Bütün-Parça İlişkisi -II-

Bütün-Parça İlişkisi -II-

İnsan aklı böyle çalışmaya başladığı andan itibaren tarihsel ve toplumsal bir kırılmanın yanında insani ve teknik alanda hatırı sayılır gelişmeler, her alanda büyük sıçramalar ve eskiyle kıyaslanmayacak kadar yenilikler oldu. Bu değişimler, iyi ve kötünün yani her şeyin açıklamasının ölçüsünü yeniledi. Küresel döneme değin belirleyici paradigmayı teşkil eden toplumsallık ölçütüyle toplum, vatandaşlık ortak paydasında emek-sermaye ayrımıyla sınıfsal olarak ayrıştı. Buradan sınıf bilinci, sınıfsal örgütlenmeler ve çatışmalar, siyasi haklar ve güvence talepleri çıktı. Sistemin kendisine değil, vatandaşlık bilinciyle yasal korumalar altında elde edilen pozitif haklardan kültür, birey ve kadın hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi sistem içi muhalif yeni değerler, tanımlar, kavramlar ve hükümler gelişti. İletişim ve ulaşım teknikleri yanında yeni icatlarla insan için büyük kolaylıklar, kitlesel etkileşim, rahatlık, özgüven, serbestlik ve konfor da peşinden geldi.
Burada teknik araçlar ve teknolojik gelişmeler sonucu oluşan rahatlık ve kolaylık gibi değişimlerle, bunlarla kurulan ilişkiler sonrası değişen ve gelişen sosyo-ekonomik ve siyasi ilişki biçimleri ve yeni hükümler konusundaki farklılığa öncelikle dikkat çekmeliyiz. Bu fark, esasa ait ve detay olmak üzere öncelik sonralık konusuyla birlikte düşünülmelidir.
Kevnî âlemde ve kozmos’da yapılan değişimlerden sonra bu değişimlerin bir varlık tipi olarak insan ve onun hayatını yönlendiren ve dönüştüren gelişmeler konusunda değerlendirme yaparken, dikkatlerin doğru yere yoğunlaştırmalıyız. Bu dikkat sonrası ancak söylenmesi gerekenler belirli bir sıralamayla söylenerek anlamlandırabilir. O halde ilk tespit, yukarda izah edilen tüm bu yenilik, gelişme ve sonuçların temelinde bir “medeniyet ve düşüncenin” gelişimi sorununun yattığının bilinmesidir. Öteden beri sürüp gelen ve insanlar arasında bir “üstünlük” sebebi sayılan bu temeldeki açıklama biçimi bu nedenle önemlidir.
Şimdi “bazı ulusların” kendilerini “üretici-yaratıcı-yönetici” olarak “üstün ve imtiyazlı gördüğü”, karşılarındaki diğer uluslarınsa “ilkel-gerici-donuklaşmış” dolayısıyla “üretemeyen ve yönetemeyenler” olarak tasnif edildiği bir dünyayı, sebepleriyle birlikte anlaşılır kılmaya çalışalım. Teknolojik getiriyle elde edilen fiziki üstünlük sonucu hemen herkese cazip gelen bu kabul, üstün olanların diğerlerine “uygarlık, medeniyet ve insanlık” götürme “misyonu” üstlenmesini öğretti! Bunun için insanlığı “dini-kültürel-coğrafik” hatta “etnik” bakımdan ayrıştırıp hiyerarşik bir dizilişe veya sıralamaya sokanlar, aynı gerekçelerle kendilerini hem “haklı” görüyor hem de yaptıklarını “meşrulaştırmış” oluyordu.
Bu gelişmeleri sadece kendilerine has kılanlar, sahip oldukları bu özelliklerinin ve kavuştukları bu üstünlüklerinin izahını şöyle ilan ettiler: İnsanlar arasında sıçramaya ve ayrışmaya sebep olan bu aşama “felsefik-ideolojik” olarak “düşünce dayanağını” ortaçağda “skolastik din anlayışından”; insanı-gelişmeyi-yaratmayı-eleştirmeyi, yorumlamayı ve ilerlemeyi sınırlayan ve donduran “dini buyruklara” tabi olmaktan; düşünüş biçimlerini dini düşünce verilerinden bağımsız kıldıktan sonra kazanılmıştır. Kendileri bunu yaptıkları için kazanırken kendileri dışında kalan diğerleri bunları yapamadığı için kaybettiler… Bu savunma ve haklılık iddiası sadece kendilerini değil, kendilerinin elde ettikleri pozisyonları itibarıyla diğer tüm dünyayı ve dini düşünceyi savunanları da etkilemiş midir, evet.
Bu meselede neyi tartışmak ve neye itiraz etmek gerektiğini, neyi eleştirmek ve aşmak gerektiğini iyi bilmek durumundayız. Tarihimizde, medeniyetimizde ve günümüzde karşılaştığımız en ciddi mesele, bu akıl yapısıyla ve bu merkezde yürütülen tartışmalarda yatmaktadır. Düşünce biçimlerinin farklılığı da bu ayrışmada ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu mesele özünde bir varoluş meselesi, varlığa, yaratılışa, yaratılış gerekçesine, amaca ve insanlığın geleceğine dair esaslı bir iddia ve haklılık meselesidir. Hakikat budur iddiasının “verili gaybi hükümler” ile tümüyle rasyonel akılla “üretilmiş” hükümlerin üstünlüğünün kıyaslanması meselesidir. Ve doğal meşruiyet kazanma ve “tavır alma” ile ilgili bir meseledir.
Bu nedenle meseleye bakış açısı, nerede durulduğu ve neye karşı çıkılması gerektiği bakımından iyi anlaşılması ve hesaplanması icap eder. Bu bağlamda Müslüman dünyada, günümüz ortalamasında cevap mahiyetinde ileri sürülen görüşleri, düşünsel ve pratik açısından duruş yeri olarak merkez gözüken eksenleri, ikna kabiliyetine haiz ve yaraya merhem olur cinsten sayabilir miyiz? Şimdilik kaydıyla maalesef diyelim ve kabaca eksenleri tasnifleyelim:
Modern paradigmanın pratikleştirdiği hayatın zihinsel kuşatmasına ve on yıllarca süren fiili işgallere karşı sürdürülen direniş ve dışlanmışlık arasında kalarak yanlış tepki vermeye zorlanan, İslam düşüncesinin temeli olduğu halde, onca birikimine de rağmen belini doğrultamayan statikleştirilmiş selefilik; batı karşısında cevap üretemeyip yenik duruma düşerek modernlik içinde yeniden var olmaya çalışan geleneğin muharref akımı, sufilik ve sivillik; gelişmeleri ve yeni oluşumları doğru okuyamadığı, doğru izahlar getiremediği ve durması gereken yeri sağlıklı tespit edemediği için tarih dışına savrularak anlamsızlaşan mezhepçilik ve tekfircilik; dinin, manevi-moral değerler skalasına düşürüldüğünün, dünya hayatının dışına itildiğinin farkında olmadan tüm meseleleri metin okuması ve kavram darlığına tıkıştırarak açıklamaya çalışan akılcılık-dilcilik ve mealcilik; insanlığa ve toplumsallığa dair bir tahlil ve yeterli çözüm önerisi ve oradan bir gelecek tasavvuru üretememenin sancısını, düşünce seyrinin kökleriyle kavga ederek aşacağını uman ve modern akledişin kışkırtması ve taklitçiliği etrafında dolanıp duran bilimselcilik-siyasilik-türedilik ve yeni din inşacılığı vs, örnekler olarak düşünülebilir.
BİR BAŞKA BAKIÇ AÇISI
Bütün parça ilişkisinde, neyi ifade etmek ve tartışmak istediğimiz tüm bunları göz önüne alınarak değerlendirilmeli. Varoluşumuz, varlık gerekçemiz, varlığa, dünyaya ve hayata dair bakışımız ve açıklama biçimimiz, buradan hareketle ortaya koyabileceğimiz tavırlarımızın ve bir gelecek tasavvurunun önemine dikkat çekildiği görülmeli. Nerede durmamız gerektiği kadar nereden bakmamız ve öncelikle neyi dikkate almamız gerektiği de bu sebepten önemsenmeli. Bu bağlamda yapılması gereken en önemli tespitin, öncelikle ve en temelde “akıl yapısı” ve “düşünme biçimi” olduğu unutulmamalı.
İslam düşünce tarihini dikkate aldığımızda, Müslümanların, vahyin inşa ettiği salim akıllarıyla, verili gaybi ilkeler ve muhkem bilgiler çerçevesinde kaldığını, pratiği örnekleyen sünneti rehber edindiklerini görürüz. Bu akıl yapısıyla sorunlarına yaklaşmışlar, bu düşünüş biçimiyle çözümlerini üretmişlerdir. Sahih hat böyle yaşamış, sahih gelenek böyle sürmüştür. Bu hat etkin olduğu dönemlerde insanlığa liderlik etmiş, zayıf kaldığı dönemlerdeyse hak batıl ölçeğinde dosdoğru yolun şahitliğini yapmıştır.
Bu durumda Müslümanlar, dünya hayatında doğru yol haritasını bulacak donanıma ve birikime sahiptir. Son dönemlerde başlarına gelenler nedeniyle şaşkınlığa düşmesi normal ama bu durumun devam etmesi normal değildir. Bu bakımdan düşünce geleneklerine yeniden dönerek kendini yenilemesi, çağdaş sorunlarını bu düşünüş biçimiyle çözmesi ve zillet durumunu aşması gerekir. Varlık gerekçesi bunu gerektirir, çabası ve amacı buna yönelik olmalıdır. İnsanlığın da bu farklı çıkışa ve yol göstericilere ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
Şunu söylemekte bir beis yoktur: Bu aklın kevni alemde yapacağı her tür üretim, buluş ve icatlar, tarif ve tanımlamalar, kavramlaştırmalar, değerlendirmeler ve pratik önerileri, değişimler ve yeniliklerin doğuracağı toplumsal inşa, asla diğerlerinin doğurduğu gibi bir sonucu doğurmayacaktır. Çünkü bu akıl eşyanın tabiatını ve insanın fıtratını bozacak, yeryüzünde fesat üretecek hiç bir üretim yapamaz, hiçbir sebep ve amaçla bu tip bir faaliyete yönelemez. Haklılık ve üstünlük dayanağıyla teslimiyet ve ahlaki bütünlük, birbirinden kopukluk getirmez de ondan. Her yapılandan hayır umma anlayışı, dünya hayatındaki sorumlulukla ve yeryüzünün imarı ödeviyle birleştirildiğinde, bu akıl başka bir hayat ve dünya kurar, başka bir ilişki türü oluşturur… Bu yöneliş yeryüzü egemenliği getirmese de en azından insanlığa şahitlik etmişliğe ve bu varoluşla Müslümanların kendi tarihini yazmasına sebep olur.
Müslüman ümmet, Hz. Âdem’den bu yana isimlendirme, tanımlama, kuralları tespit etme, kavramlaştırma, değer üretme ve icatlarla hayatı kolaylaştırmış, hakça bir düzen kurarak salih ilişkileri örneklemiştir. Bu sayede eşyanın tabiatına, insanın fıtratına ve dünya hayatında varoluşun gerekçelerine uygun bir yaşam biçimi ve toplumsallık inşa etmiştir. Bunu yaparken kozmos ve polisi ayrıştırmamış, kevnî âlemle metlüv ayetleri birbirinden kopartmamış, hayatı ve dünyayı parçalamamıştır. Her konuyu ve her âlemi tek ilah anlayışıyla bütünleştirmiş, gelecek tasavvurunu da bu bağla kurmuştur. Dolayısıyla varlıklar arasında tevhidi temelli ve adalet eksenli egemenlik ilişkisi kurmuş, hayrı yayma, hayır üzere dayanışma ve her alanda hak edenin hakkını aldığı bir düzenle insanlığa önderlik ve rehberlik etmiştir.
Müslümanlar, yaşadığı her çağa hidayeti böyle götürmüş, kavgasını bu değerler üzerine yapmış, buğzunu ve sevgisinin bu amaca yöneltmiştir. Nihayet insanlık tarihinde bu özellikleriyle var olmuş, tarihte bu vasıflarıyla yer tutmuştur. Çünkü Müslüman aklı varlığı, hayatı, zamanı ve mekanı parçalı düşünmez, parçaları yaratıcı ve emredici tek ilah anlayışından parçalamaz.
Şimdi, bu birikim, rehberlik, değerler, kavramlar, amaç ve hedef insanlık tarihinden beri hep var mıdır, evet vardır. O halde evrensel olmak, değişmez değerlere sahip olmak böyle bir şey midir, evet. Çünkü baştan beri var olmayan her bir değer, ilke ve kavram asla evrensel olamaz, değişmez doğruluk iddiasında bulunamaz. O halde diğerleri şartlarla kaim, şartlar değiştiğinde değişmeye ve yok olmaya mahkum, sonradan olan moda gibidir, başka bir modayla da geçer gider mi, evet. Durum bu kadar açık ve net midir, evet. Müslüman ümmet bu konuda evrensel doğrulara, değişmez hakikatlere ve tarihi tecrübeye, nesiller boyu süren birikime, değişmeyecek ve korunmuş olan bir kitaba ve bu işlerin nasıllığına dair sünnet gibi bir rehberliğe de sahip midir, evet sahiptir… Batılı ya da batılılaşmış zihinler, aslına yabancılaşmış, özünü yitirmiş ve kendi tarihinden ve sahih hattından kopmuş olanlar ne derse desin önce bu gerçeğin altını kalınca bir çizelim.
O halde şaşkınlıktan kurtulmak, yabancılaşmaktan korunmak için olması gereken neyse ona yönelmeli, bu temel esaslardan hareketle beşeri becerilerini artırmaya, üretmeye ve çalışmaya devam etmeli, tarihte alması gereken asli rolünü tekrar üstlenmelidir. İyi hoş da bu söylenenler bu günkü şartlarda gerçekten olur mu, yenilenebilir mi? Olursa nasıl? Örnekliği var mıdır? Evet, hem olur ve hem de örnekliği hep olmuştur. Yeter ki bakış açısını bir değiştirelim! Şimdi yukarda bahsedip durduğumuz ve insanlara sanki hiç olmamış gibi gözükenlerle şu söyleyeceğimiz durumları bi kıyaslayalım:
Müslümanlar hiçbir dönemde mülkle övünecek tarzda görkemli ve şaşalı binalar yapmadılar. İnsanı eşya ve nesne durumuna düşüren, yalnızlaştıran, soysuzlaştıran, bireyselleştiren ve azgınlaştıran kentler kurmadılar. İnsan topluluklarını inanç ölçüleri dışında başka bir ölçüyle tasnif etmediler, inanç ayrılığı nedeniyle oluşan farklılıklar dolayısıyla hiçbir inanç gurubuna zulmetmediler. Bu tasnif nedeniyle bütün cemaatler kendi mümini, kendi insanını kucakladı, kuşattı da insan denen varlık kendini yalnız, çaresiz, mahrum, mazlum hissetmedi. Dolayısıyla insan kendi başına ve sapkınlığa meyilli olarak bırakılmadı. Eşitlik safsatası yoluyla kadınları, eğitim yoluyla nesilleri devletlere, azınlıktaki azgınlara, sermaye sahiplerine ve piyasaya köleleştirmedi.
Varlık sebebi olarak dini koruması ve yayması, akıl-nesil-can ve meşru mal emniyetini sağlaması, adaleti ikame etmesi ve insanların işlerini kolaylaştırması gereken İslam devletleri, sadece dayandığı toplumsal azınlığın çıkarını koruyan ve geriye kalan büyük çoğunluğa köleliği reva gören eli silahlı zorba otoriteler olmadı. Cihad anlayışı nedeniyle dışa açılırken başka ülkelerin kaynaklarını sömürmedi, insanlarını iç savaşlara sürüklemedi… Bunlardan sadece siyasi alanda ve o da siyaset sınıfının kendi içinde dönemsel olarak zulme sapanlara, ve azgınlaşanlaraysa hak tavsiyesinden hiç vazgeçmeyen ve gerektiğinde çatışmayı göze alan cemaatleri, âlimleri ve salih görevlileri hep oldu…
Bunları bilelim. Bir şeyi daha bilelim ki dünyaya nizam verme ülküsü taşımayan, haklılık ve üstünlük davası gütmeyen, egemenlik kurduğu dönemlerde de bunu gerçekleştirmeyen Müslümansız bir tarih hiç olmadı. Son iki yüzyılda bu işleri sadece ülkü olarak yüreklere sığdıranlar, öteleyenler ve gereksiz bulanlar hariç! Şunu da unutmayalım; modern aklın tesiriyle hayatı sadece siyasetten ibaretmiş, siyasi parça-alan her şeymiş gibi sınırlayarak yahut her şeyi bu merkezde açıklayarak, Emevi’ler dönemindeki sapmayla başlayan bir tarih ve medeniyet okuması icat etmek de bizleri yanlış yola sevk etmektedir. Bu nedenle müsteşriklerin ve üstünlük taslayan batılıların tesiriyle veya yanlış tarih yorumlarına aldanarak zihinsel köleliği sürdürmeyelim! Çünkü bir Müslüman için hayatın anlamı başka bir şey, diğerleri için başka bir şeydir.
Son birkaç yüzyılda kevnî âlemde ve polisde böyle bir yarışta önderliği kaybetmiş olmak, geçici doğruların sanal üstünlüğüne ve propagandasına, geri kalmışlığın psikolojik ezikliğine aldanmışlıkla ilgilidir diyebiliriz. İnsanlar arasından seçilmişlik özelliklerini yitirmek, üstünlük ve haklılık konusunda şüpheye düşmek, dolayısıyla beşeri âlemde geri planda ve edilgen durumda kalmak ve yönetilen nesneler haline dönüştürülmek, asla bir kader değildir. Bu hak da değildir. Zira hiç bu kadar zayıf ve çelimsiz olmasa da biz bu tarihte hep vardık. Üstelik tarihi bizim yazdığımız dönemler, diğerlerine kıyasla insanlığın insan gibi yaşayabildiği dönemlerdi. O halde kompleks altında bozulmamış ve kendimize yabancılaşmamışsak şayet, çağdaş halimiz insanlık tarihiyle kıyaslandığında çok da bir şey değildir. Bu durumda mesele, akıl yapısına dikkat ederek kendi çıkış yolumuzu kendimizin bulacağı özgüveni yakalamaktır.
Bu durumda yanlış yerlerde oyalanmadan meseleyi doğru kavramaya, sahip olduğumuz yüksek potansiyeli hatırlamaya, çekmecelerde saklı duran hazineleri gün yüzüne çıkartıp işe yarar hale getirmeye, doğrularının üzerine koymaya, zihinleri ve düşünüş biçimlerini bu yolda iradi olarak harekete geçirip tavırlara ve canlılığa dönüştürmeye odaklanmalıdır. Müslüman, bir Müslüman gibi düşünmeye, dünyaya ve varlığa Müslüman’ca bakmaya, ilişkilerini de bu düşünüşle kurmaya başladığında her şey tersine dönecektir. Durun ey kalabalıklar, kulak verin ey insanlar gittiğiniz yol batıl, hak olansa budur sesi ancak böyle çınlar! Tarih yeniden yazılmaya böyle başlar.
Müslüman aklı yattığı kış uykusundan uyandığında, uyku sersemliğini üzerinden attığında, gördüğü rüyayı hayra ve doğruya yorduğunda olur bu iş. Bunun önündeki en büyük engel, düşünüş biçiminde oluşan arızalar nedeniyle itikadi-filozofik kabullerle batının üstünlük iddiasındaki teknik-teknoloji farkı birbirine karıştırmaktır. Önce bu ayırımı doğru yapmalı, her şeyi yerli yerine koymalı. Başlangıç bu olabilir. Ashab-ı Kehf’in uyandığında gördüğü çarşı Pazar ilişkisi ve paranın değişikliği kadar detay şeyleri burada asla dönüştürüp her şey haline getirmemeli. Çünkü esaslar durduğu yerde duruyor. O halde filmi başa alıp mağara ehlinin ilk dönemlerine dönerek kavganın nerede yapıldığı hatırlanmalı.
Evet, teknolojik yenilikler insan hayatı üzerinde değiştirici ve yönlendirici özellikleriyle önemsenmeli ama bu meselenin asıl gerçeği gizlemesine de izin vermemeli. Nihayet bu alan öncelikle icat edenine mali üstünlük sağlıyor, bu sayede tüm insanlığı terbiye edici güce ve role soyunarak egemenlik kurduruyor. Buna rağmen batıyla yarışın şimdilik kapanması mümkün olmayan bu kulvarda değil başka kulvarda sürdürülmesi gerektiği fark edilmeli. Bu yaklaşımla yarışı, nihayetinde bir bayrak yarışı gibi görür, bu etabı kaybettiğimizi düşünebiliriz. Ama ortada devam eden bir yarış olduğunu, maçın devam ettiğini ve bütün maçı henüz kaybetmediğimizi bilmeliyiz. Biliyoruz ki Allah, kulları arasında günleri devran ettirmektedir. Bu bakış batılı hükümlere tâbi ve ilânihaye teslim olmaya değil özgüveni yakalamaya ve üzerimize düşene bizleri yoğunlaştırır.
Bu bağlamda bilelim ki bocalayıp durduğumuz ve çıkmaz sokak gibi gözüken sorunlar yumağı, Batılı akledişin tesirinde kalarak kendimize yabancılaşmamızla başlıyor. Bu psikolojiyle ve düşünüşle kendi kaynaklarımıza, değerlerimize ve birikimimize yaklaşma biçimimiz dahi etkileniyor. Dolayısıyla varoluş gerekçemizi unutuyor, fasit bir dairede dolanıp duruyoruz.
Denebilir ki hayatta sorun gibi gördüğümüz ya da bize öyleymiş gibi gözüken nice sorunlar, Müslüman aklıyla düşündüğümüzde görülür ki onlar gerçekte olmadığı halde sadece bizim kafamızda sorun olarak var sandığımız şeylerdir. Bu bakımdan başlangıçta masum gibi gözüken, doğru gibi gelen modern düşünüş biçiminin öncelikle elden geçirilmesinde fayda vardır.
Evren, dünya, doğa, insan ve diğer varlıklar üzerinden batılının ürettiği kavramları, ilkeleri ve hükümlerinin bizi de onların tümünü doğru gibi kabule hazır hale getirdiğini, bu sebepten yanlış yerde durduğumuzu göremiyoruz. Bu yanlış duruşumuz nihayet varoluşa, varlık gerekçesine, amaca ve gelecek tasavvuruna kadar farkında olamadan yansıyor. Dolayısıyla batılı veriler üzerinden bakış açımız, söylemlerimiz, dilimiz, kavramlarımız ve değerlendirme ölçülerimiz etkilenerek ilişki biçimlerimiz başka amaçlara dönüşüyor, sevgi ve buğz gibi esaslı tavırlarımız dahi yanlışa yönleniyor. Nihayet batılının, fıtratı ve tabiatı bozarak insanı kışkırttığı, toplumu ve çevreyi fesada uğrattığı kendi büyük suçuna biz de ortak oluyoruz.
PARÇLI DÜŞÜNME TARZI VE DEMEMİZ O Kİ
Modern akıl evreni, dünyayı, varlığı ve yaratılışı yeniden tanımlayıp anlamlandırırken, bu yöntemin doğurduğu sonuçlar gereği varlığı doğal gelişim ve evrimle açıkladı, varlıkların kendine has süreçte devinim sonucu bu hale geldiğini kabul etti. Bizi de bu sonuca ikna etti ve biz de ayetlerden bunun böyle olduğunu ispata zorlandık. Dogma ve tartışılmaz gerçek olarak sunulan bu yöndeki bilimsel açıklamaları teknik alana ait zannıyla itiraz edemedik, parçalanmayı üstü örtük olarak kabul ettik. Dünya zamanı, mekanı, hayat ve insan da bu tarzda parçalanırken ait olduğu bütünden ve yaratılıştan kopartıldığınıysa kavrayamadık. Maddi âlem ve varlıkla ilgili oluşan bu algı, Allah’la, başlangıç ve ahiret zamanıyla bağlarından kopartıldığında bağlantıyı kaçırdık. Doğumla ölüm arasında yaşanan dünya hayatının dinle ve kıyametle bağlantısı kesildiğindeyse uykuda gibiydik.
Zihinsel yapı ve düşünüş biçimi olarak parçalı düşünmeye, parçaları bütünden ve nihai amaçtan bağımsız görmeye alışık hale gelen zihnimiz, çıkarılan bu neticelere ve değerlere vahyi referansıyla, esastan itiraz edemiyor. Oysa bu durum yeni ve başka bir varlık, hayat algısı ve yaşam tarzı doğuruyor. Bu noktada hissiyatıyla işi fark edip poliste korunaklı alan arayanlar ve sığındıkları dünyalarında var olacağını düşünenler, her yandan kuşatıldığını fark edemiyorlar.
Gettolaşarak, mahalleler veya siteler içinde sınırlı pratikler üreterek, parçalı zaman ve mekanda yürütülen sivil ve özel faaliyetlerle meşruiyet bulup kurtuluşa ereceğini düşünenler, sapkın dünyanın parçası olduklarını, hem zihinsel hem de fiziksel olarak dönüştürüldüklerini fark edemiyorlar. Bu karamsar bir tablo değil, bir tespittir… Bu bakımdan insanın irade sahibi bir varlık olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla bu sistemi ve sistematiği bir insan iradesi kurduysa, başka bir insan iradesi de itiraz edebilir, reddedebilir, total yeni bir sistemle değiştirebilir ve yenisini kurabilir. Yeter ki bu işlerin nasıllığına dair kafa yorulsun.
Günümüz dünyasına hükmeden batılı akıl sayesinde insan artık hayatı, varlığı, zamanı ve mekanı bütünsel olarak düşünemiyor, bütünsel ve tek bir ilkeyle bir varlık ilişkisi ve hayat sürdüremiyor. Oysa bir Müslüman, besmele çektiğinde sürüden ayrıldığını, sıradan çıktığını, başka bir bütüne, yere ve bağlama ait olduğunu bilerek her doğan güne ve yeni bir hayata başlıyor. Allah bildirmiyor mu; çoğunluğun oluşturduğu sürü sapıktır, cahildir, nankördür, bilmezler, zalimdir ve müşriktirler! İnsanlık cehenneme doğru akıyorsa bizler de peşinden mi gidelim!
Besmeleyle hayata başlayan bir akıl, bu bilinçle yaratıcı bir Allah, imtihan alanı kılınan ve kendisine bir ecel tayin edilen bir dünya, yaşamaya uygun kılınmış bir doğa-çevre, yaratılış gerekçesi, rızkın tekeffülü, eşyanın ve insanın kaderinin takdiri, kendilerine sunulmuş bir yol haritası, akıbetten haberdar edilme, varlıkların, insanların ve ümmetlerin ecelli oluşu, nimetlerin taksimi, hesaba çekilme, ölümden sonra yeniden diriliş vs tüm bu açıklamaların onun hayatında bir karşılığa denk düşmesi gerektiğini, tavırlarına yansıması gerektiğini, bütünsel bir bakışla ve kendine has bir bağla tüm hayatını, zamanları mekanları birbirine bağlaması gerektiğini yeniden düşünmeli.
Farkında olsun ya da olmasın, tipik modern insan gibi azgınlaşmaması, kendini tanrı yerine koymaması, her şeye muktedir olduğunu vehmetmemesi, kaderinin ve tercihlerinin sonucunun sadece kendi elinde olduğunu düşünmemesi, kimseye hesap vermemek gibi bir duyguya kapılmaması, yapıp ettiklerinin tümünün bu dünyada karşılık bulacağı gibi bir amaca da yönelmemesi gerekiyor.
Yukarda çizilen tablo ve başka tür kurgulanmış bir hayatta yaşamak durumunda kalan Müslüman’ın kendine has bütünlükten koptuğu zaman nasıl etkilendiğini, aklının nasıl çelindiğini ve nasıl bir illizyon altında tutulduğunu anlamak gereklidir. Bu durumun izaha ve anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Çünkü artık herkes görüyor, hissediyor ve yaşıyor. O nedenle yazı konusunun sorunu, bütün parça ilişkisinde kaçırılan yeri tespit etmeye çalışmak, oradan parçalı düşünmeye alışık hale gelmiş bir zihinle kurtuluş olmadığını açıklayabilmektir. İşi abarttığımızı düşünenler varsa, bu tarzın bırakın kevni alemdeki ilişkisini, bilgi kaynağıyla kurduğu ilişkide de Müslüman’ı nasıl etkilediğini şu şekilde izaha çalışarak verelim.
Parçalı düşünmeye ve yaşama biçimine bağışıklık kazanmış, sorunlarına yaklaşım biçimi ve çözüme bakış açısı da doğal olarak bu duruma uyumlu çalışan bir akıl, bu hayatta lehine ne kazanırsa kazanç hanesine yazmayı alışkanlık haline getiriyor. Palyatif çözümlere aldanıyor, pragmatikleşiyor. Bu dünyada yapıp ettiklerinin muhakkak surette ahrette bir karşılığı olması gerektiğini ise unutuyor. Bu sebeple ilkesellikten çok tepkisellikten, esasa yönelmekten çok ayrıntılarda boğulmaktan, özgünlükten çok karşıtına endeksli olmaktan, teslimiyetten çok akılcılıktan, üretebilmekten çok kuran kelimelerine sığınmaktan, hesap verebilir olmaktan çok serbestlikten bahsedilebilir.
Şimdi de bu akledişin ürettiği sorunlara bakalım: Bu bağlamda söylenmeli ki, bu aklediş tarzı Kuranı evvela bir bilgi nesnesi ve bütün olarak ele aldı. Sonra Kuran önce kendi içinde surelere, ayetlere, konulara ve kelimelere bölündü. En küçük parça olarak ayet tespit edildi. Kelime manalarıyla ayetleri açıklanmaya, konulu tefsir yapılmaya böyle başlandı. Bu yolla bütünü anladığını, doğru anlamı yakaladığını düşündü. Bu süreçte ayetlerin, kavramların, konuların birbiriyle bağlantısı, çıkartılan anlam ve sonuçların kuran ve din bütünlüğündeki asli bağ kopartıldı.
Bu yöntemle yapılan kuran okumalarında Kuranın inzal edilmiş bir vahy olduğu unutuldu da anlama faaliyetine ve bilgi nesnesine dönüştürüldü. Bir taraftan da modernizmin kışkırttığı sorulara aynı yöntemle cevap verilmeye çalışılırken savunmaya geçildi, aynı yöntem kullanıldı ama süreçte akıl yapısının değiştiği fark edilmedi… Neredeyse dine ait tüm parçaların bilimsel yöntemler, kurallar ve analizler kullanılarak hükümler çıkartıldığını aklımıza getirelim şimdi.
Kurani öğreti, bu yolun sonunda gaybi bilgi, tek hakikat olması, verili ahlaki tutum olmaktan çıktı. Bâtılı gösterip hakkı açıklayan uyarı niteliği yok oldu. Delalette olanların, gazaba uğratılanların yolu ve akıbeti, sakınılması ve ibret alınması gereken örnekler olmaktan çıkartıldı da, tarihsel-ebedi metinler olarak anlamlandırılmaya başladı. Mucizeler, kıssalar, Cennet, cehennem, cinler, melekler, Âdem(s), risalet, gaybi yardımlar vs metaforik okumayla kendi gerçeğinden ve ait olduğu bütününden uzaklaştırıldı.
Şeri hükümler ve kurallarda indirgemecilik yapılarak, tarihsellik yorumuyla günümüze uymayanlar gereksiz görüldü. Fizik dünya, varlıklar, hayat, eşya, isimlendirme, tanımlama, teknoloji, sanayi, üretim, yönetim, savaş vs gibi konularsa dinle bağını hepten kopardı. Tüm bunların sonucunda din, gerçeği üzere anlaşılır olmaktan çıktı ama gerçek bu dendi. Doğru bilgi bu dendi. Bu aklediş itiraf edemese de Allah bu dünyaya ve çağa hidayet edemez oldu!
Oysa burada hem kevni ayetlerin hem de diğer parçalı okumaların bulabildiği parçalı doğruların her birinin kendi bütünlüğü içinde bir asla ve bütüne ait bir ışık, delil, işaret, yönlendirici olma özelliği akılda tutulabilir, nihai amaçla birleştirilebilirdi. Fakat parçalı düşünüşle bütün yeniden tanımlandı ve din ahlaki, vicdani bir öğreti olarak sunuldu. Din artık bu dünyada salt ibadete, maneviyata, moral değerlere, erdeme, fazilete ve bireysel faaliyetlere dönüşerek özelleşti. Bu akılla yapılan anlam arayışı, varılan sonuç, doğru olarak görüldü ve buna göre de tavırlar belirlendi.
Bu akılla, bu düşünüş biçimiyle yazılan yeni mealleri, tefsirleri, kavramsal tartışmaları, peygamberliği ve yorumları yeni bir din inşası yapımı olarak görmek, mübalağa sayılmamalı. Bu akıl Kuranı yeniden yazıyor sanki! Bu aklın bu akıl yapısıyla seri üretim yaptığını söylemek de acayip karşılanmamalı! Zira kevnî ayetlerle metlüv hakikatler arasındaki bağları kopartarak ikisini birbirinden soyutlamak ve vahyin mesajını gönüllere ve ahlaka hapsederek teolojik tartışma konularına dönüştürmek böylesi bir zihin ürünüdür. Bu zamanda aklımıza mukayyet olmak ne kadar önemliymiş, bunu öğrenmiş olmak en büyük karımız olacaktır. Bunu yapabilirsek şayet dilimize, söylemimize, dinimize, neslimize de mukayyet olabiliriz.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir