İki Seçeneğe Sıkıştırılan "İslam"

İki Seçeneğe Sıkıştırılan "İslam"

1.Son iki yüzyıldan bu yana, öyle ya da böyle İslami şeri fıkıh nizamına dayalı olarak yaşanan toplumsal ve siyasal yaşamı ve düzeni terk edip, seküler hukuka dayalı modern toplumsal modeli ve siyaseti benimseyerek rotasını Batılılaşmaya çeviren Müslüman ülkeler, ne kendisi kalabildi ne Batılılaşabildi.
O gün bu gündür hiç birinde istikrar sağlanamadı; hepsi, yönetimi eline geçirmiş oligarşik bir sınıfın siyasi baskısı altında, ekonomik çarpıklık ve yoksulluk içinde, iç çatışmalar ve sosyal gerginliklerin olumsuzluğu etkisinde; kentselleşmeden kent kültürüne, eğitimden komşuluğa, aileden insan tipine kadar her alanda krizler yaşıyor. Sanatı edebiyatı, mesleki yaşamı ve hayali dahi Batı kültürüyle Müslüman gelenek arasında sallanıyor.
2.Dinlerini, klasik yönetim tarzlarını ve toplumsal biçimlerini modern akledişle reforme edip yenilenen, ekonomik bağlamda maddi olarak sıçrama yapıp ilerleyen, bilim ve tekniği salt çıkar maksadıyla kullanıp kalkınan ve refaha ulaşan, mali ve askeri bakımdan güçlenip geri kalan dünyaya siyasi hükümranlık sağlayan Batı, hala üstün, hala etkin.
Banisi oldukları dünya düzeninde liderlik el değiştirerek devam etse de Batının kurduğu sosyo ekonomik ve siyasi yaşam tarzı, halen dünyanın geri kalanlarına cazip geliyor. Bu düzenin felsefik ve ideolojik prensipleri dışında başka bir düzen prensibi elan hükümsüzdür. Bu sebeple bu düzen hala rakipsiz, hala çekicidir. Sorunlar çıksa da kendince çözmekte mahirdir.
Bu düzen, en temelde dünya görüşü, varlık algısı, var oluş amacı, varlıklar arası münasebetleri, değer yargısı ve ölçüleri, toplumsal amaç ve hedefleri bakımından o kadar etkin ki güya kendisine savaş açtığını ve kendileri farklı bir tarzı savunduklarını ileri sürenler dahi, bu etki dahilinde kendilerini ifade etmek ve konumlandırmak gereği duyuyorlar.
3. Mevcut dünya düzeni; zenginliğe, refaha ve hazza ulaşmayı hedefleyen birey/yurttaş temelli, serbest ve özgür piyasa şartlarında maddi ve mali kazanç sağlayarak kalkınmak ve güçlenmek için örgütlenmiş tüccar ulus toplum modelli, kendisine has seküler hukuka dayalı siyasi teşkilatlanmayla bütünleşmiş bir düzendir.
Bu dünya düzeni içinde hem toplumsal istikrarını korumak ve hem de ittifaklar kurup varlığını muhafaza etmek için çabalayan Müslüman coğrafyanın yöneticileri, yönettikleri ahalisinin inançları ve kültürleri bağlamında hissettikleriyle yaşadıkları gerçeklik arasında oluşan tezatta sıkışıp kalıyorlar. 
Bu gerginlikte selim akla bir türlü kavuşamayan yönetilenler zümresi, modern eğitim ve sosyal hayat tecrübesiyle kendi tarih ve tecrübelerine de yabacılaştığı için tepkiselliğe düşmüş, iki yanlış seçenek arasında bocalayıp durmaktadır. Seçenekler: Ya, İslamı vicdani, şahsi, özel alanla sınırlayıp kültürel bağını koruyarak toplumsal ve siyasal alanda Batılı gibi istikrara kavuşmak yahut, tarihten miras aldığını sandığı mağlubiyetin içerde ürettiği kompleksin sosyal hayatına yansıttığı kaosun sebebini Batıya sabitleyip toptan reddiyecilik.
Bu bağlamda Arap dünyası yalnızca Kur’an’a, Türk ve Hint Dünyası yalnızca hadislere, Fars ve hinterlandı yalnızca şiiliğe sığınarak ve dayanarak kendi içinde selamete ulaşmaya ve bu dünya düzeniyle başa çıkmaya çabalıyor. Her birisi başına ne geldiğini ve neden geldiğini tartışıp onunla hesaplaşmayı düşünmedikleri için olsa gerek, yaptıkları ittifaklarla aslında zavallı akıbetlerini tayin ettiklerinin farkında bile değil. Bunun doğal sonucudur ki dünya düzeni lehine birbiriyle dalaşmayı marifet sanmaya devam ediyorlar.
Kur’an ve sünnete aykırı prensiplerden oluşmuş bir sosyal hayat pratiği içinde yaşamayı sanki doğalmış gibi veri kabul ederek çıkış yolu aramaktan vaz geçmedikleri sürece Müslümanlar, ne Müslümanca kültür, ahlak, aile üretebilecek, ne de İslami toplumsal örgütlenme ve siyasi teşkilatlanma modeli gibi bir hakikate dönebilecekler. 
4.Modern akılla okunan tarih, bize ibret olmayacak. Modern akılla okunan hadisler savunma refleksinden kurtulamayacak. Modern akılla okunan Kur’an, kendisinden istifade edilen kitaba dönüşmeyecek. Modern akılla kurulan sosyal düzen prensiplerinden oluşan hayat ve kültür, bir toplumsal model olarak bizi islam’a kavuşturmayacak. 
Selim aklı yitirdikleri için takılıp kaldıkları ve iki seçenekten birine sıkıştıkları için yalnızca, yalnızca deyip durup sığındıkları mazeretlerin hükümsüzlüğü kavranabilirse şayet, bu cendereden çıkışın yolu açılacaktır. Çünkü İslam, ne yalnızca Kur’an’dan, ne yalnızca hadislerden, ne yalnızca mezhebi tutumlardan ve ne de yalnızca tarih sahnesinde yaşanmış milliyetlere, coğrafyalara, örf ve adetlere has tecrübelerden ibaret bir din değildir. 
Allah’ın kullarına bir lütfu olan son peygamber Hz. Muhammed’in Mekke ve Medine hayatının, dört raşit halifeler döneminin doğru referans olduğunun kavranması önemlidir. Dolayısıyla bu dünya düzenini ve Batı kaynaklı modernleşme cenderesini aşıp geçmenin yolu, İslamın bir hayat nizamı olarak yaşanan sahih referanslara dönmek, tarihi Müslüman aklıyla okumakla, bu doğrultuda mevcutta yaşanan sosyo politik, ekonomik, sanat, meslek, komşuluk ve ailevi yaşamı buna uygun olarak yeniden düzeltmekle lakalıdır. Daha doğrusu dini telakkinin sahihleştirilmesidir meselemiz.
5.Bu hususta söylenmesi yahut hatırlanması gerekenin, Müslüman milletlerin toplumsal işlerini düzenledikleri ve onlarla tarih sahnesinde izzete kavuştukları sosyal prensiplerin ihyası olduğunun kavranmasıdır.
İslam milletinin birliği ve bütünlüğü evveliyatla, kulluğumuzu tayin eden, sınırlayan, şerefli kılan, akaidimizin ve ibadetlerimizin de kendisinden neşet ettiği İslami şeri fıkıh nizamına dönmekle bağlantılıdır.  Toplumsal olarak örgütlenmeyi ve siyasi olarak teşkilatlanmayı becerebilmekte bu irtibatı kurmakla alakalıdır.
Bilinmeli ki İslami şeri fıkıh nizamı sabit kurallar çerçevesinde bir usuldür, yöntemdir, başvuru referansıdır. Bu yanıyla sürekli canlılığı ve diriliği muhafaza eder, zamanların ve şartların getirdiği tüm problemleri dinamik şekilde karşılayıp çözer.
Bunun böyle olması, dini muhafaza ve müdafaa edip ümmetin bekasını sağlamanın farziyetinin, İslam’ın aleyhine ama kendileri lehine ittifaklar kurmanın haramlığının gereğidir. Bu sebeple Müslümanların milletler ayırımından önce kendisine has siyaseti ve stratejisi olmalıdır. Bu hususlara dikkat edildiği sürece mezhebi görüş ve yaşayış farklılıkları hayrı ve ittifakı güçlendirecek, bu çerçeve aşıldığı sürece şer ve nifak beslenecektir.
Aklımızda kalması gereken şey, mevcut dünya sistemi dahilinde hareket edildiğinde olup bitecek şeylerin nitelik ve meşruiyet bakımından küfre destek olacağı, küfrün siyaseti ve stratejisini güçlendireceğidir çünkü, esası itibarıyla kendisinin din dışı bir oluşum ve gelişme olduğunun farkında olunmasıdır. Bu paralelde yalnızca Kur’an, yalnızca hadis, yalnızca mezhep ve yalnızca tanımlanmış millet çağrısının da bu dünya düzenine destek olduğunun bilinmesidir çünkü bu tarzlar, esasta kendisi dini özelleştirmekte, millileştirmekte, mezhebileştirmekte, kişiselleştirip sosyal hayatın dışında tutmaktadır.
Müslümanlar olarak hepimiz biliyoruz ki İslam’ın kendi kitabı, hukuku, dili vardır. Nereli olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun tümünü bu prensiplerde ve tek bir millet içinde kaynaştırır. Dünyanın her yanında okunan ezanlar aynıdır, ibadet mekanlarına çağırır, aynı Allah inancı içinde hepsini kaynaştırır. Bayramları aynı, seyranları aynı, haramları aynı, helalleri aynı olur insanların. Bilinirse bu Allah’ın kullarına bir lütfudur, ikramıdır.
Kaldı ki İslam insanlara kendine has bir dünya görüşü, felsefesi ve kavrayışı verir. Herkese verir. Bundan dolayı Müslümanlar kendi sosyal hayatını kurar, kendi kültürünü üretir, kendi milletini örgütler. Bu hakikat ki çağdaş iddiaların, anlatıların ve yapılaşmanın tümünü çürütür, batıl sayar, reddeder. 
Şu halde İslam, mevcudu veri sayanlar için sıkıştırılmış iki seçeneğe sığmaz. İstense de bu cendereye girmez. Müşahhaslaştığı, sosyal hayatı kendince tanzim ettiği her çağda ve şartta, her millet için tek doğru seçenektir. Çünkü İslam kitap ehlinin dinine dönmez. Son kitap Kur’an bu sebeple geldi. Son peygamber bu sebeple doğrusunu öğretip gösterdi. Dolayısıyla tüm diğerlerini kendi tanımlar, yerlerini tayin eder. Batıl hakkı tanımlayıp konuşlandıramayacağına göre!
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir