Geçti (mi) Bor'un Pazarı

Geçti (mi) Bor'un Pazarı

Felsefede değişik fikir yürütme metotları vardır, ontoloji ve epistomoloji bunlardan en çok bilinenleridir. Bilgi metotlarının temsilcileri çok farklı sonuçlara vardıkları için birbirini eleştiren ve reddeden tarafta dururlar.
1.Geleneksel dönem olarak adlandırılan dünyada, genel de Doğuda, hemen her şey “yaratılışla” ilgili olarak dolayısıyla “yaratıcı” ile bağlantılı olarak izah edilen, nakle dayalı “ilahi” bir bilgi sistemine ve açıklama biçimine dayalıydı. Hakikat bu bilgiye göre bilinir, tanımlanırdı. “Ontolojik” fikir yürütme metodu da bu alanda tercih edilen bilgi biçimine işaret etti. Bu sebeple varlık, kainat, kozmos, doğa ve insan bilgisi ile toplum, kent, iktisat, siyaset, hukuk, yasa, adalet sistemi doğal olarak kutsalla, vahiyle bağlantılıydı. Buna “metafizik” bilgi demek alışkanlık oldu.
Kabaca 1500’lerde İtalya’da başlayıp Batı Avrupa’ya yayılan ve modern dönemin başlaması olarak ifade edilen dönem, “epistemolojik” fikir yürütmenin dahil olduğu “beşeri, akli” bilgi sistemini temsil eder. Ontolojiye göre epistemolojik fikirler beşeri akılla bağlantısı nedeniyle farklı sonuçlara varıyor, “gerçekliği” yeniden tanımlıyordu. Bu bilgi türü yaratılıştan bağımsız bilgiye dayandığı için vahyi bilgiyi de yeniden tanımlayacaktır.
İtalya’da başlayan Rönesans ve Reform akımı modern çağın temelini attı. Ortaçağdan çıkışı, yeni bir dünyaya geçişi ve başka bir hayata başlangıcı ifade eden modern çağ ya da Hümanizma, “Rönesans/yeniden doğuş” olarak adlandırıldı. Yeniden doğuş Hıristiyan inancında da vardı ama bu başkaydı. Bu yeniden doğuş için gerekli bilgi, Grek/Yunan ve Latin/Roma dönemindeki klasik eserlere/metinlere müracaat edilerek temellendirildi. Klasiklerin “kaynak” olarak tespit edilip tercüme edilmesi, tercümelerin “filolojik” yöntemle eleştirisi, yeni döneme, şartlara ve yaşam biçimine uygun olarak yorumlanmasıyla sonuçlandı.
Giderek bütün Avrupa’yı, ardından dünyanın geri kalanını etkileyecek olan bu değişimle insanlık sanki yeniden doğdu, yeni bir hayata ve yeni bir yaşama başladı. Böylece klasik/geleneksel toplum dönem kapandı yerine yeni bir çağ/modern toplum dönemi başladı. Başka bir deyişle “akla” dayalı “meta/maddi” temelli bilgi sistemi her şeyi kendince açıklamaya ve kurmaya başladı.
Rönesans, klasik kaynaklara müracaat edilerek, onların yeni bir akıl ve bilgiyle tercümesi, eleştirisi ve hermenotik yöntemle yeniden biçimlendirilmesi/yorumlanmasını ifade eder. Burada gerçekliği bulmak için insanı, doğayı, varlıkları bu akıl ve bilgiyle yeniden tanıyan ve tanımlayan bir akımdan söz edilir. Gözlem, deney, araştırma, izleme bu akımın en belirgin niteliği, bu bilginin sistematize edilme sürecidir. Şiir, nesir, resim, sanat, mimari Rönesansın ilk yansıdığı alan oldu.
Dünyanın en meşhur sanatçıları sayılan Michelangelo, Leonardo da Vinci, Raphael, bu dönemin baş temsilcileriydiler. Onlardan kimisi altı yıl anatomi çalışıp insan vücudunun iç ve dış bütün yapısını ve ayrıntılarını, kimisi resmini çizdiği modelini çırılçıplak yapıp saatlerce inceleyerek her ayrıntısını, kimisi aynı bakışla doğayı aylar yıllarca gözlemleyip incelemiş, kimisi de ilahi seslenişi yeniden tahayyül etmiştir. Bu perspektifle kendi buldukları “gerçekliği” resme, heykele, fresklere, ikonalara ve mimariye yansıttılar. Eserler birebir ölçülerde, yüz ifadeleri dahil tüm ayrıntıları ile resmedildi, şiire, nesire, mimariye dönüştürüldü.
Ne var bunda demeyelim. Düşünüş ve akledişte devrim yapan, dünyaya ve eşyaya bakış açısını değiştiren değişim böyle başladı. Artık yaratılışa, insana, doğaya, topluma, maddi dünyaya, ilahi bildirimlere bir başka bakış açısıyla yaklaşılacak ve buna uygun sonuçlar çıkartılacaktır.
Önceki dönemde tanrının yaratıcılığına, kudretine ve birliğine işaret eden, ilahi mesaj yüklü birer mucize olarak görülen ve saygınlığı olan varlık alemi, doğa, insan, kutsal kitap ayetleri artık bu özelliklerini yitirecek, insanın bizatihi dokunup ellediği, değiştirip başkalaştırdığı, tanımlayıp tarif ettiği bilgi nesnesine dönüşecektir. Ve insan, gerçeği bizzat tespit etme gücüne erişecektir.
2. Reformasyon, doğrudan dinle alakalıdır, alanı dindir. Tanrı, kitap, peygamber, kaynağı, geliş süreci ve anlamı itibarıyla vahiy, Rönesans/Hümanist aklı ve bilgi sistemiyle yeniden okunup anlaşılan ve tanımlanan yeni bilginin nesneleridir. Bunun için yerel dillere tercüme edilen İnciller kaynak olarak vazife görecekti. Kilise babalarının yazdığı eserler ve görüşler, bu kaynağa dayanarak, modern bakışla, bu bilgiyle ve bu akılla yeniden gözden geçirildi. Onlarda var olan bilgilerin birçoğu uydurma olarak, geri kalanlarsa bidat ve hurafe suçlamasıyla reddedildi.
Bu süreçte Protestan akım başladı. Kilise otoritesi, Kilise fetvaları sorgulandı. Nihayet artık din sadece içsel, vicdani, kişisel bir alana, ruhani bir imana, bu sınırlarla kayıtlı tanrıya itaate dönüştü. Bireyselleşti. Özelleşti. Dolayısıyla maddi olan dış alemden, vücuttan, siyasetten, iktisattan, hukuktan, kentten, toplumsal hayattan ve yönetimden çıkartıldı.
Günümüzü belirleyen, bütün dünyayı, insanı, insan ilişkilerini, kavramları ve değerler sistemini  belirleyen, toplumsal biçimleri ve siyaset yapma tarzlarını etkileyen ve kendince değiştiren bu gelişmelerdir. Bu gelişmeler bizim bu günkü bilgi anlayışımızı, değer yargımızı, algımızı, toplumsal yapımızı ve durumumuzu da açıklıyor. Dolayısıyla dini anlayışımızın ve varlık telakkimizin değiştiğini buradan kolaylıkla anlayabiliyoruz… Rönesans ve Reformasyon için şimdilik bu kadar deyip devam edelim.
3. Geleneksel dönemde bilgi yaratıcıyla bağlı, nakle dayalı ilahi kaynaklı olduğu için devleti, kenti, toplumu kimin yöneteceği, ahlakı, yasayı kimin temsil edeceği sorusu belirleyici bir husustu. O bilgiye göre adalet, erdem, yasa, yönetici kelimeleri aynı şeyi ifade ediyordu.
Antik Yunan’da filozof Eflatun, kimi Yunan kentlerinde uygulanan demokrasiye karşıydı çünkü yasa çıkartma ve yönetme yetkisine sahip olan yurttaşlar, bilge ve erdemli insanlar değil çıkarcı politikacılardı. Retorik olarak iyi hatiptiler. Onların çıkaracakları yasalar adaleti temsil edemez, o yasalarla hükmedenler erdemli olamazlardı. Çünkü onlar menfaatleri peşindeydiler. Menfaat çatışması nedeniyle rekabet halindeydiler.
Eflatun, bu sebeple devleti/cumhuriyeti yazarken “bilgi ve erdem” vasfını taşıyan filozofların yönetici olmalarını savundu. Ondan etkilenen Farabi, Medine-i Fazıla’yı yazarken aynı şeyleri Kur’an’i ve Kelami dille anlattı.
Eflatun’un mağara sembolü ile açıklamaya çalıştığı metafizik yorumlarını eleştiren metacı/maddeci rakipleri, onu soyut temelde, akılla ispatı mümkün olmayan bir bilgi sistemine dayanmakla eleştirdiler. O, matematik ve mantık ilmini akılcılar dahil herkesin kabul ettiğini, bu ikisinin bilimlerin temeli olduğunu ama ikisinin de aslında soyut bir bilgi olduğunu söyleyerek cevap verdi karşıtlarına.
4. Modern çağ maddi temele dayalı, dış alemi nesnel olarak aklen ispat edilebilen pozitivist bilimsel bilgiyi, gerçekliği tayin eden tek otorite sayıyor. Gerçeği bilmeyi ve bulmayı bu bilgiyle sınırlıyor. Dolayısıyla vahyi, vahyi bilginin kaynağı ve gelişi itibarıyla sürecini ve peygamberliği bu bilgiyle ispatı mümkün olmadığı için reddediyor. Nakil temelli vahyi bilgiyi gerçekliğin bilgisi saymadığı için gaybı, cenneti, cehennemi, melekleri, cinleri, Ademi, mucizeleri, kaderi, iradeyi, suçu, günahı vs kendi bilgi sistemi ile yeniden, metaforik/sembolik olarak tanımlıyor.
Meta temelli aklın ürettiği maddi bilgide yasa, doğal olarak ilahi adaletten, erdemden, bilgelikten yoksundur. Çünkü bunların ilahi olanla bir bağı yoktur. Yani ahlaki olanla yasal olan arasındaki zorunlu bağ artık yoktur. Dolayısıyla kenti/devleti yönetecek olanın adil, erdemli ve bilge olması gerekmiyor. Buna karşılık sokaktaki herkes yönetici olabiliyor. Bu sebeple ahlaki olanın yasal olması, yasal olanın ahlaki olması diye bir şey söz konusu olmuyor. Siyasi sistem de demokratik olduğu için bu sorun kökten hallolmuş sayılıyor.
Çıkışı, kökeni ve sosyal şartları nedeniyle, kendi tarih dilimi ve yeniden doğuş gerekçesiyle, tanımı ve kapsamı alanı sebebiyle laiklik, sekülerlik, sivillik, Hümanizm, birey, özgürlük bütün bütün aynı akıl ve bilgi sisteminin ve toplumsal yeni gelişmelerin ürünü ve sonucudur. Bu kavramlar bir sistematik halinde modern çağı, modern insanı ve toplumsal yapıyı demokratik siyasal sistemle tamamlıyor, kendi bağlamında ifade ve temsil eden değerler sistemini oluşturuyor.
Modern toplumsal sürecin başlamasıyla birlikte ulus toplum, ulus devlet, muhafazakarlık, liberalizm, sosyalizm, milliyetçilik, milli kimlik ve kültür, milli sınırlara hapsedilmiş din, vicdani alana gönderilmiş iman, insan hakları, kapitalist serbest pazar ekonomisi, faize dayalı finans sistemi, anayasa, parlamenter sistem, yasama meclisi, halk iradesi, demokrasi gibi anlayış ve kurumlar bu sayede gelişecek, yerleşik hale gelecektir. Modern çağın, modern insanın ve modernleşmiş toplumun kurucu kaideleri, kurulu değerler sistemi böylece şekillenmiştir.
Bütün bunların hepsini anlamlı kılan, kaynağı ve oluşum süreci itibarıyla maddi temele dayalı bilimsel pozitivist bilgi, hümanist akıl, kaynak metnin filoloji temelli hermenotiğidir. Dinin tarihselleşmesi, geldiği tarihsel zaman dilimine ait şartların ürünü sayılması, döneminin dil imkanlarıyla sınırlanması, çağdaş insan için ahlaki/moral değerlere ve vicdani erdeme dönüşmesiyle neticelenmiştir.
5. Buradan modern çağın Müslümanıyla ilgili iki çift laf ederek yazıyı bağlarsak, yaratılışı, varlık alemini, varlıklar arasındaki ilişkileri, insan ve toplum arasındaki sosyo siyasi, hukuki ve iktisadi bütünlüğü, artık başka bir bilgi ve akılla, başka bir bakış açısıyla okuduğumuzu, anladığımızı ve değerlendirdiğimizi söylemek icap eder. Bu durumda herhangi bir şeyi açıklarken modernizmin çok güçlü şekilde etkisi altında kaldığımızı da söylemek gerekir.
Burada bir İslami bilgi sistemi, İslami değerler ve kavramlar sistemi, bu ölçü ve ilkeler çerçevesinde düzenlenmiş bir Müslüman sosyal hayatı, Müslüman toplum ve İslami siyaseti öne çıkartmadık. Dolayısıyla vahye/nakle tabi bir akıl yapısından ve bakış açısından söz etmedik. Bunun yerine günümüzü anlamlandıran ama İslam’ın da karşıtı olanın serencamını özetlemeye çalıştık. Bu sebeple ve bu vesileyle:
Günümüzün pek modası olmu gelenek eleştirisine temas etmeden olmaz. Geleneği eleştirdiğini sanırken ölçüyü ve nirengi noktalarını kaçırıp bilgi biçimini ve akıl yapısını değiştirdiğini fark edemeyenlerin, modern insan tipine dönüşerek reformasyonu yeniden ürettiğini söylemeliyiz. Hümanist insan tipinin bakış açısı ve filolojik yöntemle Kur’an’ı/kaynağı yeniden okuyarak dini anlayacağını ve gerçeği bulacağını sananların neyi anlayacaklarını ve bulacaklarını fark ettiklerini sanmıyoruz.
Eleştirimizi ağır bulanlar en azından kendilerine şu soruları sorabilir: Din bizim için, bu gün ne ifade ediyor? İman, içsel bir duygu, ruhani bir olay, vicdani bir erdem, kişisel bir ahlak, dua ve sınırlı bazı ibadetler dışında, maddi alemde bir yere, bir işleve sahip midir? Dışsal olarak kimliğe, amele, pratiğe, dünyaya, maddi alana ve toplumsal ilişkilere neden karışmıyor? Bu anlayış ve tanım dinden midir bizden midir?
Soruları güncelleştirirsek bu toplumu kim yönetmeli, nasıl yönetmeli gibi bir soru bizim için ne ifade eder? Doğuştan tertemiz olan insanları iyi ya da kötü yapan toplumsal sistemin/fesadın kendisi ve yapısallığı ile ilgili olarak ne düşünüyoruz? İslam’a dayalı bir yönetim fikrimiz var mı? Sıkça dillendirilen ahlak ve adalet söylemi buraları ilgilendirmiyorsa retorik olarak sloganlaştırmanın alemi nedir? Modern çağ ve toplumda anayasa ve yasaların adalet ve ahlakla bir bağının kalmadığını bilmiyor muyuz?
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir