Hicret Vizyonu

Hicret Vizyonu

1. M.622 yılında Hz. Muhammed liderliğinde Mekke’den Medine’ye yapılan hicretin ne anlama geldiğini kavramak önemlidir. Kur’an’da bildirildiği muhteva ve şekille iman etmenin, İslam olmanın ne demek olduğunu, varlıklar arasındaki münasebetleri ilahi değer ve ölçülere göre düzenlemenin ne ne manaya geldiğini ve Müslümanların bu dünyada varlık sebeplerinin ne ifade ettiğinin doğru olarak bilmek için önemlidir.
Mekke’den Medine’ye yapılan hicret, bir beldede sıkışmış, yaşamak için nefes alınacak bir yer arayan bir grup dini cemaatin bulabildikleri bir yere sığınmaları, orada kabul görmeleri ve rahatça yaşama fırsatı bulmaları falan değildir. Bu iman etmeyi, İslam olmayı, Peygamberlik davasını hiç anlamamak olur. Oysa hicretle birlikte anlaşılması gereken husus, risaletle başlayan bir davanın, başından beri güdülen bir amacın, takip edilen bir stratejinin adanmış dava adamlarıyla birlikte bir aşamadan başka bir aşamaya geçişidir. Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek, hicret sonrasındaki gelişmeleri de aynı büyük resmin içinde yerli yerine koyarak fotoğrafı tam olarak görebilmekle mümkündür.
2.Hicret, Allah’a itaat etmeye söz vermiş, verdikleri sözü Mekke’de tutarak kendini ispat etmiş bir grup Mü’min topluluğunun, Hz. Muhammed liderliğinde bütünüyle Allah’a dayalı bir fikri sabitenin, ilahi tandanslı bir vizyonun sahibi olanların, başlatıp devam ettirdikleri siyasi bir hareketin, kendi hesapları ve planları doğrultusunda yeni bir aşamaya geçirmeleridir. Onlar Dünya çapında siyasi bir davanın peşine düşmüşlerdi. Bu işler için gerekli becerilere, kapasiteye ve donanıma sahip olmuşlardı. Hicretle birlikte önce yeni yerlerinde, sonra bölgede ve nihayet bütün dünyada gidişatı etkileyecek, dünya tarihini değiştirip yeni bir tarih kuracaklardı.
Hicret edenler bütün bunları düşünen, bunlar için var olan bir avuç Müslümandılar. Hicretle birlikte yeni dostlar, kardeşler edinecek, yeni yerlerinde ayakları yere sağlam basacak, onlarla birlikte yollarına devam edeceklerdi. Onlar önlerine çıkacak engeller olacağını biliyorlardı çünkü dünya hayatı inişli çıkışlı bir imtihan hayatıydı. O sebeple engeller sadece engellerdi, oralara takılmayacak, her engeli aşıp geçeceklerdi.
3.Hicrete yakın sürede nazil olan İsra ve Rum Sureleri hicretle birlikte ve ondan sonra olup bitecekleri özetlemiş, Mekke’de zayıf durumda olan Müslümanların artık güce kavuşacakları müjdesi verilmişti. Allah vaadini tutardı. Peygambere yaptırılan gece yolculuğunda insanlık tarihi resmedilmiş, dünya siyaset arenasında nasıl hareket etmesi gerektiği öğretilmişti. Kudüs, o güne kadar bütün dünyanın siyasi, ticari, kültürel ve askeri olarak ağırlık merkezi olmuştu. O gece Allah kuluna Kudüste bu ayetlerini göstermişti.
Hz. Musa liderliğinde kurtuluşa erenlerin, kendi hicretlerinden sonra doğrudan şahit oldukları beslenme, barınma ve korunma gibi mucizeler yaşamalarına rağmen Allah’a ve elçisine ihanet etmeleri, buzağı, kesilecek inek ve savaş için sınandıkları nehir gibi olaylarda yükselmeyi değil alçalmayı hak ettikleri öğretilmişti. Medine’ye hicret edenler onlar gibi olmamalıydılar.
Medine’ye hicret edenler, Musa’dan bir kaç nesil sonra yenilenmiş aynı milletin Davut ve Süleyman liderliğinde güce kavuştuklarını, zamanla bu gücü kötüye kullandıkları için akıbetlerini de öğrenmişlerdi. Şimdi o milletin bazı kalıntıları Medine’de mukim, Medine siyaseti, ticareti ve kültüründe söz sahibiydiler. Bizans ve Sasani gibi iki büyük gücün asırlardır dünyaya hükmettiği, bunların halen pozisyonlarını korudukları ama şu sıralar kendi aralarında çatıştıkları için Müslümanlara bir şey yapacak durumda olmadıkları söylenmişti muhacirlere.
Medine’ye hicret edenler sadece bir yerden başka bir yere hicret etmiş olmuyorlardı. Artık yerelden çıktıklarını, bölgesel ve uluslararası arenaya girişin kapısını araladıklarının farkındaydılar. İşlerin şekli değişmişti. Bu sebeple orada ne yapacakları, nasıl yapacakları, neye dikkat edecekleri konusunda kendilerine lazım olan bilgiler, hicret sırasında gelen İsra ve Rum Sureleri ile öğretilmişti… Hicret sonrası Medine’de yapılacak işleri bu çerçevede okumak, hicretin doğru anlaşılması için gereklidir. Bu büyük resim her daim göz önünde bulundurulmalıdır.
4.Büyük resim nedir? Medine’de Hz. Peygamber zamanında işin en zor kısmı başarılacak, ilahi değerler sisteminin dünyadaki toplumsal ve siyasal şekli sistem olarak gerçekleştirilecek, bu işlerin temelleri atılacaktır. Hz. Ebu Bekir zamanında dağılıp yok olmak gibi aldıkları büyük darbe atlatılacak yeniden istikrar elde edilecektir. Hz. Ömer zamanında her şey yoluna girmiştir. Artık dünyaya biz varız, dünya işleri bundan böyle bizden sorulur diyen bir Müslümanlık söz konusudur… Ne demek istediğimizi tarihe ve günümüze müracaatla şöyle izah edebiliriz.
5.M.7. yüzyıla kadar bütün dünyanın ticareti, ticaret yolları, mali sistemi, kara ve deniz aktarma istasyonları, pazar ve panayırları Ege ve Akdeniz kıyıları, buradan hareketle nehirler ve kara yollarıylayla bağlantılıdır. Roma İmparatorluğu öncesinde Kartacalılar, İmparatorluk döneminde, imparatorluk çöktükten sonra 14. Yüzyıla kadar barbar Avrupa kavimlerinin birbiriyle çatıştığı dönemlerde, Uzak Doğunun, Asya, Afrika ve Avrupa gibi üç büyük kıtanın barınma, beslenme ve yaşama gibi damarı Ege ve Akdeniz’dir. Buralara hükmeden dünyaya hükmediyor, dünya güvenliğini sağlıyordu.
Hz. Ömer’in Irak, Sasani, Suriye, Mısır, Kudüs gibi Akdeniz’in kıyıları, nehirlerle sağlanan kara bağlantılarıyla bütün dünyayı besleyen can damarlarını fethetmesiyle, dünyaya hükmeden Müslümanlar çıktı ortaya. M.8. Yüzyılda bir taraftan Hindistan, Ortaasya, Anadolu, diğer taraftan Afrika, İspanya, İtalya’nın güneyi Müslümanların idaresine girdi.
12.yüzyılla başlayıp  devam eden iki yüz yıllık sürede Haçlı seferleri ve Moğol saldırıları nedeniyle Müslümanlar bazı bölgelerde yönetimi ve denetimi kafirlere kaptırsa da, kendileri içerden parçalanmalar yaşasa da, 14. Yüzyıl sonuna doğru bayrağı devralan Osmanlı Müslümanları dünyanın yönetim ve denetimini tekrar ele aldı. Osmanlılar eski yerlere ilaveten Balkanları, İstanbul’u ve Karadeniz kıyılarını da hükümranlık alanına kattılar.
14.yüzyılda İtalyanların Osmanlılarla anlaşarak başlatacağı Akdeniz ve Karadeniz kıyılarındaki ticari hegemonya inişler ve çıkışlar yaşasa da, 17. Yüzyılda Osmanlıda baş gösteren güç zehirlenmesi sebebiyle bu defa Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, Almanya, Belçika, İngiltere devreye girecek, Müslümanlar gerileyecektir. Roma kilisesi olmasaydı hiç bir zaman Avrupa olamayacak olan Batılı kavimler, Avrupalılaşarak tarih sahnesine çıkacaktı. Şu halde Hz. Ömer devriyle başlayıp kabaca 17. Yüzyıla kadar 1000 yıl devam eden tarih diliminde dünyayı çekip çeviren, dünya siyasetini, ticaretini ve güvenliğini belirleyen güç, Müslümanlardır.
6.Hiç kendimizi aldatmayalım. Komplekse girip tarihe ilahlık yükleyerek ceddimizle övünerek kendimizi avutmayalım. Müslümanların tarihini saptırarak yazanlara, kendi tarihini başkalarından öğrenerek geçmişinden kopanlara, Batılılara öykünerek modern tarihe eklemlenen zavallılara hiç bakmayalım. İnsaflı oryantalistlerin dahi teslim ettiği bir gerçek var. Bu dünyada Müslümanlar vardılar. Bozulmuş halleriyle dahi Yahudilik ve Hıristiyanlıktır ki insanlara ahlakı, adaleti, hukuku, ilimi, kültürü, kentleşmeyi, mimariyi ve bir arada yaşamayı öğretmiştir.
Müslümanların tarihte bir yeri olduysa, insanlığa bir yol gösterip adaletli bir siyaset ve güvenlikli bir toplumsal yaşam biçimi yöntemi öğrettiyse, bütün bunlar en son olarak Hz. Muhammed önderliğindeki Mekke’den Medine’ye hicretle başlayan bir hareketin mirasıdır. Onun öğrettikleri ve yönlendirmesi olmasaydı Araplar Arap kavimleri, Türkler Türk kavimleri, Farslar Fars kavimleri, Hintliler Hint kavimleri hatta Avrupalılar Avrupalı kavimler olarak bölgelerinde birbiriyle dalaşıp duracaklardı.
7.Medine’ye hicret edildiğinde Müslümanların vizyonu, ta o zaman bu vizyondu. Bu vizyon olmasaydı şayet Medine’de kavim çatışmaları içinde kaybolup gidecek yahut güç zehirlenmesiyle İsrailoğullarına benzeyecek bir hareketten bahsedilecekti. Müsteşriklerin bir türlü hazzedemediği de budur. Bu sebeple Hz. Muhammed’i dilinde itikat, elinde kılıç, arkasında fanatikler, ganimet ve kadın peşinde koşan biri olarak tanıtıp duruyorlar. Çünkü bu işleri sadece kendilerine has bir iş olarak görüyorlar. Bu numara, ulus devletler kurulurken laikçiliğin, kapitalizmin ve ulusal milliyetçiliğin önünde kale gibi duran, bu sınırlara sığmayan İslam dinine ve siyasetine saldırarak başladı, halen de devam ediyor.
 8.Müslümanlık, Hz. Ademden bu yana kafirlere ve müşriklere itaat etmeyen bir topluluğu ifade etti. Halifelik vasfına sahip Mü’min tipi bir insan, yer yüzünde fesadı engellemek, zulmü aşağılamak, küfrü zayıf kılmak için var oldu. Onların var oluş sebebi buydu. Bu sebeple Medine’ye hicret eden Müslümanlar önlerine çıkacak engelleri biliyor, ona uygun olarak da teşkilatlanıyorlar.
Medine’ye Hicretle Hz. Muhammed’in bu dünyada yeni bir devlet kuracağı, dengeleri değiştireceği Akabe Biatlarıyla belli olmuştu. Belli olan sadece bir devlet kurmak değildi, mevcut dengeleri değiştirecek, Sasani ya da Bizans’a tabi olmak yerine bağımsız bir devletin kurulacak olmasıydı. Hz. Muhammed’in ne yapmaya çalıştığını Mekke’den beri takip eden bu iki süper güç, şayet kendi aralarında çatışmaya tutuşmasaydı Medine’de kurulacak olan devlete izin vermeyeceklerdi.
Bu tür işler tarihin her devresinde böyle olmuştur. Ne zaman yeni bir devlet kurulacak olsa önce içerde, sonra bölgede ve daha sonra bütün dünyada siyasi, ticari, askeri dengelerin değişeceği bilinir. Bu sebeple kurulacak olan devlet mevcut güçlerden birine itaat etmek üzere vassal bir devlet olarak kurulmuşsa pek sorun olmuyor, kısa vadede bölgesel krizler üretse de uzun vadede sorun kalmıyor. Yok yeni kurulacak bir devlet bütün güçlerden bağımsız bir devlet olacak, dengeleri alt üst edecekse o zaman bütün güçler hep birlikte onu engellemeye çalışıyor. Normal süreç böyle işliyor.
9.Türkiye yarım yüzyıl önce Kıbrıs’ta bir ‘devlet’ kurdu ama hala onlar devlet statüsü değil bir cemaat/toplum statüsünü aşamadı çünkü Türkiye’den başka tanıyanı yok. Bu sebeple hiç bir uluslararası ilişki kurulamıyor, uçaklar dahi hava limanlarına inmiyor. Buna karşılık Güney Kıbrıs bir devlet statüsüne kavuşuyor ve AB üyesi olabiliyor. Çünkü bu devlet dünya ve bölge dengeleri içinde lazım gerek bir yer tutuyor.
Keşmir, 70 yılı geçti hala devlet statüsüne kavuşamadı. Hindistan ve Pakistan arasında çatışma arenası olarak kullanılan bir topluluk olarak yaşıyor. Buna karşılık nüfusu ve coğrafyası itibarıyla bir şehir mesabesinde olan Kosova, dengelerle ilgili sorun olmadığı için Türkiye’ye dahil bütün dünya onları devlet olarak tanıyor.
İsrail, ikinci savaş sonrası bir gerilla hareketi ve terör merkezi olarak Filistin’de bir alanı işgal ediyor, Türkiye’ye dahil onların devlet olduğu hemen kabul ediliyor. Çünkü onların devleti dengeler içinde lazım gerek bir devlet. Buna karşılık toprakların asıl sahibi Filistinliler bir türlü cemaat olmaktan kurtulamıyor çünkü Filistin devleti öncelikle bölgede bütün dengeleri değiştirme kapasitesine sahip bir devlet olma potansiyeli taşıyor. Kafirlerden çok Arap krallıklarının ve cumhuriyetlerin korkusu bu. Oradan çıkan bütün hareketlerin saptırılması da bu yüzden.
Ne zaman olursa olsun tarihin her devresinde bölge ve dünya dengelerini değiştirecek bağımsız bir hareketin devlet olması engellenir. Buna karşılık dengeler içinde kalacak, güçlerden birine bağlı kalacak, varlığını sahibine borçlu olacak yeni devlet oluşumları, destek görür. Bölgemizdeki Kürdistan devlet tasarımı bunun en son örneğidir. Laik ve ulusal temelli, kapitalist sisteme bağlı kent devletlerinden bir kent devleti olacağı için istikbali parlaktır. Bölgesel dengeler kurulduktan sonra varlığı için bir mani gözükmüyor.
Şu zamanda dünya siyaseti içinde, miskin miskin uyuyan Müslümanlardan bir grubun bir gün uyanıp bütün potansiyeli harekete geçirebilme imkanını kullandığında, neler olabileceği çok iyi biliniyor. Dengeler içinde bir denge değil bütün dengeleri alt üst edip yeni dengeler belirleyecek bir potansiyelden söz ediyoruz. Son iki yüzyıllık denge politkalarıyla yerlerde sürünmenin, parça parça parçalanmanın sonu gelmiyor bir türlü. Böyle bir potansiyelin varlığını iyi bilenler, bu potansiyelin harekete geçmemesi için bütün bölgede İslamsız İslamcılar türetiyor. Ucuza koşturacağı hizmetliler peydahlıyor. Çapsız, kapasitesiz, tarihsiz, hafızasız insanları ve hareketleri destekliyorlar. Müslümanların tarihini Müslümanlardan daha iyi bilen Avrupalılar, Japonya’sı, Rusya’sı, Çini dahil Amerikalılar bu işin ciddiyetinin farkındalar. Bu sebeple hep teyakkuzdalar.
10.Burada mesele Türk okurlarımız için bir türlü anlaşılamayan hicret olayının kendi gerçeğiyle kavranabilmesi meselesidir. Sorun, Osmanlının Kırım harbinden sonra giderek geri çekilmeye ve küçülmeye başladığı tarihle başlayıp sonradan Balkan harbi, İstiklal savaşı ile yoğun olarak devam eden, daha sonraları azalarak süren Kafkas ve Balkan ağırlıklı göç hareketinin hicret olarak nitelenmesinde yatıyor. Osmanlının kaybettiği topraklarda yaşayan Müslümanların can, mal ve nesil emniyeti için Türkiye’ye göç ederek gelmeleri, gelenlerin muhacir olarak nitelenmeleri sebebiyle, Medine’ye yapılan hicret bir türlü anlaşılamıyor.
Türkiye’ye gelenler eski yurtlarına geliyorlarken kendi dertlerini çözmek için geliyorlardı. Geldikleri yerde yaşamak için geliyorlardı. Oysa Mekke’den Medine’ye gidenler orada rahat ve huzurlu bir yaşam için gitmediler. Yeni bir devlet kurmak, ayakları yeni yerlerinde yere sağlam bastıktan sonra da, bölge ve dünyaya başka bir güç olarak ayar vermek üzere gittiler. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının hicretinin böylesi bir ulvi amacı vardı. Bu iş Mekke’de başlamış, Medine’de devam ettirilen bir iştir. Nitekim çok sürmedi yirmi otuz yıl sonra bu amaçlarını gerçekleştirdiler. Dünya yeni yöneticilerini tanıdı.
İsrailoğullarının başına gelenlerin bir zaman sonra Müslümanların da başına gelmesi, Allah’ın uyarısına rağmen kendi elleriyle yaptıkları hatalar, işledikleri günahlar yüzündendir. Kafirlerle dost olmaları, fesadın yayılmasında ortak olmaları, güç zehirlenmesine kapılıp dünyaya düşkünleşmeleri bu sebepler. Bu zamanda ahiret diye bir dertleri kalmadığı için dünyalıklarıyla meşguller. Nitekim şimdi yaşadıkları zillet hali, dünya milletleri içinde itaat edenlere katılmaları, hak ettikleri bir haldir. Allah kullarına zulmetmez. Bu sebeple Hz. Muhammed’in yaptığı hicret önemli bir mesele, şimdi Müslümanların karşılaştıkları sonuç başka bir meseledir. (Siyerin Gölgesinde 3 adlı henüz basılmamış kitaptan alıntıdır)
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir