Medine "Anayasası" Uydurması

Medine "Anayasası" Uydurması

1. Daha ötelere gitmeden başımıza neler geldiğini anlamak için müracaat edebileceğimiz en yakın tarihi 1839 Tanzimat’la başlatabiliriz. Devletin kendini yeniden tanzim etmeye karar vermesiyle birlikte İslam’dan kopuş başlamış, Batıyı taklit etmeye, Batılı gibi olmaya karar verilmişti. 1856 Islahat, 1876 1.meşrutiyet, 1909 2. Meşrutiyet ve 1923 Cumhuriyetle birlikte toplumsal yaşamın da Batılı tarza uyum sağlaması yönünde yapılan düzenlemelerle birlikte süreç tamamlanmıştı.
O günden sonra ülkede ikili bir tarih, ikili bir dil, ikili bir ideoloji ekseninde oluşan ikili bir millet biçimi derinlerde çatışarak birlikte yaşayıp geldi. Buna en büyük sebep Türk Rönesansı ve Reformasyonunun devlet katında yapılıp kurumsal çerçevede yürürlüğe konması, halkın buna  sosyal hayatta uyum sağlamak ‘zorunda’ kalmasıydı. 1960 ihtilaliyle süreç yenilendi, Amerika’nın ülkenin savunma, güvenlik, ticaret ve siyasetine müdahale etmesiyle işler ve roller değişti, Müslüman kesim de zihniyet ve dünya görüşü olarak sekülerleşip ‘yön’ değiştirmeye başladı.
2. Günümüz Müslümanlarını kabaca iki grupta tasnif edebiliriz: Batıda gördüğü ‘her şeyi’ Kur’an’da var diyenlerle, bidat ve hurafe suçlamasıyla şunlar şunlar Kur’an’da yok diyenler. Bu her şeyin içine devlet yapısı, siyaset biçimi, iktisat politikası, ticaret ve finans düzeni, sosyal hayat, hukuk sistemi, bilim ve teknik anlayışı, eğitim sistemi, ahlak ve ibadet ölçüsü, sosyal ve ailevi yaşam tarzı da giriyor.
Bu kategorideki tartışmalarda bir şeyin Kur’an’da var olup olmamasına yapılan gönderme yenilgiyi, ezikliği, kompleksi, tepkiselliği, dinine ve kendine olan güvensizliği gösterir. İslam’da eksikliğe işaret eder. Zihin yapısında dinin, İslam’ın, Kur’an’ın, peygamberin ve Müslümanlığın etkisinin azaldığını gösterir. Bağlamı itibarıyla konuyu kendileri dışında bir şeymiş gibi nesnelleştiren moderniteye delalet eder.
Sakin bir kafayla baktığınızda sanırsınız ki bu tartışmalar Çin’de yapılıyor. Kendilerini ve ülkelerini hesaba katmadan Filistin’i, Ortadoğu’yu, Balkanları, Afrika’yı hatta dünyayı kurtarmaya çalışan ‘kurtarıcı’ kahramanların ülkesi burası.
3. Toplumda derinden süregelen ikili toplumsal farklılığın giderek farklı mecraya kaydığını, Müslümanların dünya görüşündeki değişim sonrası batılılaşmada kat ettikleri aşamayla diğerleri ile çoklu mutabakata nasıl vardıklarını anlamanın bir yolu, anayasaların tarihine bakmak olabilir.
Evvelkilerde olduğu gibi 1924 anayasası kimseye sorulmamıştı. Bu millet 1961 anayasasına %44 hayır, 12 Eylül anayasasına %92 evet demişti. Görüldü ki bir anayasa yapma fikri, eşit yurttaşlar arasında bir sosyal sözleşme nazariyesi olarak genel kabul görmüş oldu.
Oysa Tanzimat öncesinde Müslüman millet ‘Berâya’ statüsünde devletin sahibiydi. Devleti hesaba çekme, sorgulama yetkisine sahipti. Tanzimat’la birlikte bu statüyü yitirince diğerleri gibi ‘reâya’ sınıfına dahil oldu, sadece ‘itaat’ edenlere karıştı.
Müslüman dünya görüşü ve zihniyetinde hasıl olan değişimi anlamak icap ettiğinde şu gelişmeleri de sıralayabiliriz: Bankaların yanında ‘İslami’ finans kurumları, resmi okullar yanında laik dini okullar, laik partiler yanında ‘İslami’ partiler, kapitalist şirketler yanında ‘İslami’ şirketler, modern apartman siteleri yanında ‘İslami’ siteler, sivil toplum yanında ‘İslami’ dernekler, modern yaşam tarzı yanında ‘İslami’ yaşam tarzı vs bunlar toplamda Müslümanların nereye vardığına işaret ediyor.
Buradan ikili Kur’an cephesine döndüğümüzde bunların herhalde diğerlerinde ne varsa bizde onların ‘âlâsı’ olmalı gibi bir seviyesizliğe ‘erişmiş’ oldukları söylenebilir. Ki bunların ne kadarısı İslami, ne kadarısı Müslüman bir sosyal hayatla bağlantılı, ne kadarısı bizi bozar gibi bir düşünce bölümünün yokluğunu gösterir. Yüz yıl öncekilerin ‘olacaksa, bari, şunlar olsun şunlar olmasın’ tarzı seçiciliği dahi görememek acıdır ne yazık ki!
4. Batıda kapitalist serbest pazar ekonomisi, ulus devlet olma, laiklik ve sivillik tarihiyle başlayan ve demokratik siyasete varan süreçle gelişen anayasa yapma gereği, işin özü ve gerekçesi göz ardı edilince bizde de ‘haydi haydi’ olur, ya da neden olmasın kolaycılığı ve seviyesizliği devreye girdi. Yukarda sayılan kurumsal taklitler bunun en güzel örnekleridir.
Anayasa meselesinde iş bir referans bulma gayretine kalınca kimileri Kur’an’ın kendisi anayasa deyip işin kolayına kaçtı ve soyutlaştı, kimileri de kapitalizmi, ulusçuluğu, laikliği ve demokrasiyi İslamlaştırarak ‘Medine vesikası’ ilk anayasa modeli diyerek işin içinden çıktı.
Medine vesikasını anayasa modeli sayanlar ‘çoğulculuk’ siyaseti yahut ‘çoklu hukuk’ sistemi gibi ‘uyduruk’ ve ‘garabet’ bir gerekçeyle Müslümanların Medine toplumları içinde ‘hakemlik’ yaptıklarını, çatışmalarda ‘arabuluculuk’ ettiklerini söylediler. Bunlara bakılırsa sanırsınız ki Yahudi Hükümranlığı altında yaşayan Yesrib’lilerden bahsediliyor ve Müslümanlar oraya henüz hicret etmemişler.
5. Müslümanlar, ne peygamberin yaşadığı on yıllık Medine İslam devletinde, ne dört Raşit halife döneminde, ne Emevi-Abbasi-Fatımi-Endülüs Emevi Arap İslam devletleri döneminde, ne Hind-İran-Türk İslam devletleri ve Anadolu Selçuklu İslam beylikleri dönemlerinde, ne de 1839’a kadar Osmanlı İslam devleti döneminde, bu günkü anlamı ve çerçevesiyle bir anayasa yapmadılar. Yazılı birer anayasaya ihtiyaç da duymadılar. Buna sebebin Müslümanların devlete bu mutlak otonom ve tanrısal bir yetki vermek olduğunun bilincinde olmasıdır.
Hint-İran ve Osmanlı dahil Türk devletleri geleneğinde devlet, sadece kendisi için ‘teşkilat-ı esasiye’ olarak da bilinen, devletin kendini ‘teşkilatlandırması’ diyebileceğimiz ‘örfi-sultani-kut’ sayılan yasa çıkarttılar. Her sultan ya da şah, sultanlığını ve şahlığını ilan etmek için atalarından kalma teşkilatlanma yasasını yeniledi, kendine tabi milletlerin örfünü yasalaştırdı, yeni örfler ekledi. Bu yasa devlet işlerinin bu yasalara göre görülmesini sağladı. Bütün bunlara rağmen toplumsal işler her daim şeriata göre görülüyordu. Zaten örfün içinde şeriat da vardı.
Bu devletlerde devlet kendini hep İslam’a nispet etmiştir. Yönettiği Müslüman milletlerin kendine itaatini bu yolla sağlamış, devlet gücünü ve bekasını bu yolla sürdürmüştür. Bu sebeple sultanlar aynı zamanda halife idiler. Tipik örnek olarak Osmanlı devletinde “Berâya” denilen Müslüman milletin devleti hesaba çekme, devletten hesap sorma gibi bir yetkiye sahip oluşunu, “Reâya”nınsa sadece itaat eden diğer milletleri teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu tasnifin neden böyle yapıldığını aşağıda Medine uygulamasında göreceğiz.
Şu halde ‘örfi-sultani-kut’ nitelikli yasaların göreve başlayan yeni hükümdarın devleti teşkilatlandırma kuralları olduğu söylenmelidir. Fakat bu yasanın modern zamanların anayasası ile hiç bir benzerlikleri yoktur. Çünkü anayasa denen yazılı metinler kuşatıcı, tekçi, ulusçu, eşitlikçi ve laik bir devletle, bu devlet tipinin merkezi, kurumsal ve otoriter yapısına işaret ettiği kadar dinden bütünüyle bağımsız kalmasına da işaret eder. Bu devlet biçiminin otonom bir varlığa dönüşmesi de, bekasını sağlaması da anayasa ile mümkün oluyor. Bu devlet doğal olarak toplumla kuracağı ilişkisi dahil bizzat toplumsal işlerin nasıl olacağını da bu anayasal düzenlemeye dayanarak karar veriyor.
Müslüman devletlerde yönetici sınıfının bırakın anayasa yapma yetkisini, yasa yapma yetkisi dahi yoktur. Bu işler Kur’an ve sünnet temelinde devletten bağımsız olan müçtehitlerin, alimlerin, ileri gelenlerin ve erbapların işidir. Bu sebeple ilim ve bilgi üretme ve aktarma faaliyetleri devlete bırakılmamıştır. Yöneticilerin çıkartacakları tüzük ve düzenleme gibi çözümleri de şeriata dayanmak zorundadır. Aksi halde devleti, yönetici takımını kimse hesaba çekemez, kimse onların yakalarına yapışamazdı.
Müslüman devletler geleneğinde ilk anayasa denemesi 1856 ıslahat fermanı olarak kabul edilir. Fakat tek taraflı ferman niteliğinde olduğu için, Müslim gayrimüslim eşit yurttaşların onayına sunulmadığı, bu sebeple sosyal sözleşme kapsamına girmeyeceği eleştirileriyle tartışmalıdır. Ondan sonra yazılan Mecelle, ilk yazılı yasa sayılır. Fakat bu da siyasi, adli, ticari, sosyal ve medeni hayatı kolaylaştırmak ve sorunları çözmek bir yana, Batı kodifikasyonu ve tekçiliği sebebiyle kendisi sorun olunca kısa süre sonra yürürlükten kaldırıldı.
6. Modern devletlerde yasama faaliyeti devlet tarafından yapılıyor. Devlete kutsallık atfeden anayasa tarafından denetleniyor. Referansa olarak töreye, akla, bilime, çağdaşlığa dayanıyor. Uzmanlık gerektirdiği için uluslararası güçler ve sistem tarafından uyumluluğu sağlanıyor. Yasama meclisi de zahiri kurtarıyor.
Anayasalar kapitalist uygarlığın iktisadi, ticari, finans ve teknolojik tekellerinin teminatı, politik iktidarı belirleyen ulusun egemenliğiyle direkt alakalıdır. Hukuken eşit haklara sahip farklı din ve ideolojiye inanmış insan topluluklarının, aynı siyasi yönetim muhtevası ve şekli konusunda ortak sosyal sözleşmesi olarak varsayılır. Bu haliyle de dinden bütünüyle bağımsızdır. Bu sebeple ahlak, adalet ve erdem yasanın kendisidir.
Müslümanlar tarihte yazılı yasa veya anayasayı kulluk iradesinin dışında bir ‘yasama faaliyeti’ olarak gördükleri için kendilerinde böylesi bir yetkiyi görmediler. Bunun yerine ‘teşri faaliyeti’ olarak niteledikleri ‘Kur’an ve sünnete dayalı hüküm çıkartmayı’, ‘içtihat serbestisini’ Müslümanlıklarının bir gereği olarak bildiler ve uyguladılar. Teşri faaliyeti, verilen hükmü veya varılan kararı şeri’leştirmek, şeriatla irtibatlandırmaktır. Bu sebeple her Müslüman marufun emri münkerin nehyi yetkisiyle yanlış yapanın yakasına yapışır. Bu vahiy midir diye Hz. Peygamberin, bunu da nereden çıkarttın diye Hz. Ömer’in yakasına yapıştıkları gibi.
Müslüman devletler tarihinde ilk yazılı ve tekli yasa girişimi Abbasi Halifesi Ebu Cafer b Mansur’a (Ö.M.775), katibi Abdullah b Mukaffa’nın, İmam Malik b Enes’in ‘el Muvatta’ adlı eserini kanun kitabı yapması teklifidir. Bütün eyaletlerde ve vilayetlerde aynı hükmün uygulanması istenmişti. Halife’nin kabulü ve bizzat teklifi üzerine buna şiddetle karşı çıkan büyük alim İmam-ı Malik ‘Allah’ın kitabı, peygamberinin sünneti dururken benim kitabım/görüşlerim onların yerine geçemez’, ‘emirler, kadılar, görevliler benim kitaba dayanarak sabit hükümler veremezler’ dedi. İmamın muradı devlette ve bürokraside böylesi bir tekçiliğin sakıncaları, devlete böyle bir otorite ve gücün verilmesinin mahzurlarıydı.
Bu bağlamda söylenmeli ki bir anayasa, yazılı maddelere dönüşen temel kurallar dizisi olarak, kurucu ataların kurdukları ilkelerle yönetilmesi zorunlu otoriter, kutsal ve sorgulanamaz bir devlet biçimine dönüşmesini meşrulaştırdığı için Müslümanlar böylesi bir ‘kanunlaştırma’ yoluna gitmediler. Yüzyıllar boyu kurup yönettikleri devletlerde bilerek bu işten uzak durdular.
7. Medine vesikası, sahifesi, kitabı, yazılı antlaşması bir anayasa değildir. Ne öz olarak ne şekil olarak. Ne murat ne gereklilik olarak. Ne de ihtiyaç gereği olarak. Şayet bunu Müslüman bir milletin, Müslümanlardan bir yöneticinin, İslam’ı hükümran kılan bir devletin teşkilatlanması olarak ele alacak olursak, zorunlu olarak şu iki hususu belirtmek gerekir:
Bir: İslam yekpare bir dindir. İman, ahlâk, ibadet, hukuk, adalet, siyaset, devlet, yönetici emirler, savaş, barış, bilgi üretimi, iktisat, sosyal hayat, aile vs dinden ayrı, imandan bağımsız alanlar ve işler değildir. Bunların hiç birisi kendi başına otonom birer kategori olamaz. Bütünü aynı imanî unsurlara, aynı dinin fıkhına tabidir. Tümü birbiriyle bağlantılıdır, hepsi birbirini tamamlar.
İki: Medine, Yesriblerden bir Yesrib, şehir hayatlarından bir şehir hayatı, karyelerden bir karye değildir. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının hicretiyle birlikte yeniden şekillenen bir ‘Dar’ül İslam’dır.’ ‘Hiy’el Ulya’dır.’ Bunun Türkçe ifadesi ‘burada Allah’a itaat etmekten daha üstün hiç bir değer yoktur.’ Mekke’deki Dar’ün Nedve ile Dar’ül Erkam’ın neyi temsil ettiğini anlayabilmişsek Yesrib’in neden Medine olduğunu da rahatlıkla anlarız.
Bu durumda: Medine, sınırları belirlenmiş ‘haram’ bir beldedir. Müslümanların ilk yaptığı işlerden birisi buydu… Medine’de Müslüman ümmet, Yahudilerle müşrik Araplar ve diğerleri arasında ‘arabulucu değil’, hakim/hükümran bir unsurdur. Medine’nin her tarafında İslam’ın hükmü geçmektedir… Medine’de Müslümanca bir hayat tesis edilmiştir. Dolayısıyla şeytanın, kafirlerin ve müşriklerin etkileri ve yetkileri olmayan bir yerdir… Burada tesis edilen hayat tarzı esas alındığında Yesrib adının neden Medine olduğunu, peygamberin Yesrib isminin kullanılmasını neden yasak ettiğini de anlarız.
Hz. Peygamberin 10 yıllık Medine hayatında 27 Gazve, 38 Seriyye ile cihada çıkılmıştır. Yani  Medine aynı zamanda bir cihat merkezidir. Orada siyasi düzen, iktisadi sistem, sosyal hayat ve aile hayatı cihat endekslidir. Zekat, ganimet, haraç, cizye cihada endekslidir. Normal şartlarda kadın erkek sayısal olarak eşit yaratıldığı için çok evlilik dahi cihada endekslidir. Çünkü bir mümin için hayat iman ve cihattır.
Medine, Mü’minlerin emirlerinin sultası/yönetimi altında, İslam ahkamının tatbik edildiği bir yerdir. Fıkıh bilginlerimiz ‘bir beldenin Müslümanlara veya gayrimüslimlere nispet edilmesinde temel ölçü, yönetim ve hakimiyetle ilgilidir. Bu iki ölçüye göre yönetim ve hakimiyet kimdeyse orası ona nispet edilir’ dediler. Buna göre nüfus ve toprak, belirleyici ölçü değildir. O halde günümüzün deyimiyle ‘siyasi iktidar ve tatbik edilen hukuk sistemi’ belirleyici ölçüdür. Yani riyaset ve ahkamın ikisi birlikte.
Müslümanlar Medine’de ‘beyat akdi’ ile, gayrimüslimler ‘zimmet ve eman akdi’ ile yönetime ve şeriata bağlılık gösterdiler. Devletin sahibi, sorumlusu, denetçisi Müslümanlar, diğerleri tâbi idiler. Emniyet ve güvenlik bu sayede sağlandı. Haklar bu sayede tasnif edildi ve korundu. Uyanlar gül gibi yaşayıp gittiler, uymayanlar serbestçe gittiler, fesat çıkaranlar sürgün edildiler. Hz. Peygamberin vasiyeti üzerine Hz. Ömer devrinde Hicaz’da bir tek gayrimüslim kalmadı.
Şu halde bir Medine ‘anayasasından’ bahsedecek olanlar, gazaba uğrayanların ve sapanların dinlerine yaptıkları gibi İslam’ı, İslam dinini parçalamayacaklar. Dinde bir eksiklik varmış gibi göstermeyecekler. Vesikayı tek başına ele alıp bağlamı ve diğer unsurları gizlemeyecekler.
8. Müslüman olanlar ve ahiret hesabını gözetenler için Allah’ın emri, peygamberin kavli/sünneti bu muhteva ve biçimde gerçekleşti. Şimdi Kur’an’a dayandığını ileri sürerek şunlar şunlar vardı veya bunlar onlar yoktu diyenler, kendi akılsızlıklarına yanabilirler! Unutulmasın ki ‘kafirde akıl olsaydı Müslüman olurdu.’
Neden akılsızlıkla itham ettiğimizi izah ederek bitirelim: Müslümanlar okuyup durdukları Kur’an’da Allah’ın salih elçileri Davud(s) ve Süleyman(s)’dan bahsederken bunların Kudüs’ü ‘Jaruselam’ yani ‘Dar’ül İslam’ yaptıklarını, kendilerinden önce gelen Musa(s)’ın şeriatı ile orayı yönettiklerini görmüyorlar mı? Hem de Yahudilere rağmen bunu yaptıklarını okumuyorlar mı? Müslümanların Kabe’ye dönmeden önce ilk kıble olarak neden Kudüs’e doğru döndüklerini olsun bilmiyorlar mı?
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir