın havariler sayıca daha az ama koca Roma imparatorluğunu yıkan güçlerin fikriyatı o havarilerden tezahür etti. Hz. Musa’dan sonra nehri geçenlerin sayısı daha da az olmalı. Demek ki sayı kalabalığı değil kaliteli, vasıflı yolcularla ilgili her şey.
Müslüman’ın yolu bellidir. Bu yol, çağımızda itikadi tartışmalarla, kelami kabullerle, her kafadan çıkan ilkeler sıralamasıyla karman çorman edilen ve yeniden belirlenecek olan bir yol değildir. Muhtevası, güzergâhı ve işaretleriyle Kuran’da açıkça belirlenmiştir. Mesele, o yola düşecek olanlarla ilgilidir. Bu nedenle, işitip itaat edenler, teslim olarak aileye dâhil olmak veya aile kurmak isteyenlere arkadaşlık etmek, yoldaşlık etmek asıldır.
Yoldaş seçimi zor mudur, sınamak gerekli midir? Elbette zordur ama bu diğerlerine bahane olmamalıdır. Nihayet Hz. İbrahim örnekliği var önümüzde. İbrahim’de ateşin yakacağı özellikler olmadığını hatırlamalı ama. Dolayısıyla herkes, her ne durumdaysa kendi hükmünü kendisi gerçekleştiriyor. Bu aile işi sayıya veya çokluğa bakmadan gerçekleştiğinde ancak Müslümanlar, kendiişlerini kendileri tanzim edecekler. Gâvur aklına da, fikrine de, yollarına da muhtaç olmayacaklar.
Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir