Anayasa Meselesi: Yinede Sorulacak!

Anayasa Meselesi: Yinede Sorulacak!

1. Kur’an Tevbe suresi 24. Ayette Allah şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed inananlara) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabalarınız, kazandığınız mallar, kötüye gitmesinden korktuğunuz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler, size Allah ve Resulünden, onun yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, o zaman Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyiniz. Allah, kendi yolundan çıkmış bir topluluğu doğru yola iletmez.”
2. Anayasa referandumu vesilesiyle bir kere daha sorulacak, reşit olan herkese: Neden yanasınız? Tarafınız nedir? Evet mi hayır mı? Birinden birini seçenlerin işi kolay. Lakin iki seçenekte aynı kategoriye girer diyenlerin işi o kadar kolay değil. Bilgelik ister!Çünkü evetse Kur’an’i gerekçeye, hayırsa neden yana olduğunuzu itirafa gerek vardır.
3. Anayasa, bir ulus devletin temel kurucu yasasıdır. Devletin niteliğini, teşkilatlanmasını, işlevini, ideolojisini belirtir. Yönetim işlerinin nasıl yapılacağını, anayasal kurumlarının nasıl şekilleneceğini, kurumlar arası uyumu ve çalışacağı alanları, devlet toplum ilişkisinin nasıl kurulacağını belirten en üst normdur.
Anayasa, yasama meclisinin çıkartacağı kanunları, hükümet etmeyi, yönetim usulünü, mali işleri, iktisadi politikaları, adli mekanizmayı, sosyal hayatın nasıl işleyeceğini referans olarak, kuralların dayanak noktası olarak belirten yazılı ‘kutsal’ metinlerdir.
Anayasa, muhtarından kaymakamına, belediye başkanına il meclisine, emniyet müdüründen ordu komutanına, valisinden müsteşarına, bakanından başkanına kadar bütün yönetim kademesinin hiyerarşisini, yetkilerine ve sorumluluklarını belirtir. Yönetimin ilkelerini ve değerlerini muhteva ve şekil olarak düzenler. Yasaların, tüzüklerin, kararnamelerin ve benzer düzenlemelerin amaç ve çerçevesini ‘amir’ biçimde söyler. Yönetim kademesi de anayasayla kurulmuş sistem ve değerler çerçevesinde kalarak devleti ve toplumu yönetir.
Anayasa en üst norm olarak, normların normu olarak kerameti kendinden menkul en yüce otoritedir. Kendinden daha yüksekte başka bir norma dayanmaz. Onun referansı akıl, pozitivist bilim ve çağdaş şartlardır. Tarihsel çıkış sebepleri gereği ulus devletlerle doğrudan alakalıdır. Kurucu atalar tarafından yapılır. Kuruculardan sonra gelenler, kurucu atalar tarafından anayasa ile ‘kurulmuş ilkeler ve değerlere’ göre devleti yönetir, toplumsal düzeni sağlarlar.
Anayasalar genellikle modern kentleşmeyle endüstriyel aşamaya geçmiş bir ulus toplumun yurttaşlarının onayına sunulup yürürlüğe konulur. Ulusal birliğin ve bütünlüğün sağlandığı yerlerde genelde yüzde yetmiş beş kabul oyu onu meşru kılar. Çünkü büyük çoğunluk kabul etmiş sayılır.
4. Bu ülkede insanlar ideolojik kategoriye göre tasnif edilirse cumhuriyetçiler ve Atatürkçüler var. Milliyetçiler, ulusalcılar var. Sosyalistler, liberaller var. Muhafazakarlar, Kürtçüler var. Dindarlar var. Bunlar laiklik, demokrasi, kapitalist serbest pazar ekonomisi, faizli borca dayalı finans sistemi ve çağdaş yaşam tarzı gibi ilkelerde, müşterektirler. Burada ayrıları gayrıları yoktur. Bunun yanında şeklen kimi detaylarda farklı düşünseler de temelde hepsi bireysel özgürlükçü, insan hakları savunucusu, sivil örgütlenmeci, çevreci, kalkınmacıdır, refah toplumundan yana, hazcıdırlar.
Bu insanlar din konusunda da aynı düşünceyi paylaşıyorlar. Bu konuda da mutabıklar. Din, bunlar için kişisel ve içsel bir inanç meselesidir. Bireysel bir tercihtir. Vicdani erdemdir. İbadet ve ahlaktır. Milli/ulusal kimlik ve kültürün tamamlayıcı bir unsurudur. Ülkeden ülkeye bazı dinler daha çok gözetilse de bunlar nezdinde normalde bütün dinler sosyolojik bir kategoridir. Devlet katında ve kamusal alanda hukuki olarak eşittirler. Devlet dini hizmetleri de yerine getirmelidir ama denetimi de ihmal etmemelidir.
Laikleri, demokratları, kapitalistleri, Atatürkçüleri, milliyetçileri, muhafazakarları, sosyalistleri, cumhuriyetçileri ‘taktir’ etmek gerekir. Atalarının yolundan gidiyorlar. Dolayısıyla bir taraflar. İradelerini beyan ediyorlar. Cesur insanlar. Ne düşünüyorlarsa açıkça savunuyorlar. Gerektiği zaman müşterek oldukları meselelerde birleşiyor, örgütlü olarak hareket ediyorlar. Bunların kendi aralarında var gözüken tartışmaların asıl konusu, kurulu düzeni kimin yöneteceği, devlet imkanlarından kimin daha çok yararlanacağı ile ilgili ‘detaydan’ ibarettir.
5. Bu ülkede bir de ‘Ben Müslümanım’ diyenler var. İman konusunda, ibadet ve bireysel ahlak konusunda titizlik gösteriyorlar. Fakat bunların toplumsal alanda ne ifade ettikleri kadar, siyasi, iktisadi, mali, sosyal ve hukuki ahlakla ilgili meselelerde neyi savundukları, neden yana oldukları belli değildir. Bir İslam ümmeti/milleti olarak örgütlenmedikleri için neyi temsil ettikleri de bilinmiyor.
Burada bir garipliktir göze çarpıp duruyor. Zira bunlar hem liberal, hem sosyalist, hem milliyetçi, hem de muhafazakar olabiliyorlar. Tıpkı kapitalist serbest pazarcı, insan hakları savunucusu, bireysel özgürlükçü, çevreci, laik ve demokrat dahi olabildikleri gibi. Demek ki ahlak İslam’dan bağımsız bir alanı ifade ediyor, dünyevi ve maddi olan bu alanları kapsamıyor.
6. İnsan, bir sosyal çevre içinde doğup büyüyen, yiyip içen, üreyen, barınıp yaşayan bir varlıktır. Dolayısıyla toplumsal olandan bağımsız bir varlık değildir. İnsanın bütün eylemleri ve etkinlikleri belirli bir tarih diliminde, belirli bir toplum içinde, belirli bir zaman ve mekanda gerçekleşiyor. Toplumsal olan aynı zamanda tarihsel olan demektir. Tarihsel olan demekse, belirli zaman ve mekanda yani toplumsal bağlamda gerçekleşenler demektir. Şu halde tarihsel bağlam toplumsal olanla ilgili, mekan ve zamanla gerçekleşenle bağlantılı demektir. İşte insan denen varlığın eylemleri bu bağlamda gerçekleşiyor.
İnsanın toplumsal olması, toplumsal olanın zaman ve mekanda gerçekleşmesi aynı zamanda tarihsel olanı, tarihi bağlamı ifade ediyorsa, tarihte her gerçekleşen şey toplumsal mıdır, toplumdan mı ‘kaynaklanır’, elbette hayır. İnsanın ve toplumun dışında gerçekleşen şeyler de vardır. Kevniyatta (oluşumla ilgili) olup bitenler, olduranla yani Kevniyatın rabbi tarafından irade edilenlerle de olmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar ‘doğa-tabiat’ kelimesini kullanmazlar çünkü doğa-tabiat kelimelerinde bağımsız bir özne, irade sahibi bir doğuran/yapan söz konusudur.
Bir toplum dilini, kültürünü, mimarisini, sanatını, iktisadını/üretimini ve paylaşımını, sosyal ve siyasi olarak teşkilatlanmasını ve yönetimini kendi tarihi içinde, kendi zaman ve mekanında, kendi toplumsal bağlamında yani kendi tarihi içinde kurar. Bu işler insan eseridir. Şu halde insan kendi toplumsal bağlamı içinde kimi özerk ve iradi özelliklere sahiptir. Bu iradesini ve özerkliğini elbette kendi tercihi yönünde kullanmaktadır. Tercihler ya nakle/vahye dayalı bir akılla, ya da bağımsız ve otonom bir akılla gerçekleştirilir.
İslam, insanların, toplumların, zamanların, mekanların dolayısıyla şartların bir eseri/ürünü ve sonucu olan bir din veya ideoloji değildir. Dolayısıyla hem bağlam ve hem kaynak olarak tarihsel ya da toplumsal değildir. Kaynağı itibarıyla bu bağlamların dışındandır. Bu sebeple belirli bir toplumsal şartta, belirli bir zaman diliminde ve mekanda gelmiş olması, ya da belirli bir tarihte gelmesi, İslam’ın mekanla, toplumla olan ilişkisi sebebiyledir ama bu sebep İslam’ı toplumsal ve tarihsel kılmaz. Şu halde bu bağlamlarda beşer aklının kendi zaman ve mekanlarında dine dayanarak ürettikleri ve uyguladıkları, hem toplumsal hem de tarihsel olandır. Dindendir ama din değildir.
İslam/din Allah’tan gelmiştir. Elçileri vasıtasıyla gönderilmiştir. İnsanı muhatap almıştır. İnsan dolayısıyla toplumsalla alakalıdır. Toplumsal olması sebebiyle mekansal ve zamansaldır. Beşer ürünü ve toplumsal kaynaklı olmadığı için de, toplumsal ve tarihsel değildir. Şu halde İslam, mahiyeti gereği gönderildikleri zaman diliminde ve mekanda insana doğru yolu göstermiştir. Dine muhatap olanlar insanlar olduğu için sorumlu tutulanlar da bu sebeple insanlardır. Özetle din, bu mahiyeti ve kaynağı gereği zamanlar, mekanlar üstüdür, şartlarla bağlı değildir. Uyması ve itaat etmesi için insana gönderilmiştir.
Bu bahiste bir detayın daha izaha ihtiyacı vardır: Geçmiş zaman dilimlerinde ve mekanlarda aynı din içinde farklı şeriatlar gönderilmiştir. Dinin bu özelliği, hem beşer katında toplumsal bağlamla ilgili hem de dinin sahibi olan Allah’ın iradesi gereğidir. Fakat artık Kur’an nazil olmuş, din tamamlanmış, bütün insanlar Kur’an şeriatından sorumlu tutulmuşlardır. Şu halde toplumsal tüm işler bütün zaman ve mekanlarda Kur’an’a göre düzenlenmelidir. Ve insan bundan sorumludur.
7. İslam Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm gibi bozulmuş bir din değildir. Bu sebeple insan için sadece içsel bir inanç, kişisel bir tercih, vicdani bir erdem, bireysel bir ahlak ve ibadetten ibaret bir din değildir. Dolayısıyla dinlerden bir din olmayıp tek hak olandır. Aynı şekilde dünya hayatını düzenleme konusunda liberalizm, sosyalizm, milliyetçilik gibi ideolojilerden bir ideoloji olmayıp tek ideolojidir.
İslam, insan denen varlığın iç alemini, iç dünyasını, niyetini, zihnini, düşüncesini değiştirip kendince düzenleyen inanç unsurları kadar aynı zamanda insanın dış dünyasını, bütün eylemlerini, bütün etkinliklerini de düzenler. İkisini birbiriyle uyumlu kılar. Bu sebeple şirkten arınmak iman etmenin ilk şartıdır.
İslam’da Allah inancı soyut değildir. Sadece imana, içsel bir itaate, bireysel bir ahlak ve ibadete karışan bir Allah yoktur. Allah, iç âlemde olduğu gibi maddi olan dış âlemde de her işe karışan, her işi yöneten, her an her şeye müdahale eden kudretli, yaratan, yaşatan, doğru ve eğriyi gösteren, Rezzak, Kerîm, öldürecek olan, yeniden diriltip hesaba çekecek olan tek varlıktır. Onun ortağı ve yardımcıları yoktur. Aciz olmadığı için kimsenin evladı değil, kimse de onun evladı değildir. Tek Rab’dır, tek İlah’tır.
Bizleri o yarattı. Bize hayatı o verdi. Rızkımızı, güvenliğimizi ve geleceğimizi o tayin etti. Ölüm tehlikesi hariç bir harama bulaşmamayı o öğretti. Salih olmamızı, salih davranmamızı, salih ilişkiler kurmamızı o söyledi. İslam’a dayalı ahlak sahibi olmamızı o istedi. İbadetlerimiz kadar siyasi, hukuki, iktisadi, mali ve sosyal hayatımızı İslam’a göre düzenlememizi o emretti. Bütün bu işlerin nasıl olması gerektiğini peygamberi vasıtasıyla o öğretti.
İslam’da insan modeli ‘halife’, toplum modeli ‘ümmet’, siyaset tarzı ‘ilahi hukuk nizam’ temellidir. Dindeki emir ve nehiyler bu üç merkezde anlamı hale gelir, varlık alanında vücut bulur. Zaman, mekan ve şartlar dine göre düzenlenir. Bunların tümü ahlakı ifade eder. Halifeler bir araya gelir ümmeti oluşturur, ümmet siyasi halifesini seçer, siyasi halife dünya işlerini tanzim eder. Dünya işleri toplumsal işlerdir. Her çağın halifeleri kendi imtihanlarını verip giderler. Bunların tümü itikatla, dinle, peygamberlikle, ahiretle bağlantılıdır. Adalette budur.
8. Kendisini ilahi nizamdan bağımsız kıldığı, yaptıklarını dinden bağımsız olarak yaptığı için modern çağda devletler İlahlık ve Rablik taslıyorlar. Devlet, yasakları ve serbestileri, iyi ve kötüyü belirleme yetkisini kendinde görüyor. Anayasal meşruiyete dayandığı için de kendini haklı buluyor.
Devlet rızkınızı, güvenliğinizi, geleceğinizi, huzurunuzu, istikrarınızı ben sağlıyorum diyor. Yasaları, tüzükleri, tamimleri anayasaya uygundur diyerek kendini haklı çıkartıyor, hükmediyor. Kayıtsız şartsız itaat istiyor. Tıpkı Firavun’un söylediği gibi “Mısır’ın ve Nil’in mülkü ve ürünleri benimdir. Burada yaşayanlar benim kullarımdır. Şu halde en yüce rabbiniz ve ilahınız ben değil miyim? Bu Musa da ne diyor şimdi! Onun Rabbi de kimmiş…”
Modern devletin demokrat olması ya da olmaması devlet olmaklık esasına göre bir detaydır. Neye göre? Niteliğe, meşruiyete, yapısallığa, varlık sebebine, işlevine, işletim sistemine göre. Nihayetinde diktatörlük de bir devlet biçimidir, demokratlıkta. Militarizm de bir işletim sistemidir, özgürlükçülükte. O halde bir Müslüman için yapılacak tercih, iki devlet biçimi arasında değil doğru olan tarafında yapılmalıdır.
9. İslam fıkıh sistemine göre adalet, amaçların amacıdır. Bu niteliğiyle adalet, halife olarak bütün insan eylemlerinin, toplumsal olarak bütün dünya işlerinin İslam nizamına uygun olarak yapılmasıdır. Zorbalıksa bu işlerin başka türlü yapılmasıdır. Zorbalık, haksız yere fiziki güç kullanmaktan çok öte bir anlama sahiptir. Bu bağlamda cahiliyye veya zalimlik de zorbalık gibi aynı anlam aralığına sahip kelimelerdir. Allah’a itaat edilmemesi bakımından İslam fıkhında bunlar aynıdır.
Müslümanların her çağda bir devleti (devlet kelimesinin modern olmasına takılmadan) olmayabilir. Bu durumda halifelik vasfını taşıyan insanların aklını-dinini-neslini koruyan bir cemaati söz konusu olur. Her dönemde bir İslam devletinden yana olmak iman unsurları gereğidir. Çünkü bir Müslüman, dünya hayatını, toplumsal eylemlerini iman unsurlarına göre tanzim etmek için bir devletin lazım şart olduğunu, ancak devletin kendisiyle yapılacak olan işleri dolayısıyla bir devlet gerektiğini bilir. Kuramasa da kurmak için çalışır, didinir.
Namaz kılmak nasıl îmani bir unsurdan kaynaklanan bir çaba ve etkinlik ise siyaset, iktisat, örgütlenme ve hukuk gibi toplumsal işler ve eylemlerde de imani unsurlardan kaynaklanan diğer çabalar ve etkinliklerdir. Bunlar birbirinden bağımsız da değildir. Namazların toplu kılınmaya teşvik edilmesi, cemaati zorunlu olarak devreye sokar. Cem olmak bu işleri birlikte yapmayı kararlaştırmak içindir. Namazın/örgütlenme ve zekatın/iktisat cemaatin şeklen iki temel dayanağı olması bu sebepledir. Bunun böyle olması bir müminin varlık gerekçesi, dünyada var oluş amacıdır. Bu amaç insanın bütün fiillerinin ve etkinliklerinin imandan kaynaklanasını sağlar, buna uygun düzenleme çabasına sokar.
10. Bir mümin için her şey de ve her işte olduğu gibi anayasa referandumunda yahut anayasadan kaynaklı yerel ve ulusal seçimlerde dahi bir tercihte bulunması, doğal olarak îmani unsurlarla alakalıdır. Müminin her bir davranışı nasıl itikat kaynaklı ise bu işlerde yapacağı tercihler de dolayısıyla itikat kaynaklı olacaktır. Şu halde mevcut durumda anayasa maddelerinin şöyle ya da böyle olması bir ölçü olmaktan çıkar bizzat anayasanın kendisi, niteliği ve dayanağı önemli hale gelir. Keza normal bir seçimde de yöneticinin sosyalist, liberal, milliyetçi veya muhafazakar olması önemli olmaktan çıkar, yönetimin ‘neliği’ ve ‘niçinliği’ önemli hale gelir.
Seçimler sonucunda ortaya çıkan tabloda birilerinin siyah olmaktan çıkıp beyazların arasına katılması, birilerinin alt sınıftan çıkıp orta sınıfa, başka birilerinin de orta sınıftan çıkıp yüksek sınıfa katılmasıyla neticelenen tercihler, bir Müslümanın meselesi değildir. Çünkü bunlar tercih sebebi değildir. Dolayısıyla ülkeyi ötekilerin değil de berikilerin yönetmesi de mesele olmaktan çıkar. Şu halde Müslümanın meselesi ya da var oluş gayesi salih olmak, salih davranmak, salih ilişkiler kurmaktan yana bir tercihte bulunmaktır. Dolayısıyla devletin salih temeller üzerinde olup olmadığı, zorbalık ya da adil niteliğe sahip olup olmadığı belirleyicidir.
Din gününde hesaba çekileceğini, hesabın dünya hayatındaki eylemler, etkinlikler ve tercihler sebebiyle görüleceğini bilen mümin biri, yazının başına alıntıladığımız ayeti ve elbette Kur’an’daki diğer mesajları hep aklında tutmalıdır.
Allah kimsenin malı mülküyle, kazancı birikimiyle, eşi çocuklarıyla, hısım akrabasıyla, zenginliği yoksulluğuyla, statüsü imtiyazıyla, yönetici sınıfından veyönetilen grubundan olmasıyla veya cinsiyetiyle ilgilenmeyecek. Kimseyi kaç kişiyi kurtardın diye hesaba çekmeyeceği gibi kaç kişiye hizmet ettin diye de hesaba çekmeyecek. Hesap, bu işleri nasıl yaptın, neye göre yaptın, bu durumlara nasıl geldin, ne amaç güttün diye sorulacak. Harama helale dikkat ettin mi denecek. Şu halde kurtulan kendisi için kurtulmuş olacaktır.
En büyük yalan insanın kendisini aldatmasıymış, öyle derler. İnsan kendini aldatırsa herkesi aldatır demektir bu. Ahmaklık bu! Unutmayalım ki Allah aldatılmaz. Çünkü O her şeyi görüyor ve biliyor. Şayet anında cezalandırmıyorsa kendi katında tanıdığı mühletten, döner de uyar mı diye verdiği süreyi beklemesinden dolayıdır. Bu konuda ‘bana süre vermedin’ tarzı itirazları karşılıksız bırakmak içndir. Unutmayalım Allah zalim değildir. Her şey kayda alınıyor. Katip melekler sicil tutuyorlar. Hesap günü adalet bu yazılı deliller üzerinden dağıtılacak.
Bu durumda, ondaki bundakine göz dikmekten, onun bunun gibi olmaktan, onun bunun yerine geçmekten veya benzer duygular beslemekten vaz geçmeli. Bizim ona neden sahip olmadın, buna neden kavuşmadın tarzı bir sorgumuz olmayacak. Çünkü bu tip gerekçeler bizim zannımızdır, hak değildir.
Müslüman gibi olup hakkımıza razı olmak, çalıştığımızın karşılığını almak, taktire boyun eğmek ve kendimize tanınan süreyi ‘hayırla’ doldurmak zamanıdır. Çünkü hala yaşıyoruz. Hak olmayan şeyler hakkımız değildir, hayır da getirmez.
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir