“Devletin Dini Adalettir”

“Devletin Dini Adalettir”

Yargı sözü üç kelimelik bir terkip. Terkibin kuruluşuna bakılırsa devlet esas, din ve adalet onun doğal birer bileşeni, mütemmim cüzleri oluyor.

Terkipte ‘devlet, din, adalet’ kelimeleri soyut kullanılıyor; onları belirleyen, tanımlayan, sınırlayan ve adresleyen dayanak ve özellikler muğlak bırakılmış. Tefsire ve tevile muhtaç durumda. Şu halde bilinenlerden hareketle yorumlayalım..

Mütemmim kelimesi, hukuki bir terimdir; aslın tamamlayıcı unsurlarından birisi manasınadır. Tamamlayıcı; ondan ayrı olmayan manasınadır. Yani sonradan ekleme, teferruat olmayandır. Mütemmim; namazda abdest, vücutta kol, başta saç, atta tırnak, binada kapı, otomobilde koltuk gibidir..

Devlet, özü itibarıyla siyasi bir organizasyondur. Örgütlü bir toplumun mütemmimidir yahut tersi. Onun yapısı, niteliği, fonksiyonu, meşruiyeti, dayandığı referansı, adını ve adresi gösterir. Onu; dini/felsefi/ideolojik bir tez/kuram tanımlar; buna dayalı bir hukuk sistemiyle somutlaşır/şekillenir/devletleşir.

Başlıktaki terkipte bu din/ideoloji/felsefe muğlak, dolayısıyla devlette soyut; adalette öyle.

Pratikleştirirsek liberal bir ideoloji ve onun devleti ve adaleti mi; sosyalist, faşist, aşiret ideolojisine/paradigmasına dayalı devlet ve bunların adaleti mi? İslam, Hıristiyan, Yahudi, Budist din, bu dinlere dayalı devlet ve adalet mi; ne?

Bir dinden, ideolojiden, paradigmadan bahsediyorsak bunların hepsi ‘en doğrusunu ben söylüyorum, adil olanı ben tayin ederim’ demiyor mu? Demiyorsa zaten onun bir hükmü, anlamı kalmaz; yok hükmündedir..

Dindarlar, Hz Ömer’e ait “adalet mülkün temelidir” sözüne gönderme yaparak savunuyorlar başlıktaki sloganı; cehalette olabilir, işin içinde bir yerlere mesaj sunmakta, kim bilir. Ama sloganın yahut sloganla kast edilenin İslami olmadığı belli çünkü İslam soyut konuşmaz. İslam’da Allah inancı dahil her şey hakikattir; gün gibi, güneş gibi şahit olunan bir gerçekliktir.

Halife Ömer’in sözündeki ‘mülk’, aynı zamanda ‘mülkiyet’ şartını içerir; devlette bir mülktür. Söz, bu mülkün sahibi adil olmalıdır manasınadır. Sözün sahibi de adil bir yöneticidir.

Devlet bir ‘mülk’ müdür; evet. Bu mülke sahip olan Müslümanlar adil olmalıdır diyor Ömer. Adalet verili ve tanımlı burada; Müslüman ümmetin seçtiği, mülkünü emaneten verdiği, denetlediği, İslam ile hükmeden bir yönetici..

Klasik toplumlarda devlet ‘kan bağına dayalı bir soya, bir aileye, bir hanedana’ ait mülktü. Yönetilenler, hukuken mülk sahibinin ‘yönettikleri, kulları, tabası’ idiler.

Modern toplumlarda devlet mülkiyeti el değiştirmiştir. Kuram olarak devlet artık soyut, tanımlı ‘bir halka, bir millete, bir ulusa’ ait oldu. Devlet pratik olarak kurulduğundaysa, teşkilatlanma yasası ile hukuken somutlaştı. Kurumlarıyla şekillendi.

Şu halde nerde bir devlet varsa orada, onun tanımlı sahibi bir halk, bir millet, bir ulus oluştu. Alman devleti, Suudi Arap devleti, Türk devleti gibi..

Sahiplik, egemenlik hakkı da demektir. Egemen, mülkünün üstünde, hep olduğu gibi bazı kısıtlar hariç, dilediğince tasarruf hakkına sahiptir.

Demokrasilerde ve cumhuriyetlerde halk, egemenlik hakkını devlete devretmiştir; sosyal sözleşme yahut seçimli temsil sistemi denen şey. Dolayısıyla yasama-yürütme ve yargıda egemenlik devlettedir..

Devlet, siyasi bir kavramdır ama varlığı hukuk ile kaimdir. Görece olarak değerlendirilen adil zalim ölçüsü farkı ortaya koymaz, hukuksuz bir devlette olmaz. Kaldı ki neyin adil olduğunu belirleme yetkisi, egemenin hakkı olarak duruyor zaten.

Misalen; TBMM’nin duvarında ‘egemenlik/hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir/halkındır’ yazar; kurulduğundan beri. Niye? Çünkü Osmanlı hanedanının mülkü değildir artık yeni Türkiye. Buradaki milletin yahut halkın ve ulusun kim olduğu hukuken tanımlıdır; aynı dili konuşan; aynı vatanda yaşayan ve ortak kültüre sahip olan; aynı ortak geçmişi ve geleceği paylaşan; çoğunluğun dinine saygılı “herkes Türk’tür”; eşit anayasal haklara sahiptir. Devlette Türkiye cumhuriyetidir.

Niye bu tanım? Çünkü Osmanlı’da ‘milleti’ din belirlerdi; dinin tanımladığı milletler sistemi vardı. İnsanlar dinlerine göre tasnif edilirdi. Müslüman millet, hukuken millet-i hakime; Hıristiyan Yahudi Ermeni milleti, millet-i mahkume idi..

İslam’da devlet ne, din ne, adalet ne; burada muğlak bir şey yok. Temel kural “din esas” devlet dahil gerisi ‘teferruattır.’ Yani her şeyi İslam’a dayalıdır; devletin şekli de, muhtevası da; yönetim biçimi de, adaleti de.

Başka bir deyişle Müslüman millet, tarihte bir zamanda, siyasi organizasyonunu tesis edememişse dahi; devletsiz de yaşar. Varlık gerekçesi şeri hukuk sistemini muhafaza ve müdafaa etmek olan cemaat yapılanması bu işleri görür.

Bu durumda Müslümanlar devletlerle ve diğerleriyle olan ilişkisini kendi hukuk sistemlerinden hareketle kurarlar. Din bu işleri çözmüştür. Hatırlanırsa şeriatın maksadı, ‘canı/hayatı-malı-dini-aklı-nesli’ korumaktır.

Anlaşılması için denebilir ki İslam’da haramlar ve helaller, genel çerçevede devletin varlığı ve yokluğuyla doğrudan irtibatlı değildir; şartlara göre de değişmez. Farzlardan adalet, emanete sadakat, merhamet, hak gözetme, dürüstlük, iyi komşuluk, herkesin iyiliğini isteme, müşterisine de kazandıran ticaret, namaz, hac vs. böyle olduğu gibi; haramlardan öfke, kin, hile, rüşvet, yalancı şahitlik, tek taraflı menfaatçilik, içki, zina, faiz, kumar vs. de de böyledir. Çünkü Müslümanlar öncelikle kendi nefislerinde Allah’ın hükmüyle hükmederler.

Nitekim, Peygamberlerin çoğu Mekkelerde, devleti olmayan Mekki sosyo-politik ve iktisadi şartlarda yaşamışlar; azı, hicret edip Medine/Jaru selam kurmuşlardır..

Bu meselede, başlıktaki sloganı savunmak için cehalet veya mesaj kaynaklı olduğunu düşündüğümüz bir hususa daha değinmeli. M615’te Mekke’de, risaletin daha 5. Senesinde, Müslümanların ‘dinde çatışma’ yaşadığı siyasi şartlarda, bi çıkış aradığı zamanda, hicret ettikleri ‘Habeşistan ülkesi’ ve oranın ‘adil yöneticisi Necaşi/Ashame’ meselesi.

Ashame, ülkesinde ve çevresinde adil bir hükümdar olarak bilinirdi. Şayet bu yeterli olsaydı; Hz Peygamber Medine’de devlet kurduktan sonra, Hicri 6. Yılda, tüm devlet başkanlarına İslam’a davet mektubu yollarken, adil olan Habeş Necaşisine yollamaması gerekirdi; oysa ona da yolladı. Onu ve nezdinde ordusunu ve halkını da İslam’a, kendisine tabi olmaya çağırdı.

Devletin dini adil olmak idiyse, Necaşi adil bir hükümdar idiyse, tek başına bu yeterli idiyse, onun İslam’a davet edilmesi nasıl izah edilecek? Demek ki başlıktaki soyut sözün pratikte bir pek bir anlamı ve karşılığı yok..

Not: Meraklısı için, Necâşî’ye yollanan mektubun metnini ekleyelim; Hamidullah’tan. Ona yollanan iki mektup var; ilki Cafer’le giden muhacirlerle; ikincisi H6. Yılda yollanan. İkisini ayıranda Hamidullah’tır. Biz ikincisini alıntılayalım:

“Resulullah Muhammed’den, Habeşlilerin Kralı Necâşî’ye: Kendisinden başka ilah olmayan, gerçek hükümdar (Melik), Mukaddes (kuddus), Selam, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah’ın övgüsünü sana iletirim.

Tasdik edip şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah’ın Ruhu ve Kelimesidir ve (bu Kelime) afife, dokunulmamış Meryem’e bırakılmıştır; böylece o İsa’ya hamile olmuş ve Allah da onu, kendi Ruh ve Nefesinden olmak üzere, Adem’i eli ve nefesi ile nasıl yarattı ise onu da (öylece) yaratmıştır.

Seni tek olan Allah’a çağırıyorum ki onun hiç bir ortağı yoktur. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma (çağırıyorum); beni takip et, bana uy, bana gelen şeye iman et. Zira ben Allah’ın Elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki askerlerini Kaadir ve Azim olan Allah’a davet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul etmeni tavsiye ederim. Selam, gerçek hidayet yolunu takip eden kimsenin üzerine olsun!”

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir