Laiklik Ve Müftülere Nikah Yetkisi

Laiklik Ve Müftülere Nikah Yetkisi

1.Bütün parlamenter sistemlerde olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal kesimleri temsil eden siyasi partiler, serbest seçim sistemi yoluyla yönetim yetkisi aldıklarında, anayasal çerçevede kalmak kaydıyla kendi sosyo-politik ve ekonomik tercihlerini uygularlar. Bu sebeple farklı partiler olarak var olurlar.
TC Medeni kanununun nüfus müdürlüklerine ve belediyelere tanıdığı nikah akdi yapma yetkisinin Müftülüklere de tanınması, “laiklik” ilkesi öne sürülerek tartışmalara neden oluyor. Oysa kim yaparsa yapsın nikah akdinin geçerliliği ve korunması, ayrılık olması durumunda tazminat, nafaka, çocukların vesayeti ve miras gibi hak ve yükümlülükler, laik mahkemelerin otoritesi ve teminatı altındadır.
Medeni kanunun açık ve amir hükmüne rağmen bu örnek olayda da olduğu gibi laiklik öne sürülerek başlatılan tartışmalar, siyasi partilerin kendi arasında sürdürdüğü politik rekabetin doğal bir sonucu mu yoksa, hala laiklik diye bir sorun var mı? Yoksa laiklik üzerinden politika güdenlerin, kendi seçmen müşterisine konuyu böyle pazarlaması serbest pazar ekonomisinin bir gereği mi?
Bu vesileyle işin doğrusunu anlamak için, her ikisi de demokrasi içinde ancak anlamlı olan laiklik ve sekülerlik kavramlarına bir göz atıp bilgilerimizi tazeleyelim.
2.Muhteva ve çağrıştırdığı yaşam tarzı bakımından aynı değerler sistemine ait olan laiklik ve sekülerlik kavramları, tarihsel arka plan ve gelişim süreci bakımından aralarında nüans farkları olan ama o farkları uygulamada açığa çıkan kavramlar. Hemen hatırlayalım ki kavramlar Batıdan ithal edilen ürünlerdir.
 Laiklik, İtalya, Almanya ve Fransa gibi kıta Avrupa’sında ortaya çıktı. Bunlar endüstrileşme ve ulusal birliği sağlama sürecinde görece geç kalan, emperyal paylaşımda arkadan geldikleri için dünya savaşlarını tetikleyen ülkeler.
Sekülerlik, Hollanda, İngiltere ve bu uygulamayı taklit eden Amerika kıtasında ortaya çıktı. İlk ikisi okyanus kıyısı ülkeler olmanın avantajını iyi kullandıkları için İspanya ve Portekiz gibi erken davranıp dünya ticaretinde büyük pay kapan, sömürgecilikte elde ettiği devasa kazanımlarını korumak için savaşan ülkeler.
İki grup arasındaki temel fark, dünyanın klasik siyasal yönetim, sınırları kesin olmayan ülke, merkantilist imalat ve ticaret  sistemiyle oluşmuş toplumsal yapılarını, kapitalist endüstriyel aşamanın kendi siyasi ve toplumsal yapısını ulusal sınırlarda yaratma sürecinde ortaya çıktı.  Bu iki grup eski dünyayı yıkıp yeni bir dünya kurarken ortaya çıkan çalkantılı geçiş dönemini, ikinciler uzlaşma ile, birinciler çatışma ile atlatmıştı. Nedir bunlar ve din burada nerededir? Çünkü laiklikte sekülerlikte, başka değil sadece dinle karşıt kavramlardır.
3.Avrupa’nın her yerinde kabaca 15. Yüzyıla kadar süren klasik feodal toplumsal yapıda, sosyal ve siyasal statüyü hiyerarşik olarak “kral ve prensler, toprak sahibi aristokrat ve Roma Kilisesine bağlı ruhban sınıfı” temsil ediyordu. Parlamentolara ancak bunlar katılabilir, tekellerine aldıkları yasama yetkisini bunlar kullanabilirdi. Süreç içinde diğerleri kralın yetkisini sınırlandırdılar. Meşhur Magna Carta bu işin ilki sayılır. Fakat ordu kralın ordusuydu, güç hala ondaydı.
Bu dörtlü çetenin altında sırayla “Lonca şeklinde örgütlenmiş esnaf sanatkarlar, çiftçiler köylüler, en alttaysa seyyar tüccarlar” vardı. Bunlar çoğunluğu oluşturan yönetilenler grubuydu, hiç birinin siyasi hakkı ve sınıf değiştirme şansı yoktu.
Endüstriyel aşamaya geçişte, gözü kara, maceraperest ve gezginci tüccar “burjuva” sınıfı, bize “keşifler” tarihi olarak yutturulan katliam, soygun ve talanla dünyayı dolaşıp büyük sermaye biriktirdi. Faizli borç sistemi kurdu. Bankalar yoluyla sermayesini güvenceye aldı. Fabrikalar kurup seri üretime geçti, icatlar yaptı, teknolojiyi üretime aktardı ve tekelleşmeye başladı.
Fakat siyasi olarak güçlü değildi. Hala yukardakilerden korkuyordu. Vergi ve el koyma yoluyla elindekileri kaybedebilir, bir kararla canından olabilirdi. Bu sebeple, bu gün bildiğimiz meşhur ve görkemli Avrupa kentlerini kurmaya başladı, belediye yönetimlerini ele geçirdi. Buralara “civil-civilite-cıtızen” kentleri dendi. Yani siyasi yönetim, yasama yetkisi ve karar alma işleri bütünüyle bujuvaya sınıfına aitti. Fakat bu kentlerde bütün işler din dışıydı.
Din yahut onu temsilen Kilise, yeni parlamaya başlayan bu kentlerde dönen dolaplara, ticari kuralsızlıklara, fahiş kârlara, ahlaksızlıklara, faize vs karşı çıkıyor, sınırlamalar getirmek istiyor fakat engel olamıyordu. Çünkü yetki alanı dışındaydı. Dolayısıyla burada yaşayan kentli sınıf için din, düşman sayıldı.
Bahsedilen gelişmeler bir kaç yüz yıl sürdü. Çoğu yerde iç savaşlar sürüp geldi. Burjuva bu süreçte toprağı değersizleştirdi, tarımı, hayvancılığı ve buralardan para kazanma yollarını iflasa sürükledi. Esnaflığı tasfiye etti. Artık para ticaretten, bankacılıktan, borsacılıktan ve sanayicilikten kazanılıyordu. Bu işlerse burjuvanın tekelindeydi. Kapitalizm denen sistem böylece doğacaktır.
Burjuva, fabrikalar kurduğu bu kentlere zaten işsiz kalan köylüleri çekmiş, işçi piyasası oluşturmuştu. Buralarda siyasi olarak tek söz sahibi olmuş, statü olarak en başa çıkmış, pazara hakim olmuş, yasama ve idare yetkisini tekeline almıştı ama, henüz ulusal sınırlar çizilmediği için siyasi olarak hala krallığa bağlıydı. Rakip burjuvayla başı dertteydi.
Burjuvanın yakın uzak benzer kentlerdeki diğer tüccar rakiplerine kendi pazarını kaptırmamak için ulusal sınırlar belirlemesi, ulus devletler kurması, ulus toplumlar yaratması gerekiyordu. Bu kentlerden bazılarıyla birleşip anlaşarak bunu yapmaya başladı. Lüks harcamalarına, saray konforuna, komşularıya sürekli yeni toprak fetihleri için sürdürdüğü savaşan ordulara para yetiştiremeyen, topraktan eskisi gibi vergi alamadığı için sıkıntıya düşen krallara yüksek oranlı faizle borç para verip onları yanına alan burjuva, kralla ittifak yaptı.
Önce prensleri, aristokratı ve ruhban sınıfını geriletti. Sonra da kralları devirip tek başlarına yeni kurdukları ulus devletler ve pazarını garanti ettiği ulusal sınırlarda ‘krallıklarını’ ilan ettiler. Bu süreç kanlı bir süreçti, iç savaşlarla sürdü. Hobbes’in meşhur “Leviathan’ı” yani “tanrı devleti” ete kemiğe bürünecek, anayasal modern laik devlet olarak tarih sahnesine çıkacaktır.
Uzunca süren iç savaşların, işsiz kalan köylü isyanlarının, yenilen aristokrat, prens ve ruhbanın yokluğuyla oluşan düzensizliklerin, toplumsal alt üst oluşların, demokratik parlamenter rejimlerin, halk adına temsili yöneticiliğin, seçim sisteminin, ulusal pazarların dolayısıyla ulus devletlerin, laikliğin, kentlerde toplanan köylülerin işçi sınıfına dönüşümünün, sendikacılığın ve bu düzene karşı ortaya çıkacak olan sosyalizmin vs en kısa tarihi budur. Sosyalizmden sonraysa emek sermaye çatışması başlayacaktır.
4.Bu tarihsel süreçte iki sonuç önemlidir: İlki, dinle ilgilidir. Din, eski düzeni temsil ettiği, eski yönetimin bir parçası olduğu için mağlup olup geri çekilenler arasındaydı. Dolayısıyla din yahut onu temsilen Kilise, siyasi hayattaki yetkisini, yasa yapmadaki statüsünü, ekonomik hayattaki belirleyiciliğini, toplumsal ve sosyal hayatı düzenlemedeki gücünü kaybetti. Yeni düzende bağımsız toprakları, vergi toplama imtiyazı, ayrı yargılama mekanizması artık elinde yoktu. Birikmiş serveti elinden alındı, masraflarını ve kendi personel giderlerini karşılayacak kaynakları kurudu. Dolayısıyla kurumsal yapı ve personeliyle birlikte laik devlete bağlandı.
Gerek iç çatışmaların uzun sürdüğü ülkelerde, gerekse çatışmayı uzatmadan uzlaşan ülkelerde din, yeni kurulan düzenlerde, toplumsal ve siyasal hayattan çekildi. Bunun yerine kişiselleşti. Vicdani, ruhani, manevi, uhrevi ve ibadet gibi işlere ait kılınarak özelleşti. Sivil bireyler denen kentli dindarın, sadece bu bağlamdaki dini ihtiyaçlarını yönetmeye razı oldu. Bunun adı sekülerizmdir.
İkincisi, yeni düzene geçişte kıta Avrupası uluslaşmanın ve endüstrileşmenin önünde en büyük engel olarak gördüğü dinle, uzun süre çatışarak yol aldı. En son ikinci dünya savaşı sonrası sekülerliğe geçişe kadar gerginlik sürdü. Buna karşılık okyanus kıyısı ülkeler, eski düzenin statü sahipleriyle ve dolayısıyla dinle de sürdürdüğü iç savaşları fazla uzatmadan oturup uzlaştı. İktidar alanlarını paylaştı. Hep birlikte hareket etti ve siyasi, askeri ve ekonomik olarak güçlenerek yoluna devam etti… Şimdi Batı yakası ve Amerikan kıtası bütünüyle sekülerdir.
Sekülerlik aşamasında insanlar, bireysel tercih olarak dindar olabiliyor. İbadetlerini, eğitimlerini, toplantılarını, kültürel ve medeni etkinliklerini serbestçe yapabiliyor. Vaftiz oluyor, nikahını, düğününü, ailevi işlerini, mirasını, günahını affettirmeyi, cenaze merasimlerini vs Kilisede yaptırabiliyor. Devlet bu işleri yasal olarak düzenliyor, güvenli hale getiriyor ama uygulamaya karışmıyor.
Dindar bir birey, kimliğinin bir parçası yaptığı dinin tercihiyle, en yüksek makam dahil bütün kamusal görevlere gelebiliyor. Fakat bu işlerini yaparken dini inançlarını, dini buyruklarını, dini sembollerini yaptığı işlere yansıtmıyor. Devletin yasası neyse onları uyguluyor.
Söz gelimi devlete ait kılınmış yasama, yürütme, iktisadi politikalar, adli mekanizma, siyaset biçimi, tercihe bağlı eğitim, savunma, maddi ve mali ekonomik işleyiş, dış politka vs, tümüyle dinden bağımsız olarak ayrı bir kategoride yürütülüyor. Din de buralara karıştırılmıyor. Fakat devlet, yaygınlık durumuna göre dini tanıyor, dini hizmetleri veriyor, tanzim ediyor, denetliyor.
 5.Türkiye, laiklik uygulamasını Fransa’dan ithal etti. Fransız modelini uygulamaya koydu. İki dünya savaşı arasındaki şartlarda, model aldığı yere uygun biçimde dine karşı sert politikalar uyguladı. Devletten bağımsız dini faaliyetleri, eğitim dahil hemen tüm etkinlikleri yasakladı. Dindarı kamusal görevlere almadı. Eğitim sisteminde ilkel pozitivizmi dayatıp din aleyhine dönüştürdü.
O kadar ileri gitti ki ibadetleri ve ezanı Arapçadan Türkçeye çevirtti. Bazı büyük camilerde döşemeleri kaldırttı, Kiliselerde olduğu gibi sıralar dizdirdi, enstrümanları dizip müzik eşliğinde dua ettirmeyi denedi. Jandarmalar vasıtasıyla köyleri basıp sıkı denetimler yaptı.
Neden bu tür bir uygulamaya gitti? Çünkü model aldığı yerdeki düşünce akımını benimsediği için geri kalmışlığın ve mağlubiyetin faturasını dine çıkarttı. Batı tarihi sürecini kendi tarihi olarak gördü, burjuva din çatışmasını kendi tarihinde de aynen olmuş gibi varsaydı. Dini, uluslaşmanın, kalkınmanın, medenileşmenin önünde en büyük engel olarak gördü. Osmanlı milletler sisteminden Türk milleti, devleti ve sınırlarının inşası için bunu olmazsa olmaz yaptı.
İkinci dünya savaşı bitip dünya yeni bir çağa, sosyo-politik ve ekonomik başka bir sisteme geçince eski politikalarını gevşetti. Dinle uzlaşmanın yollarını açtı. Çok partili yapıya geçti, iktidarlar değişti. Askeri ihtilaller, sıkı yönetimler vs derken seküler aşamaya yelken açtı.
Devlet seküler aşamayı hedeflediği için yapması gerekenleri bir sıraya sokup yapmaya başladı fakat, elit bir kesim, her türlü iktidarı dar bir sınıfla paylaşmaya alışık kentli modern bir kesim, bürokraside, finansta, medyada ve üniversitelerde etkin bir kesim, alışık oldukları iktidar imkanlarını kaybetmek istemediği için direnç gösterdi. Muhalefet cephesi oluşturdu.
Bu elit kesim aslında iki savaş arası şartlarda kalmış, o şartları özleyen gerici bir cepheydi. Dünyayı hala o şartlardan ibaret sanıyor, 70 yıllık değişimi sapma olarak görüyor. Alt orta sınıfın göçle yoğunlaştığı kentlerde dine dayalı yaşam biçimlerini kamusal alanda gördükçe anlaşılmaz rahatsızlık duyuyor. Din gerçeğini anlamak istemedikleri için dindarla aralarındaki mesafeyi bir türlü olumluya çeviremiyor. Çünkü hala sekülerleşmiş değiller.
Buna en büyük sebep eskiden kendi ellerinde olan iktidar olmanın tekeli, devlet imkanları ve gücünü kullanma yetkisinin ellerinden gittiğini, başka ellere geçtiğini bir türlü hazmedemiyor olmalarıdır.
6.Bu gün bu ülkede hala laiklik üzerinden siyaset yapanlar, gerici ve çağdışı olmayı, din karşıtı laikçiliği, ilericilik ve cumhuriyetçilik ile kamufle ederek yapıyorlar. Ülkede toplumsal birlik ve düzenin hasarı, ekonomik kalkınmanın görece ranta dayanması, gelir dağılımındaki çarpıklık, bozuk kentleşme, eğitim sisteminde çeşitlilik ve kalitenin düşüklüğü, adli mekanizmada ve sosyal hayattaki adaletsizlik, kamu arazilerinin, yatırımlarının ve gelirlerinin yüzde beşlik bir sınıfa transferi, genç nesillerin işsizlikte tavan yapması, tarım ve hayvancılıkta kötü politikalar, tüketime ve kredi sistemine dayalı borçlanma ve büyüme, dış politikada açılım… vs, bunların ya umuru değil, yada hiç öncelikli gündemi değil.
 7.Bu ülkede, kendine ait bütün işlerini dinden bağımsız olarak yürüten laik bir devlet var. Laik parlamentosuyla, işlerini laik ilkelere göre yapan parlamenterleriyle, laik yasama düzeniyle, laik hükümetleriyle, laik anayasal kurumlarıyla, laik adli mekanizmasıyla, dini okulları dahil laikçi eğitim sistemiyle, laik ordusuyla, laik medyasıyla… vs işleyen bir devlet yapısı ve düzeni var.
İktidarların kendi oy tabanını devlet imkanlarından daha fazla istifade ettirmesi dışında devlet personeli, artık dindar insanlardan da oluyor. Ama bu insanlar kamusal işlerini yaparken dinlerini işlerine karıştırmıyorlar. Hemen her şey olması gerektiği gibi, normal olarak seyrediyor. Devasa devlet mekanizmasında ara sıra “meczuplar” çıksa da bu dünyanın her tarafında olağan işlerden.
Fakat bu arada devlet, yönettiği ahalinin dini hizmetlerinden geçmişte ihmal ettiklerini, yapması gerektiği halde ertelediklerini sırasıyla yapıyor. Şartlara göre, talep durumuna göre yapıyor yahut oy zamanı rağbet edilebilirliği artırmak için erkene alıyor. Yani işler normale dönüyor. Bütün bu gerçekleri hatırladıktan sonra:
8.Ey laiklerimiz, her lafınız Batı referanslı, aldığınız modern eğitimden dolayı aklınız Batılı gibi çalışıyor fakat, iş toplumsal ve siyasal tarafa gelince, sizden farklı bir yaşam tarzı kamusal alanda görününce, ‘Doğu tipi despotluk’ refleksiniz hemen atağa geçiyor. Fena halde ‘Şark kurnazlığı’ yapıyorsunuz.
Mecliste müftülüklere dini nikah yetkisi veren yasa tartışmalarında temsilcilerinizden birinin “ya bundan sonra Kiliseler ve diğer dini cemaatlerde aynı hakkı isterse ne yapacaksınız” tarzındaki sorusu veya savunması, nasıl bir şeydi, bu kadarısını uzaylılar dahi beceremezdi! Yahu siz ey her şeyi laikliğe bağlayanlarımız, ne laikliği bu?
Ben size başka bir şey söyleyeyim, yakın zamanda devlet büyüklerinden laik olanların “namusu ve şerefi üzerine”, dindar olanların “kutsal kitabı” üzerine kamusal işlerini anayasal düzene uygun şekilde yapmak üzere yemin etme düzenlemesi yapılabilir, o vakit ne yapacaksınız? “Terki diyar etseniz” sizi bu halinizle kabul edecek ülke bulamazsınız!
Ne çabuk unuttunuz, kız çocuklarının okumasının önündeki en büyük engel dindir diye efelenip dindarların kızlar için “baş örtüsü yasağı” çıkartarak okullardan attığınız günleri,. “Asker çocuğunun yemin merasimine sakallı diye yaşlı babasını, baş örtülü diye yaşlı anasını garnizona veya orduevlerine sokmadığınız” zamanları. “Hastalığını tedavi için” gittiği hastaneden başı kapalı diye kovaladığınız kadınları. Kamu personeli alırken “dinle ilişkisini” sorgulatan istihbarat raporlarını. Yüksek bürokratlara “laiklik brifingleri” verdirip ahaliye karşı teyakkuza geçirdiğiniz günleri… Neydi onlar öyle! Bunlarda mı laiklik adınaydı! Hadi canım sizde!
Ne olacak sizin bu haliniz? Büyük vebal altındasınız üstelik. Niye mi? Siz böyle yapmaya devam ettikçe karşı taraf reaksiyoner olarak tersinden sizin yaptığınızı yapıyor. Bunun da kabahatlisi sizsiniz. Herkesi kendinize benzetmekten mutlu musunuz? Bunu olsun düşünmek ister miydiniz?
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir