Devleti Nasıl Bilirdiniz?

Devleti Nasıl Bilirdiniz?

1.Tepav araştırmasına göre memleketin üç dindarından ikisi ahlak ile dinin bir bağı olmadığını, dindar olmanın ahlaklı olmayı gerektirmediğini ifade etmiş ya, bu kabul tanrı ile devletin arası açılalı beridir var desek vuzuha kavuşması gereken bir meselemiz var demektir.
İnsanlık tarihinde Peygamberlerin gelip gittiği, kitaplar ve hükümler getirdiği, insanlığa yanlış olanı gösterip doğru olanı öğrettiği zamanlarda, iman etmek, inanmak vardı. Allah vardı. Evreni yaratmıştı. Kurallar koymuştu. İnsanlara ihsan etmişti. Hayat vermiş, bilgiyi öğretmişti. Yanlış yapıldığında ondan korkmalıydı. Ona itaat etmeli, şükrederek sevgisi kazanılmalıydı. Onun buyruklarına inanmak ve onun adamı olmak ahlak dediğimiz namusu, erdemi, fazileti, vicdanı, adaleti, dürüstlüğü temsil etmekti. Hz. Musa’nın on emri misali bunlar puta tapmaz, yalan söylemez, çalmaz, hak yemez, öldürmez, iftira etmez, yalancı şahitlik etmez, zina yapmaz, içki içmezdi.
Yöneticiler Allah’a itaat eden adamlardan olmalıydı çünkü adaleti ancak bunlar uygulardı. İlahi nizama bağlı adil devlet örnekliği Hz. Yusuf, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Muhammed’le şeklen gösterildi. Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve benzerleriyle bu işlerin nasıl yapılacağı söylendi, mücadele örnekliği sergilendi.  Buna göre adalet ve ahlak dinin kendisiydi. Dinden ayrışamazdı. Ayrışırsa din bozulmuş olurdu.
2. Yeni bir peygamber gelene kadar insanlar bir öncekinin öğrettiklerini değiştirir, uygulayıp gösterdiklerini saptırır, kurallarla oynaşırdı. Kimi bu yaptıklarını tanrısal bilgiye ve belgeye sahip oldukları ve buna yetkileri olduğunu söyleyerek savunurken kimileri de, tanrıdan bağımsız felsefik bir düşünüş tarzıyla ürettikleri fikirlerle savunurdu. Tarihte Peygamberlerin öğrettikleri ve gösterdikleri dışında iki yol ortaya çıktı:
İlkinde, insanlar bir süre metafizik anlatıyla yeni tanrılar icat ettiler. Kutsal insanlar vardı. İnsan görünümlü sembollerle tanrı somutlaştırıldı. Manevi olanların yanında maddi olarak şekillenmiş her şeyin sorumlusu baş tanrı ve tanrıça icat edildi. Onlarla bağlantılı oğullar, kızlar ve kuzenler şeklinde yardımcı küçük tanrılar, tanrıçalar yapıldı. Bunların yaptıkları işe göre görevleri vardı. Savaşı, barışı, rüzgarı, yağmuru, aşkı, bereketi, şansı, kıtlığı, doğumu, ölümü vs bunlar yapıyor, denize, karaya, havaya ve yer altına bunlar karışıyordu.
İnsanlar bu tanrılara inanır, onlardan korkardı. Bunlar kutsaldı. Mekânları da kutsaldı. Bunların sözcüleri ve temsilcileri insanlar vardı ve onlar da kutsaldı. Belirli zamanlarda özel giysiler giyilir, onların yanına gidilir, bağlılıklar bildirilir, ritüeller yapılırdı. Azaplarından korunmak ya da sevgilerini kazanmak için şükranlarını sunup memnun etmek için sunaklar sunulur, kurbanlar kesilir, hediyeler verilir, eğlenceler tertip edilirdi. Yöneticiler bu tanrıların temsilcileriydiler.
İkincisinde, tanrı fikri hepten reddedildi. Reddetmek kolaydı da onca zamandır tanrılara izafe edilen, tanrısal bilgi ve iradeyle bağlantılı işler nasıl izah edilecekti. Yönetim itaati nasıl sağlayacak, adaleti nasıl uygulayacaktı. Filozoflar buraya yöneldi. Teologu, astrologu, metafizikçisi, ahlakçısı, ruhçusu, ilahiyatçısı, tasavvufçusu vs bu konulara eğildi. Her biri kendince bir açıklama getirdi, yeni kutsallar icat ettiler.
Netice itibarıyla ruhbanlarla filozoflar arasında başlayan tartışmada bir taraf, bir tanrı inancı ve var olan bir tanrıdan bahsetti, söylediklerini oraya dayandırdı, diğer taraf doğada yapılan gözleme dayalı bulgu, deney ve doğrulama yöntemiyle elde edilen tek doğrucu bir bilgiden ve özgür insan iradesinden bahsetti. Bu tartışmalarda yaratılış, kader, insan, insan iradesi, günah, adalet, hak, karar verme gibi konular ana başlıklar oldu. İşin ucu toplumsal ve siyasal olarak adalet, ahlak ve düzenle  bağlantılıydı.
Bu akımlar sadece bilgiden, bilgi biçiminden söz etmiyorlardı. O bilgiler toplumsal hayatı, siyaseti, yönetimi, yöneticiyi, yasamayı, adaleti, cezalandırmayı, öldürmeyi, iktisadi işleri, üretim ve dağıtımı, savaş ve barışı, itaat ve isyanı da ilgilendiriyordu.
3. Aydınlanma dönemi filozoflarına, sosyologlarına, siyaset ve iktisat bilimcilerine göre geçmiş dönem tanrısal bilgiyle sürdürülen bir hayatı ifade etti. Artık o dönem geride kalmış, yeni bir dünya ve hayat başlamıştı. Bilim, bilimsel bilgi her şeyi en doğru biçimde açıklıyordu. Kararı bilim verecekti. Teizm, Deizm, Ateizm, Sufizm gibi tanrı merkezli eski teolojik tartışmalar yeniden gündeme geldi ama kelimeler eski muhtevadan soyutlanmıştı. Ve yeni açıklama biçimiyle insanlar kendilerini bu bağlamda bir yere konumlandırdı. Devlet ve toplumsal hayat buna göre yeniden şekillendi.
Buna göre ahlak, adalet artık yasa’ydı. Yasa, ahlakı da, adaleti de temsil ediyordu. Modern devlet biçimlemesinde yasama meclisi, mahkemeler, adli mekanizma, güvenlik teşkilatı ve cezaevleri bu işler içindi. Bu durumda yasalara uymak aynı zamanda ahlaktan, adaletten yana olmaktı.
4. En yüksek otorite olarak, eskiden beridir de var olan ‘astığı astık kestiği kestik’ devlet, bu süreçte nerede durdu. Dönem oldu kendisi tanrı oldu, dönem oldu tanrısal bir temsile büründü. İki şekilde de dinle bağlantılı bir anlam kazanadı. İnsanlardan itaat istedi. İtaat etmeyenleri cezalandırma yetkisiyle donandı. Yeni devlet biçiminde yeniden tanrı rolüne soyundu ama burada bir yeni bir şey oldu, artık devlet kendisini dinle açıklama gereği duymuyordu.
İnsanlar devletin zorunu, sorgulanamaz otoritesini, tek taraflı buyurganlığını, seçkinlerin üstünlüğünü, güvenlik kurumlarıyla korunmasını, başkaldıranın başını ezdiğini, vergi ve askerlik talepleriyle bıkıp usandırdığını görünce, köylü isyanları, işçi isyanları, manastır isyanları adıyla bilinen toplumsal isyanlar başlattılar. İç savaşlar çıktı, kaos oluştu. Bu isyanlar bastırıldı ama mücadele devam etti. Katolik kilisesi eski otoritesini yitirdiği için devlet tek güç olarak kaldı. Ve yeni devlet iç savaşı bitirecek, barışı ve huzuru sağlayacak tek otorite olarak savunuldu. Tanrılaştı. Hobbes’tan beri bu böyle.
Sonunda insan hakları adı altında örgütlenme yaygınlaştı. Devlet sistemine karşı olmak değil ama siyasi iktidarından kendi paylarına düşeni istiyorlardı. Kitlesel çapta işçi sendikaları, siyasi partiler, meslek birlikleri, din ve vicdan hürriyeti savunucuları, yardım kuruluşları vs bu amaçla ortaya çıktı ve sonunda bir uzlaşı sağlandı. Devlet, iktidarın bir kısmından vazgeçmiş, diğerlerine de güçleri oranında değişen paylar vermişti.
6. Yeni dönemin insanı yeniden tanımlandığı için birey olmuştu. Birey kimliği altında Ateist oldu, Deist, Teist, anarşist oldu. Liberal oldu, muhafazakar, milliyetçi oldu. Bencilleşti. Sadece kazanmayı ve keyfince harcamayı istedi. Toplumsal ve kamusal sorumluluktan kaçındı. Hiç bir otoriteye boyun eğmek istemiyordu. Kafasına göre takılmak, özgürce yaşamak istiyordu. Devlet tekrar devreye girdi ve yasal düzelemeler yaptı. Sınırlamalar getirdi. İdeolojik olarak hegemonya tekeli üretti ve itaat edenlerle etmeyenler tasnifi yaparak kendini sağlama aldı.
5. Şimdi Batıda şöyledir Doğuda böyledir tartışmasından uzak kalarak, tanrısal varlığa dönüşen bu devlet tipini öldürsek, musalla taşına yatırsak ve sorsak, ‘Ey ahali, devleti nasıl bilirdiniz?’ Herkes değişik gerekçelerle bir şeyler söylerdi elbette ama ben sırf kutsallık niteliği gereği derdim ki:
‘Bizim devlet geleneğinde devlet, acımasızdı. Halkına rağmen kendisini ayrı tutardı. Yasaları herkese aynı uygulamazdı. İktidar payını adil dağıtmazdı. İtaat edenleri yüceltir, fikren dahi olsa muhalif olanları bastırırdı. Kendi bürokrasisi içinde suç işleyen birisi varsa onu işten atardı. Gerekirse katlederdi. Mal varlığına el koyardı. Maaşını keserdi. Emklilik hakkını ve sağlık güvencesini iptal ederdi. Çoluk çocuğu, yakını perişan olmuş umursamazdı. Ahali de ya devlet korkusundan ya da basit çıkar hesabından o gibilerden uzaklaşırdı.’
‘Biz de osmanlıdan beri devlet sistemi geleneği iyi değildi. İktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak halen de iyi halleri pek görülmedi. Bu sebeple musalladakini iyi bilmezdim.’
Neden böyle derdim: İster dini dayanaklı olsun ister seküler icat olsun, hukuk denen kurallar dizisinin en temel ilkesi “suçun şahsiliği ve suç ispat edilinceye kadar zanlının masumiyeti” her ikisinde de ortaktır. Bu hak herkes içindir. Ve devlet, ‘her şeyden önce adalettir, şefkattir, merhamettir. Suçlu varsa cezasını çekmelidir ama onu ve çevresini yaşarken öldürmemelidir.’ Gerekirse kendi hakkından vaz geçmeli, baskıyı yaygınlaştırmamalı, kulak çekip affetmelidir.
Çünkü o bir ‘devlettir.’ Devlet, kendisi hakkında bu kadar hasis, titiz ve cimriyken, kendi istikrarını tesis ederken, neden aynı şeyleri toplumu için düşünüp yapmaz? Her şeyi denetleyen, her yerde gözü kulağı olan, buna rağmen ahalisi üzerinde ceberrut görüntü veren bir devleti bu haliyle kim beğenebilir ki! Devletten uzak durayım diye ulaşılmaz yerlere, dağlara, tepelere, ormanlara yerleşen, Osmanlıyla çarpışan Türkmenleri hatırlamamak mümkün mü?
Bu gün dağlar, tepeler, ormanlar ulaşılmaz yerler değil belki ama çare dindarların dahi ahlakı dinden ayırması da nedir? Ne yani çocukken alıp eğitimle, yetişkin hale gelince sosyal yaşam biçimiyle, ekonomik şartları yönlendirmesiyle, kentleşmeyle, refah dağıtımıyla, medyayı kontrolüyle insanları yönlendiren ve denetim altında tutan  devlet bu işin baş sorumlusu değil mi?
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir