Müslümanların Geleceğine Dair

Müslümanların Geleceğine Dair

“Başımızdaki Püsküllü Bela”, bu Fes “Kimin fesi”, bu fesi başımıza geçirenler “kimin nesi?”
1.Modern çağın ve tarihin içinde yaşayan Müslümanlar için en ciddi soru, cari uluslararası siyasi, mali ve askeri düzende, ülkeler arası güç dengesine göre sıralanmış hiyerarşik dizilimde nerede yer tuttuğu olmalı.
Müslümanların da toplumsal bir varlık olarak verili dünya düzeniyle bir alıp vereceğinin olmadığını, başka bir düzen kurma peşinde olmak yerine kendilerine tanınan pozisyonla alakalı varlık olma mücadelesi sürdürdüklerini söylersek, haksızlık etmiş olmayız. Zira Müslümanlar diğerlerinden farklı bir dünya görüşünü, sosyo politik ve ekonomik bir dünya sistemi arayışını temsil etmiyor.
Bu gün bütün dünya, adına kapitalist serbest pazar ekonomisi denen modern bir burjuva medeniyetini benimsemiş durumdadır. Sivillik, özgürlük, insan hakları, eşitlik, seküler hukuk ve demokrasi, bu medeniyetin temel kurucu ve belirleyici değerleridir. Dolayısıyla toplumlar ve ülkeler bu değerleri üstün tutarak kendi aralarında yarışıyorlar. Yarış, bu medeniyet içinde sürüyor.
Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler kadar Müslümanlar da kendilerini bu değerlerle ifade ediyorlar. Ateizm, teizm, deizm, nihilizm ve hedonizm bu dünya görüşünün ve bu maddi medeniyetin doğal sonuçları olarak ortaya çıkıyor, bireyleri kuşatıyor.
2.Dünya görüşünde, kapitalist serbest pazar ekonomisinde ve maddi medeniyetin ulaştığı bilgi toplumu aşamasında yarışın hedefi hukukun üstünlüğü, güçlü devlet, milli beraberlik, yenilmez ordu, bağımsızlık, egemenliklere saygı, adalet, uzlaşma ve demokrasi olarak propaganda ediliyor.
Şayet böyleyse ülkeler ve milletlerin derdi ne ki bitmek bilmez bölge ve dünya savaşı çıkartıp duruyorlar. Neden hala ülkeler işgal ediliyor, hükümetler devriliyor, şehirler yıkılıyor, iç savaşlar çıkartılıyor, insanlar öldürülüyor, kültürler yok ediliyor?
Bunu anlamak için şunları anlamamız icap eder:
Daha önceden sanayileşmiş Batılı Ülkeler ve Japonya, bütün dünyanın stratejik hammadde, enerji ve insan kaynaklarını tekellerine almışlar, diledikleri gibi kullanma yetkisine sahip olmuşlardı. Ürettikleri mamülleri de yine tekelleştirdikleri dünya pazarında satıyorlardı. Bu sayede hem teknolojik olarak ilerlemişler hem de icat ettikleri faizci mali bir sistemle ülkeleri borçlandırıp kendilerine mahkum etmişlerdi.
Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya ticaret örgütü, Nato gibi kurumlar mali, siyasi ve askeri olarak bu dünya düzenini yürürlükte tutan, kontrol eden, sistem dışına çıkmak isteyenleri gerekirse cezalandırıp sistem içine alan kurumlardır.
Son yirmi otuz yıldır Çin, Hindistan, Rusya başta olmak üzere Brezilya, Meksika, Türkiye gibi ülkeler bu yarışta ileri çıkmış, bu sistemde dünya piyasasından aldıkları payı yükseltmek istiyorlar.
Yarış maddi ve mali ekonomideki artışla, üretimin dünya piyasasında satılmasıyla sürdürüleceğine göre, üretimde ve pazarda rekabetin artması, daha önceden tekelleşmiş piyasanın paylaşılması kaçınılmazdı. Bu duruma göre sonradan devreye girenler pastadan daha büyük pay istemeye başlamışlardı.
İşler daha da büyümeden, rekabet daha da kızışmadan, tekelcilik daha da bozulmadan tedbir alınması gerekiyordu ve başını Amerika’nın çektiği dünya düzeni şimdi bunu yapıyor. Bu rekabet acımasız bir rekabettir, ölümüne sürdürülür. Çünkü bu maddi medeniyetin en temel kuralı, var olmak için yok edeceksin kuralıdır.
Batı medeniyeti doyumsuz açlığa, haksız rekabete, acımasız tutuma, talancı ve soyguncu bir anlayışa sahiptir. Menfaatperesttir. Menfaatleri her şeyin üstündedir. Dolayısıyla menfaatini kaybedeceğini gördüğünde barbarlaşır, vahşileşir ve saldırganlaşır.
3.Şu halde Balkanlar’da, uzak Asya’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da süren gerginlikler, işgaller ve iç çatışmaların temel sebebi, stratejik hammaddelerin, enerji kaynaklarının, nakil hatlarının ve dünya ticaret yollarının yenilerin eline geçmesine fırsat vermemektir.
Bu sebepledir ki şu an eskilerin yaptıkları şey, yeni gelişen ülkelerin stratejik hammaddelere ve enerji kaynaklarına erişimini engellemek, dünya ticaret yolları üzerindeki hakimiyetlerini korumaktır.
Bu güne kadar gerek uluslararası olsun gerek bölgesel ve yerel, “istikrar ve güvenlik” adına ileri sürülen söylemler, bu düzen içinde iktidarlarını devam ettirmek isteyen politikacıların ve egemen güçlerin propagandalarıydı. Çünkü hepsi bu dünya düzeni içinde yer tutmuştu.
Son otuz yıldır mevcut dünya düzenin değişeceğine dair emareler gözükmeye başladı. Yeni bir dünya düzeni kurulursa, bu kurulacak olan başka bir medeniyet temelli bir dünya düzeni mi olacak yoksa mevcudun içinde yeni bir paylaşımla mı neticelenecek? Soru budur.
4.Batının dünyaya demokrasi, refah, kalkınma, teknoloji götürme iddiası 300 yıllık illizyondan başka bir şey değildi. Çünkü, zaten tüm marifeti seyirciyi oyalamaktan ibaret bir tiyatro oyunundan öte bir şey olmayan demokrasi, sömürgecilerin ve yerli iş birlikçilerinin sahtekarlığını örtmek için icat edilmiş bir rejimdi.
Birazcık siyasi tarih okuyanlar bilir ki, son iki yüzyıldır demokrasi oyununu oynayarak kalkınan hiç bir dünya ülkesi yoktur. Demokrasilerin hikayesi satın alınmış politikacılar ve aydınlar eliyle ülkeleri ve kaynakları sömürge yapılmış toplumların hikayesidir.
Herkesin gözüne batırarak örneklendirilen Japonya ve Kore örneği Batının kendi izin verdiği şartlarda ‘kalkınmış’ ülkelerdir. Çünkü bu iki ülkede Hıristiyan olmuş bir azınlık tüm ulusal servete hükmetmektedir.
Dolayısıyla insan hakları, özgürlük, sivillik, eşitlik sloganları atanlar, bu değerler uğruna mücadele edenler maddi Batı medeniyetinin ya kadrolu elemanları yada bu propagandaya alet olmuş gafilleridir. İstikrar bu sayede korunuyor, bu değerlerle sürdürülüyordu çünkü.
Günümüz iletişim çağında bu değerler o dereceye ulaştı ve etkinleşti ki, ülkeler ve bölgelerde sürdürülen savaşlarda etnik milliyetçilik ve mezhebi özerklik kazanacağını umanları peydahlattı. Ağızlarına bir parmak bal çalınanlar sanıyorlar ki parçalanan ülkelerde payına düşecek topraklarda bağımsız devletler kuracaklar! Elbette kendilerinden önce bağımsız devletler kuranlar ve kurucu atalar sayılan yerli efendilerinin yolunu takip ederek!
5.Kapitalist mali ve maddi serbest pazar ekonomisine dayalı medeniyetin insan ilişkileri dediğimiz sosyal örgütlenme modeli, ekonomi politiği, değerler sistemine dayalı eğitim mekanizması, siyasal organizasyonu, sanatı ve müziği, mesleki uzmanlıkları, eğlence ve tatilleri vs dahil bir bütün halinde insanlığı kuşatmış, küreselleşmeyle birlikte tek tip insan tanımı ve hayat tarzını tek geçerli model haline getirmiştir.
Bu ‘medeni’ dünyada artık her şeyin matematiksel rakamlarla ölçüldüğü, kazancın ve kaybın bu ölçülere göre belirlendiği bir toplumsal hayat sürdürüldü. Dolayısıyla insanların varmak istediği hedef sadece ve yalnızca aritmetik çokluk, sayısal artış oldu.
Misalen, en çok ciro yapan işletme gözdedir. En çok üreten fabrika piyasaya el koyandır. En çok parası olan zengindir. En çok oy alan siyasi parti iktidardır. En çok parmak kaldıran diğerlerine hükmeder. En çok not alan öğrenci başarılıdır. En çok sayıya ulaşan sivil toplum gözdedir. En çok silaha sahip olan ordu güçlüdür. En çok pazu büyüten diğerini döver…
Görüldüğü üzere çokluk bu medeniyetin temelidir, uğrunda var olunan şeydir. Var oluş gerekçesidir. O sebeple çokluğun haklı olup olmaması, doğru olup olmaması hiç önemli değildir. Önemli olan çokluğa sahip olmaktır. Dolayısıyla çokluk peşinde koşanların soyguncu, talancı, katil, alçak, düzenbaz, sahtekar olması mühimsenmez. Çünkü çokluğa ulaşmanın yolu buradan geçer.
6.Müslümanlar, son 150 yılda bu dünyada, bu şartlarda, bu gün liderliğini Amerika’nın yaptığı Batı medeniyetinin içinde kalarak, modern hayat tarzını kabul ederek, çağdaş gidişata ayak uydurarak rekabet yapmayı benimsediler. Süreçte İslami değerlerden vaz geçtiler, İslami değerleri tüketerek yol aldılar.
Bu gün geldikleri yer 150 yıl önceki yerle çokça benzerlik gösteriyor. Hemen hepsi siyasi ve ekonomik işgal altındalar. Kurumsal yapıları Batılı sistemle entegredir. Eğitimleri dünyanın en geri sistemidir. Devletlerle halkı bütünleşme sancısı çekip duruyor. Ulusal gelir paylaşımında çokça zalimdirler. Hukuksuzluk yaygındır. Üniversitesi, aydını ve medyası aldatmacadır.
Tipik örnek olarak bizde şu sözler 150 yıldır hiç değişmeden tekrar ediliyor: “Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız var… İstiklal savaşımız bitmedi… Emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi yapıyoruz… Dışarısıyla işbirliği yapan iç düşmanlar fırsat kolluyor… Rejim tehlikede… Devletin bekası tehdit altında…
Niye bütün dünya bize düşman? Nedir bu paranoya? Niye kaynaşmayı, huzuru, iç barışı temin edemiyoruz? Hukuk sistemi, ekonomi politik, mesleki ve sanat hayatı niye sükûnete ermiyor? Ne bitmez çilelerimiz var ki bir türlü normal hayata geçemiyor, işimize gücümüze bakamıyoruz. Gideni geleni yöneticiler ne diye ikide bir bu kıskaçlara sokuyor bizi? Dünkü çadır devleti miyiz ki ikide bir cuntacılık hortluyor?
7.Bu ülke bizim. Kimse bize lütfetmedi. Birinci dünya savaşı şartlarında ‘Dini Mübini İslam’ için savaşarak kurduk bu ülkeyi. Müslüman millet vardı sınıflaşma yoktu. 1921 teşkilatı esasiye kanununda devletin dini “dini İslam’dı.” Hükümet mecliste kuruluyordu. Meclis başkanı hükümetin başkanıydı. Denetimi meclis yapardı. Çatır çatır tartışarak yasa çıkartırlardı. Yargı bağımsızdı, yüksek yargı diye bir kurum yoktu. Eğitim milliydi, YÖK diye bir kurum yoktu. Ticaret milliydi DPT diye bir kurum yoktu. Üretim ihtiyaçlarımıza göreydi özelleştirme diye bir şey yoktu. Ordu milletin ordusuydu Nato diye bir şey yoktu…
Ne olduysa oldu bize bir haller oldu. Savaştan çıkmış yoksul halk çalıştı, didindi biriktirdi. Faizci sömürü düzeni, tekelci ekonomik şirketler kaynaklarımıza el koydu, bürokrasiyle birlik olup zenginleştiler, ahali yoksullaştı. Partiler milletin menfaatini değil dünya sisteminin ve şirketlerin menfaatini kollar oldular. Siyaset sınıfı türedi hesap vermez oldular. Mebuslar işaretle seçtirilir oldu…
Ve iyi yönetilmedik biz. İyi yönetmek isteyenlereyse fırsat verilmedi dedik. Millet daha ne yapsın, önüne çıkanların arasından iyi gördüğüne oy verdi. Baskı gördüğü zamanlar sabretti. Yönetemeyenler bırakıp gitmek yerine vaz geçilmez oluyorlar. Aynı hikaye sürüyor, 150 yıllık söylemi tekrar edip duruyoruz.
8.Batı medeniyeti Rusya’nın da, Çin’inde savunduğu, hedeflediği medeniyettir. Aralarındaki yarış başka bir medeniyet için değil, aynı medeniyet içinde liderlik yarışıdır. BM Güvenlik konseyinin beş daimi üyesinden ikisi bunlardır. Dünya sistemini ayakta tutan ve sözü geçen beş büyük çetenin üyesidirler.
Türkiye, Batılı bağlantılarından vaz geçip Doğu ile bağlantı kurduğunda doğru bir seçim yapmış olmayacak, yağmurdan kaçarak doluya tutulacaktır. Bu durum son yüz elli yılda politika yapıcıların düştüğü temel hatanın tekrarı olur. Neydi bu politikanın dayanağı, güçlüler ve galipler arasındaki çatlaklardan istifadeyle ayakta kalmak.
Bu ülkenin temel sorunu, kendi İslam kültürü ve medeniyetini, kendi Müslüman millet tarihini terk edip Batı kültür ve medeniyetine, Batılı ulusal milletler tarihine girmesidir. 150 yıl öncesi yol ayrımında yaptığı hatalı tercihtir. Bu günkü sorun bu günün sorunu değildir, dünden beri devam eden sorunun günümüze yansımasıdır.
150 yıllık tecrübeden ders alınmamışsa, başımıza ne geldiğini anlayamayız. Bunu anlayamayınca da içinde düştüğümüz halden çıkamayız. Oysa tii o zaman söylenen şu veciz söz her şeyi izah ediyordu: Başımıza geçirilen bu fes “kimin fesi”, fesi geçirenler “kimin nesi” idi. Başımızdaki bu “püsküllü bela” hala başta taşınıyorsa bizim daha çok çekeceğimiz var demektir!
Batı medeniyeti içinde Amerikan’ın fesini çıkartıp Rusya’nın fesini giymek bizim derdimize çare olmaz. Milliyetçilik devletin ne olup olmadığından çok devlet imkanlarını ve gücünü ele geçirip milli sınırlarla bağlı cendereyi başa geçirmek isteyen militarist bir ideolojidir. Liberalizm ve sosyalizm, paranın nasıl kazanıldığından çok paraya kimin hükmedeceğinin peşinden koşturan ama insanları azgınlaştıran bir ideolojidir. Bu üçünden de hayır gelmez. Gelmedi de.
Müslümanlar bu tarihsel şartlarda kendileri olarak var olmak istiyorlarsa, kendi değerlerini yücelten, kendi birliklerini sağlayan çabanın içinde olsunlar yeter. İnsanlık gün görecekse herkese sadece hak ettiğini veren İslam şeri hukuk nizamını yeniden ihya edenlerden görecek. Müslümanlıkta bu bağlamda anlamlıdır. Gerisi lafü güzaftır vesselam.
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir