BİR MAYIS ÜZERİNE

BİR MAYIS ÜZERİNE

1. “Sahip olduğunuz servet bizden çaldıklarınızdır.”  Türkiye’de geçmiş yıllarda kutlanan 1 Mayıs emek/proleter/işçi bayramına katılan ‘enerji ve maden işçileri’ kortejinin taşıdığı pankart.
 Modern dünyada ‘kapitalist serbest pazar’ ekonomisinin hükümran olduğu her ülkede durum hemen hemen aynı:
Genelde toplam nüfusun %1’i, ülkedeki ulusal gelirin %83’üne, toplam servetin %50’den fazlasına sahip. Türkiye’de, 2017 yılı sonu itibarıyla bankalarda 1 milyon tl ve üzeri mevduata sahip olanların sayısı 175 bin kişi civarında, bir o kadar da gayrimenkul sahibi olsa eder 350 bin kişi, 81 milyon nüfusun yüzde birine daha çok var!
Bu nasıl mümkün olur? İki arada bir derede kalan teslimiyetçi orta sınıf hariç bu denli açık bir servet farkı, zengin-yoksul kamplaşması ancak gelir kaynaklarının hep bir azınlık elinde tutulmasıyla mümkün olur. Bu hal neye dayanarak yapılabilir, devamlılığı nasıl sağlanabilir? Bunun için kurulmuş bir hukuki ve siyasi düzen sayesinde, sistematik bir zorbalıkla.
Çoğunluğu temsil eden yoksullar, yeryüzü kaynaklarına hep birlikte ortak oldukları halde neden karın tokluğuna razı gelir yahut diğerlerine hep muhtaç kalır? Bu hale neden itiraz etmez? Neden değiştir(e)mez? Yoksa bu hal normal midir?
2. İnsanlık tarihinde ve dahi modern akılla aşağılanan klasik toplumsal dönemlerde ticaret hep serbestti. Tiranlar her şeye müdahale edemiyor, her alana hükmedemiyordu. Çünkü tek iktidar onlar değildi. İnsanlar siyasi baskı altında kalsalar dahi, geçimlerini temin edecekleri kendi gelir kaynaklarına sahiptiler. Başkalarına muhtaç olmadan insan gibi yaşayabiliyorlardı.
Ulusal sınırların çizilmediği tarihsel devrelerde de servet dağılımı hiç bu kadar farklı olmadı. Köle sisteminin yaygın olduğu dönemler dahil gerek toplumsal yapı ve gerekse siyasi iktidar biçimleri, böylesine açık ara bir zengin-fakir karşıtlığına müsait değildi, izin de verilmezdi. Neden?
Çünkü klasik toplumsal yapılarda ve siyasi iktidar biçimlerinde “yasama”, prenslerin, kralların, sultanların ve imparatorların tek-el-inde olmadığı gibi, bu yöneticiler yasaların “kaynağı” da değildi. Her şekilde veya bir şekilde yasama yani toplumsal yasaklar ve hükümler hep “ilahi kaynaklıydı.”
Modern çağ öncesi toplumlarında her yerde yasama ilahi kaynaklıydı fakat o yasaları uygulama yetkisi, yönetici takımına aitti, yani onlar sadece yasaların “uygulayıcısı” otoriteler olarak vardı. Bu sebeple iktidarları sınırlıydı.
İşte bu otoriteler, ilahi yasakları delebildiği kadar deldiler, şahsi servetlerini zorbalıkla artırabildikleri kadar artırdılar hatta, komşu illere sırf bu sebeple fetihler yaparak haksız yere onların topraklarını gasp ettiler. Yöneticilerin servet fazlalığının kaynağı dolayısıyla, gerek kendi içinde topladıkları aşırı “vergi” yüküne, gerekse güçlü oldukları zaman fetihler döneminde aldıkları “haraç” sistemine dayalıydı.
Buna rağmen yöneticilerle yönetilenler arasındaki servet farkı, yoksul ile varlıklı arasında kamplaşma, ayrışma, asla modern dönemdekiyle kıyaslanmaz. İkisi arasında ak ile kara kadar fark olduğu gibi ikisi aynı şey de değil ayrıca.
3. Modern dönem, sistematik olarak “kurumlaşmış soyut devlet” dönemidir. Bu devlet meşhur niteliğiyle ‘Natıon/ulus’ devlettir. Devletin ulusal sınırları ve ulusu vardır. Ulus-lar-arası hukuki ve siyasi yapılanma gereği kendi sınırlar içinde egemenlik hakkına sahiptir, bağımsızdır. Ulus, ulusal dil, tarih, din ve kültür/sosyoloji ortaklığı ve tekliği olarak tanımlanır.
Egemenlik, “yasama yetkisi” ve “yürütme gücü” ile alakalıdır. Sosyal sözleşme kuramı gereği egemenliğin kaynağı Natıona/ulusa/halka/millete aittir. Halk, bu yetkisini “temsil” sistemiyle devlete devretmiştir. Devlet bu sebeple yasama ve yürütmede “tek otoritedir.”
Ulus, ortak bir dil, tarih, vatan, kültür ve din gibi unsurlarla tanımlandığı için örgütlenme yapısı ve siyasi iktidar biçimi olarak “sivildir.” Sivillik, Kilise hukukunun geçerli olduğu kentlerin dışında ayrıca yeni kurulan, “ticari kuralların yahut hukukun” hükümran olduğu şehirler (cıtızen) ve bu şehirlerde yaşayan halkı ifade eder. Dolayısıyla ulus, yapısal olarak, var oluş gerekçesi olarak “laiktir.” Cumhuriyet (cumhuru’yla) yahut demokrasi (demos’uyla), laik ulus temelli toplum yapılanmasının, seçimlere dayalı siyasi iktidar biçiminin devletidir.
Kuramsal olarak halk, “doğruyu” bilendir. Nihai otoritedir. Seçimler yoluyla ortaya koyduğu genel “iradesi” ile doğruya işaret eder, temsilcileri belirler. Parlamentolar, temsilcilerin toplantı mekânıdır, yasama ve yürütmeyi yani iktidarı belirleyecek kararı alırlar. Kararlar oy çokluğuyla alınır. Devlet, yöneticilerin ötesinde ve üstünde soyut ve kutsal bir varlıktır, iktidarlar geçici devlet ebedidir.
4. Modern çağda farklı yapılanan toplumsallık ve siyaset yapma biçiminde eskiye kıyasla farklı olan şey, yasama yetkisinin bireye-ulusa dolayısıyla devlete ait kılınması, yasamanın kaynağının da bireye-sivil topluma-ulusa geçmesini ifade eder. Yani artık yasamanın kaynağı da ilahi olmaktan çıkmış, laikleşmiş, dünyevileşmiştir.
Başka bir deyişle hem yasa yapma yetkisi ve hem de yasayı uygulama gücü laik ulusun yahut onun siyasi organizasyonu sayılan devletin tekelindedir. Meşruiyet buradan sağlanır. Bu duruma göre eskiden var olan iki ayrı/özerk iktidarın (yasama-yürütme), iki ayrı otorite/gücün (ruhban-kral) birleştirilerek “tek” elde (devlet) toplanmasıdır.
Bu hal, kendinden öncekilerin de söylediklerini geliştirip sistemleştiren Hobbes’den beri böyledir. Hobbes’in meşhur Leviathan’ı, bir elinde asayı/yasa yapma yetkisini, diğer elinde kılıcı/yasayı uygulama gücünü temsil eden tanrı kral yahut devlettir.
Burada izaha muhtaç kalan şey Montesquieu’nün “yasama-yürütme-yargı” şeklinde tasnif ettiği “üçlü iktidar” meselesidir. O, bir Fransız soylusudur. Soyluların halk mahkemelerinde yargılanmasını, ellerinden topraklarının alınmasını ve giyotine yollanmalarını hazmedemez. Bu sebeple o günün Fransa’sında olanları eleştiriyor, hiç olmazsa soyluların, soylu yargıçlardan kurulu mahkemelerde yargılanmasını istiyor, olması gerekeni anlatıyor, bu sebeple yargıyı iktidar gibi gösteriyordu.
Montesquieu, 18. Yüzyılda kurumsallaşmış modernitenin hukukçusu, sosyoloğu ve siyaset bilimcisidir. Gerçekte o da yargı iktidarının bağımsız bir iktidar olmadığını, yargının, yasamayı elinde tutan iktidarın/devletin çıkarttığı yasayı “tekrar eden” bir organ olduğunu biliyordu.
Özetle modern toplum yapısında ve siyasi iktidar biçiminde şekillenen kurumlaşmış devlette, iki tür iktidar vardır: Biri, yasa yapma yetkisi, diğeri, yasayı uygulama gücü. Bunun ikisi de dünyevidir, ikisi de devletin elinde tekleşmiştir. İlahi olanla hiç bir bağı yoktur.
5. Bu girişi şu hakikati izah etmek için yaptık: Modern devlet, laik ulus temelli bir toplumsal yapının siyasi organizasyonudur. Bu sosyalitenin/kültürün siyaset yapma tarzı demokratik siyasettir. Bu bir sistematiktir, birbirini tamamlar ve kurumsallaşmıştır.
Demokratik bir devletin iktisadi sistemi “kapitalist” serbest pazar ekonomisidir. Bu ekonomik yapı, biri reel üretim, diğeri mali sistem olarak iki türlüdür. Mali sistem yani paraya dayalı ekonomik güç, yahut mali sermaye, her alanda tek belirleyici olmuştur.
2017 yılı sonu itibarıyla dünyada toplam reel ekonomik üretim hacmi 80 trilyon dolar, küresel piyasalarda serbestçe dolaşan mali sistem hacmi (devlet hazine bonoları-şirketlere ait borç senetleri ve hisse senetleri-her türlü faizli krediler vs) 750 trilyon dolardır. Rakamlar neyin hükümran olduğunu gösteriyor.
Yani çalışarak, didinerek, üreterek kazanma, kalkınma diye bir şey yok bu dünyada. Çalışanlar ve üretenler mali sermayenin köleleridir.
Tüm dünyada hükümran olan liberal kapitalist ekonomik sistem, bir soygun-talan-vurgun düzenidir. Bu düzen uluslararası hukukun, toplumun ve düzenin garantisi altında sistematik olarak işleyen bir düzendir. Ve bu düzen sadece demokratik siyaset biçiminde işleyebilmektedir. Nazizim, Faşizm ve Sosyalizm bu sebeple tutunamadılar.
Demokrasinin evrensel bir özgürlük, eşitlik, adalet, insan hakları ortamı ve imkanları sağladığı, yaşattığı ve koruduğu sloganları küllü illizyondur. Bu illizyon öylesine güçlü ki başka bir toplumsal yapı ve siyaset yapma imkanını hep kötüleyerek aşağılar ve dışlar, insanlar da bunu sahici sanır.
İllizyonu sahiciymiş gibi gösterenler, geniş halk kitlelerini bu yönde ikna edenlerdir. Bunlar:  Üniversiteler, aydınlar, ruhbanlar, yazılı-görsel-sanal olmak üzere her türlüsüyle medya, siyasetçiler, sivil toplumlar, şirketlerdir. Çünkü bunların sistemle bir işi yoktur, her birisi bu sistemin birer parçasıdır.
Bu dünya düzeninde, düzenin istikrarını ve sürdürülebilir olmasını sağlayanlar, soygun, vurgun ve talan sistemini ve yoksulluk kepazeliğini her şekilde gizleyebilenler, aynı zamanda insanları korkutan ve ürküten bir “öcü” icat edenlerdir. Geçmişin sosyalist ekonomik sistemi, şimdikinin “terör” kılıflı siyasal İslamı, duruma göre bu hususta iki büyük öcü olarak tedavülde tutulur.
Siyasal İslamcıların yahut sosyalistlerin iktidar olabildiği yerlerde farklı bir sistem kurgusu ve uygulaması olmadığı için mevcut sistem içinde güvenli yaşam ve özel mülkiyet meselelerinde gösterdikleri “öcü” rolü, ne hikmetse liberalizmi hep “haklı” çıkartmış, insanları dünya düzeninin yanında tutmuştur!
6. Türkiye’de, liberal kapitalist serbest pazar ekonomisinin yürürlükte tutulmasında dindar muhafazakar kesimin büyük desteği görülmüştür. Burada iki sebep öne çıkartılabilir:
İlkinde, Modern çağda ve modern toplumsal yapılarda dinler, tarihin ve toplumun dışına çıkartıldıkları için din, artık sadece bir din/religion’dur. Dolayısıyla din artık bireysel olarak bir inanç tercihi, kişisel olarak ahlak, ibadet, vicdan ve erdemden ibarettir. Bu sebeple sosyal toplumsal bir varlığın varoluş gerekçesi olmaktan, bu varlığın kendine has bir siyasi, iktisadi ve hukuki iktidar biçimi geliştirmesinden soyutlanmıştır.
İkincisinde, bozulmuş telakkiye dayalı dindarlık dünkü şartlarda “Allahsız” Komünistleri ve baskıcı “Kemalistleri”, bu günkü şartlarda “Taliban-Fetocu-Işidçı-ırkçı vs” dünya sisteminin ürettiği ‘terör’ örgütlerini öcü olarak gösterenlere uyarak global sisteminin istikrarının destekçisi olmayı yadırgamadı.
7. Bu vesileyle söylenmeli ki dini bozmaktan sorumlu olanlar, çağdaş küresel zorba düzeninden, neo-liberal siyasi ve ekonomik soygun, vurgun ve talan sisteminden hissesi oranında sorumludur. Ve elbette, aslında kapitalizmin ‘ekürüsü’ olan, ‘öcü’ olarak varlık sahasını işgal edip insanların kapitalizme sığınmasında büyük katkı sağlayan sosyalizmi şurasından burasından İslamlaştıranlar da, hisseleri oranında sorumludur.
Verili durum sistematik bir durumdur. Şikayet ettiklerimiz bu sistemin birer sonucudur.  Sistemin kendisine yönelik muhalif bir söylem ve tutum yoksa, bunun için meydanlara çıkılmıyorsa, bir mayıs gösterileri de, tıpkı özgürlük, eşitlik, başörtüsü hakları, kadın hakları, anneler günü gibi fıtri ve zihni yapıyı istismar edip tüketmekten öte bir işe yaramayacak. Velev ki göstericilere anlık günlük haftalık rehabilite ve motive edici fonksiyonu işe yarasa da!
Sahip olduklarını başkalarından çalarak elde edenler, modern küresel bir düzenin ve modern toplumsal yapının doğal müttefikleridir. Bu gibilerin camiye-kiliseye-havraya gitmeleriyle meyhaneye gitmeleri arasında niteliksel bir fark yoktur. Bu sistemi değiştirmeyi düşünmeden onun şurasında yahut burasında yer alarak kendilerine kısmi iktidar alanı bulanlar da bu düzenin bir parçası hükmündedir. Şikayetleneceğimiz şeyi doğru tespit etmeli o halde.
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

irfan yalçınkaya için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir