Ercümend Özkan Anısına

Ercümend Özkan Anısına

 1. “Denizler leşleri hep suyun üstünde tutarken incileri dipte saklar” deyişini eskilerden nakletti ‘Tarih-i Cihang-u Şa’ kitabında Cengizhan devrinin baş veziri Ata Melik Cuveyni. Deyişle, devlet yönetiminde karar merkezlerinde bulunan vazifelilerin niteliğine ve vasıflarına gönderme yapıyor, tecrübeli, bilge ve adil yöneticiler eliyle yönetildiğinde ahalisi mutlu, huzurlu, çalışkan, müreffeh ve sadık, bu sayede kendisi uzun süre yaşayacak bir devlet ile tersi durumda, kısa sürede çöküp dağılacak despotik devleti irtibatlandırıyordu.
İnci, nadir bulunan bir nesnedir, kendi başına bir kıymet ve değerdir, onu arayıp bulmak için görünenin ötesine geçip diplere dalmak, kıymetini bilip korumak içinse dikkat gerek. Buna karşılık leş, değersiz ve kıymetsiz olduğu için hep vitrindedir, her yerde bolca ve kolayına bulunur.
2. Tarihte insanlar hiç dinsiz olmadı, her nesil bir şekilde bir dine sahip oldu, ahlaki değerlerini ve kültürel çerçevesini sarmalayan sosyal prensiplerini, siyasi düzenini o dinden üreterek yaşadı. Hakiki dine sahip olanlarsa hep az oldu.
Bir devlet imkan ve gücüne sahip olanlar ilahi dayanaklı yönetim bilgisinden, hikmetten, adaletten ve ahlaktan yoksun olduklarında, elde ettikleri imkan ve güçle gururlanıp azgınlaşarak zorbalığı maharet bildi, yönettikleri ahaliyi ‘kul’ yapıp ‘sırtından geçinmeyi’ vazife icabı saydı. Tarih, ‘küfürle hükmettiği halde adil olan devletin âbad’ olduğunu fakat ‘zulümle hükmedenin’ kısa sürede harabeye döndüğünü gösterdi.
İlahi dayanaklı bilgelik ve adillik vasıfları taşıyan yöneticiler vazifelerinin devletinin ve yönettiklerinin varlığını, güvenini ve huzurunu sağlamak olduğu şuuruyla hareket ettikleri için içerde gönülden saygı ve itaati, çalışkanlığı ve zenginliği, dışardan korkuyla karışık itibarı ve izzeti buldular. Devletlerin uzun süre izzetli ve kudretli biçimde yaşamasının sırrı da buradaydı.
İnci ve leş kıyaslamasını burada istihdam edersek, hakiki olanını nerede arayıp bulacağını bilenler onu bulduklarında onun kıymetini ve değerini titizlikle muhafaza etmeyi de becerenler oldu. Buna karşılık çoğunluk her daim harc-ı âlem olanına itibar etti, revaçta, yüzeyde olanına rağbet gösterdi. İnciyi bulanlar hem bu dünyada hem ahirette âbad olurken diğerleri iki dünyada da harab oldular.
Siyasi tarih leşleri ve incileri bu yönüyle de ayırt etti. İnci, hakiki dine mensubiyete, leş, harc-ı âlem dine sahiplenişe misal oldu. Evvelkiler her ikisini de bu dünyada yaşadı, sonrakiler yaşamaya devam edecekler. Aralarındaki fark, ferdi ahlakı düzenleyen imkanları ve şartları hazırlayan kültürel hasılayı oluşturdukları, mahalleyi, şehri, ülkeyi ve dünyayı imar ederken istifade ettikleri kuralların dayanağında gözükecek.
3. Modern çağ, özellikle dünyanın Batı yakasında üretilip geri kalanlarını da etkisi altına aldığı leşi andırır iki tür dini telakkisiyle/ideolojik kültürel yaşantısıyla meşhur oldu. İlki, Adem’in ilk günahı sebebiyle dünya yurdu bir ceza yeri sayıldığı için manevi ve ruhi arınmaya gidilmesi, kurtuluşun bu dünyada değil ahirette olacağı dolayısıyla maddi alemin terk edilmesi biçimindeki mistik düşünüş ve yaşayış tarzı.
İkincisi, kurtuluşun bu dünyada olacağı, mutlu olunacak tek yurdun bu dünya hayatı olduğu dolayısıyla bunun maddi kalkınma ve ilerleme yoluyla refaha kavuşarak gerçekleşeceği biçimindeki materyalist düşünüş ve yaşayış tarzı. Bu kabulde maneviyat ve ruhaniyat sosyal hayat düzeninin dışında tutulur.
İslam, Kur’an’ın inzal edilmesiyle ikmal edilmiş, hakikati bildiren tek hak dindir. Dünya hayatını, yaratılışı, varlık alemini, varlıklar arasındaki hiyerarşiyi tanımlar ve bunlar arasındaki münasebeti düzenleyecek en doğru prensipleri bildirir. Dünya yurdunda iki farklı hayat tarzını temsil eden iki ayrı yol gösterilir, yolların varacağı akıbeti bildirilir. Buna göre dünya yurdu ahiret yurdunun tarlasıdır. Kurtuluş ahirettedir ama bu dünyadan kazanılacaktır.
İnsan hayatı yek paredir; manevi, ruhi ve maddi, dünyevi olarak ayrışmaz. Maddi ilerlemenin ve gelişmenin temsil edildiği sosyal hayat prensipleri de, ferdi ibadî ve ahlaki manevi/ruhi hayatın prensipleri de ilahi kaynaktan bildirilir. Bu bütünlük bir kültür hasılası olarak şekillenir, bütünlüğü korumak ve fesadı engellemek için İslami siyasi organizasyona gidilir. Bu organizasyon eliyle din muhafaza ve müdafaa edilir, ümmetin bekası sağlanır.
Hayat dediğimiz şey, ferdi etkinlikten ve etkilenişten toplumsal ve siyasal etkinlik ve etkileşime kadar yaygın, birbiriyle bağlı geniş bir yelpazede, bu dünyada cereyan eden bir yaşam sürecidir. Somut olarak edep ibadet, sanat edebiyat, meslek, zirai ticari ve mali iktisat, hukuki ve siyasi düzen, doğayla ve diğer varlıklarla münasebetler toplamıdır.
İslami inanç, hayatı bir bütün olarak kabul ettiği ve hepsini aynı ahlaki tutarlılığa bağladığı halde çağdaş itikat hayatı parçalamış, parçaları kendi bağımsız etik prensipleriyle bağlı kılıyor. Dolayısıyla her parçanın ayrı rabbi vardır. Kartezyen felsefe temelli pozitivizmin mirası olan bu parçacılığın kökeni putperest Yunan ve Roma’ya dayanır.
4. Ercümend Özkan, kendi dönemi ve şartlarında Kur’an ve sünnet temelli dini düşünce ve yaşam hattının temsilcilerinden biri olarak temayüz edip bu biçimi alenileştiren bir salihtir. Dolayısıyla çağını, çağdaş dini telakkiyi doğru tahlil edip yanlışın esastan kaynaklandığını fark eden, farkını da ‘Türkiye’de İslami düşünüş ve yaşayışta’ inci’leşerek ortaya koymaya çabalayan bir kıymettir.
Gençlik yıllarının geçtiği soğuk savaş dönemi şartlarında bu işlerin nasıl döndüğünün farkında olmayan Müslümanlar, kanât önderleri tarafından ‘dinsiz sosyalist demir perde blokuna’ karşı kitap ehli sayılan ‘özgür demokratik serbest pazar bloku’nun yılmaz taraftarı olarak şekillendirilmişti.
Özkan’ın, Nurettin Topçu’dan sonra sosyalist bloku temsil eden Sovyetlere neden karşı olmak gerekiyorsa aynı gerekçeden hareketle demokratik bloku temsil eden Amerika’ya da aynı ölçüde karşı olmak gerektiğini tekrar etmesi, inciliğini kayda geçiren ciddi bir eşiktir.
Özkan’ı sağcı, millici, mezhepçi, kutsal devletçi, mistik ve maddeci düşünüş ve yaşayışın yaygın kabul gördüğü sosyal ve kültürel şartlarda sahih İslami telakkiye dayalı dini düşünüş ve yaşayışı savunup yayarken görmek, bu sebeple sürpriz olmayacaktır. Bu vasıflar onun hayatı yekpare anladığına, dini düşünceye dayalı siyasi bilincine, fikri disiplinine, sünnet temelli örgütlü toplum şekline hazırlıklı olmanın vukufiyetinin ve becerisinin işaretidir.
Benzer şekilde siyasi organizasyon biçimi olarak demokrasinin, hukuk sistemi olarak laikliğin, yerel idari şekil olarak Kemalizm’in, varlık telakkisi olarak sivil sekülerizmin nitelik ve meşruiyet bakımından reddine, bunların yerine İslami dini telakkiye dayalı varlık anlayışına, şeri hukuk nizamına dayalı bir idari, hukuki ve siyasi düzeni kabulle, tarafını bu hatta ortaya koyması, bu yüzden kovuşturmaya, soruşturmaya ve cezalandırılmaya maruz bırakılması onun, inci’liğini tescilleyen tarafıdır.
5. Kur’an, ‘salihleri anın’ buyuruyor. İnsanlık tarihinde, bir iman küfür çatışma alanı olan bu dünya hayatında, iyilerin ve kötülerin ayrışacağı bu yaşamda hayatın birer parçaları olan siyaset, hükümet, yasama, iktisat, hukuk, sosyal örgütlenme, ibadet, ahlak, sanat, edebiyat gibi farklı alanlarda, imandan yana taraf olmanın ne demeye geldiği, nasıl şahitlendirildiği, tarih içinde ancak incileşen salihlerle cisimleştirilerek yaşatılan bir hakikattir.
İmanın, kalbi ve içsel bir alanda, vicdani ve ahlaki bir yerde kalmayarak İslamlaşıp dış aleme yansıyıp taştığında, dolayısıyla hayatın tümünü yek pare olarak aynı prensiplerle düzenlediğinde ancak bir hakikat olduğunu, onu bu tarz bir hayat olarak örnekleyen ve şahitlendiren salihlerde görür, onlardan öğreniriz.
Şüphesiz şahitliğin rol modelliği ve referansı peygamberlerdir, ardından kendilerini peygamberlere benzeterek düzelten salihlerdir.
Özkan, 20. Yüzyıl Türkiye’sinde kendi kaynaklarına dayalı imanın sahih muhtevada içselleştirilmesinde, İslam’ın salih biçimiyle uygulanmasında ve aktarılmasında gösterdiği çabası sebebiyle anılmaya değer salihler hattındandı.
Onu anılmaya değer kılan vasıflarından ‘küfre olan hasımlığım İslam’a olan hısımlığımdandır” sözü tek başına çok şey ifade ediyor. Durduğu yeri, karşı olduğu tarafı gösteriyor. Elbet bu söz dost meclislerinde kalmayıp cümle aleme ilan babında dile geldiğinde, toplumsal ve siyasal münasebete dönüştüğünde anlamını kazanıyor.
Bu vesileyle onun şu enteresan tarafının öne çıkarılmasında sonrakiler için kayda değer bir hususiyet ve kâr umulur:
Kendi ülkesi insanlarının İslam’ı sevdiğini, ona değer verdiğini izleyip gözlemiş, sevdiği İslam’ı doğru bilmediği için sistematik olarak İslamsızlaştırıldığının da farkında olmadığını söyleyip durmuştu. Bu tespiti onu yanlışı ortaya koyup doğruyu bulacak yolu gösterme sorumluluğuyla kucaklaştırmıştı. Bu sebeple olsa gerek:
Özelde ve genelde söyleyip yapacakları konusunda tutarlı bir tasavvura sahip olmuş, stratejik düşünüp hareket etmenin gereğine soyunmuştur. Dolayısıyla küskünlük, kompleks, suçlama, mazeret, acizlik, şikâyetlenme gibi basitliklerden uzak durup ‘işini’ yapmaya kilitlenmiştir. Diriliğini, cüretini, gücünü, sözünü esirgememesini haklılığını dayandırdığı inancı kadar bu kararlılığından da alıyordu.
6. Bundan sora yapacağımız bazı hatırlatmalar Özkan’ın inancından ve sünnet anlayışından kaynaklı sabit stratejisine ve önceliklerine dair olup onu daha iyi tanıtmaya yararlı olacak detaylardır. Bu bahiste zikredileceklerin anlaşılması, çağlara göre değişmeyen sabitelerin akılda tutulmasıyla birlikte kendi zamanı ve şartlarıyla değişken detay yeniliklerin o sabitlerle irtibatlandırıldığında değeri anlaşılacak şeylerdir.
Bu bağlamda Özkan’ın yaşadığı tarihsel zamandaki sosyal hayatın, kültürel vasatın, devlet yapılanmasının nasıl şekillendiğinin kabaca tasvirinde yarar vardır.
Dünyada bir şeyler olmuş, o oluşların etkisiyle ülkede de bir şeyler olup bitmişti. Bu olup bitenlerin neticesinde İslam ‘eskilerin masalları’ hükmüne ‘düşmüş’, köylünün ve yoksul alt sınıfın mistik dini anlayış ve yaşayışına has kılınmıştı. Dışlanmışlık ve horlanmışlığın kapalı devre yaşama zorladığı böylesi şartlarda din, dini bilgi ve kültür ancak hafızalarda ve elde kalan kadarıyla taşınıyordu çünkü, kitabi, yazılı metinlere dayalı dini öğrenim kalmamış, finans kaynakları kurutulmuştu.
Buna mukabil şehirli orta ve üst sınıf, buyurgan soğukluğuyla yüksek bürokrasi, son iki yüzyıldır aldığı modern eğitim sistemi ve maddi ilerlemeci kültürün tesiriyle modern düşünüş ve yaşayışın etkisine girmiş, Batı kültürünü taklidine soyunmuş, ataletin, geri kalmışlığın faturasını dine çıkartmıştı. Netice itibarıyla din, bu sınıfın geçmişte bırakmak istediği değersiz bir yüktü.
Birinci dünya savaşı sonrası serbest pazar kapitalizmine ve liberal özgürlüklere güvenin sarsılması, dünya sistemi temsilciliğinin Avrupa’dan Amerika’ya geçmeye başlaması kadar, ikinci savaş sonuna kadar geçen arada Nazizmin, Faşizmin ve Stalinizmin yükselmesini de sağlamıştı. Bu şartlar ülkeye tek adam rejimi olarak yansımıştır. Bu durum elde kalan toprakların korunması maksadıyla içe dönük kapalı bir toplum yaşamına ve baskıcı bir yönetim şartlarına uygun vasatı hazırlamıştı.
1950’lere gelindiğinde dünya sistemi yeni temsilcisini bulmuş, kapitalist serbest pazar sistemi nüfuz bölgelerindeki despotik rejimleri tasfiyeye, sisteme uyarlı hale dönüştürmeye başlamıştı. Türkiye bu değişime BM ve Nato’ya üye olarak, çok partili rejime geçerek, siyasi iktidarı değiştirerek cevap verdi, yeni sisteme uyum sağlamaya baktı.
Yeni şartlarda kırsaldan kente göçün doğurduğu iç hareketlilikte din, siyasetin oy tabanı olarak istihdam edilecektir. O güne kadar kamusal alandan, siyasi ve bürokratik yaşamdan uzak tutulan dindar daha rahat hareket alanı bulmuştur. Göçlerin şehirlere taşıdığı dindarların kent hayatında  manevi tutamağı, sınıfsal dayanağı olarak din, toplumsal planda canlandı. Bu şekillenişte dine, politik ve kültürel hayatta milli kimlik ve kültürün manevi bir unsuru olmanın kanalları açıldı. Dolayısıyla bu başlangıç nice sonrasını da belirleyecek bir kök hesabıyla teşvik görmeye başladı. Dolayısıyla kendini sahih damarla yeniden ihya edebilecek, kitabi yazılı kaynaklara dayalı bilinçli sosyal bir konumu belirleyecek rolü oynaması ustaca engellenecektir.
Bu şartlarda İstanbul’da, medeniyet perspektifi içinde sanat ve edebiyatla kendini ifade imkanı bulan aydınlar, yeni iktidarın nüfuz ve örtülü finans desteğiyle muhafazakar dindarlığı üretmeye başladı. Bu akıma karşılık halk arasında yayılan tarikatçılık, Süleymancılık, Fethullah’çı versiyonu dahil nurculuk filizlenecektir.
50’lerde muhteva olarak yenilenmeye başlayan Türk ocaklarının, kısa sürede yanıp sönen Ticaniliğin, Komünizmle mücadele derneklerinin, ideolojik akımlara prestij sağladığı için devletçe uygun görülenler arasında el değiştirmesiyle meşhur Milli Türk Talebe Birliğinin, Sola karşı güç birliği oluşturan aydınlar ocağının, masonluk ve Yahudilik karşıtı yeni mücadeleci grupların vs peş peşe fikir dünyasına katılıp etkinliklere başlaması, meraklıları için bu cenahta oldukça dikkate değer kontrollü gelişmelerdir.
Bu meyanda resmi din hizmetleri veren diyanet, laik dini eğitim sistemiyle cezbeden imam hatip okulları, tek ilahiyat fakültesi yanında açılmaya başlayan bir kaç İslam enstitüsü, devletçi milliyetçi muhafazakar dini düşünüşü ve yaşayışı öğretip geniş çapta yayan resmi kurumları anmadan olmaz.
Yeni siyasi şartlarda dışa açılan Türkiye’den Ortadoğu’ya giden ve oradan gelen öğrenciler vasıtasıyla zayıfta olsa kitabi selefi vahhabi yoruma dayalı dini anlayışın tüm versiyonları da bu kültürel hayata katıldı. Giderek telif ve tercüme eserlerle oluşan siyasi potansiyeli yüksek radikal bir dini anlayış, özellikle gençliği fikri ve fiziki etkisi altına almaya başlayacaktır…
Özkan, gençliğinde bu sosyolojik ve kültürel vasatta yetişip kendi yolunu ve tarzını bulmaya çalışan biridir. 60’lar onun Hizbut Tahrir ile tanışıklığı, bir kaç yıl süren ortak çalışması, mahkumiyeti sırasında ayrışıp kendi yolunu çizmesi ve serbest kaldıktan sonra taşları yerine oturtup kaldığı yerden ama özgün şekliyle devam etmesiyle geçer.
Cezaevi ve sürgün yılları kendisine uzun uzun düşünme, değerlendirme temel stratejisini oluşturacak yeterli zamanı vermiş olmalı ki ‘yangından ilk kurtarılacak olanlar’ sıralamasıyla ölene kadar sürdüreceği fikri ve hizbi faaliyetlerine başlar.
70’ler özel çalışmaları, fikri kalitesini yükselteceği araştırmalarıyla birlikte geçer. Medya sektörüne dayalı kurduğu işi ona, hem yukarlardaki gelişmelerden haberdar etmesi, ideolojik kültürel söylem ve hareketleri takip etmesi, hem de farklı perspektiflerden ve kendi perspektifinden dünyayı ve hayatı okuması ve takip etmesi imkanını sağlar.
1981 yılı Ocak ayında çıkartacağı ‘iktibas’ dergisiyle kamuoyuna açılır. Müslüman camia ilk kez bu dergi ile gerek içerden gerekse dışardan, telif veya tercüme kaliteli düşünce ve makale iktibaslarıyla tanışır. Derginin ismi de bu farklılığı vurgulayıcıdır zaten.
60’ların sonunda resmen ‘sabıkalandığı’ İslamcılığı şimdi, usuli yaklaşımı, siyasi bilinci, fikri tutarlılığı, kaynaklara ve meselelere yaklaşım tarzı farkıyla aleniyet kazanmıştır. Benzerlerinden seviye ve bakış açısı itibarıyla ayrıştığı bu devrede ortaya çıkar. 90’ların başında İslami siyasi parti kurma girişimini başlattığı son aşamaya eriştikten kısa süre sonra ömrünü tamamlayıp geldiği yere geri dönene kadar çalışmalarına ara vermeden devam etmiştir.
7. Özkan’ın kamuoyuna gerek bürosunda yaptığı görüşmeler, gerek dergi yazıları ve gerekse fırsat buldukça ülkeyi ve Avrupa’yı dolaşarak bizzat kurduğu diyaloglar ve yürüttüğü temaslarla olsun sesini, sözünü ve çağrısını duyurmaya başladığında, belirli bir stratejiyle ve stratejisine uygun sıralamayla hareket ettiğini görüyoruz. Yukarda özetlenen ülke şartları da göz önüne alınırsa kendi iç tutarlılığını ve sünnete uygun açılımını anlamak çok daha mümkündür.
Dergideki yazıları ve sohbetlerindeki konuşmalarına dikkat edildiğinde ses getirip fark yaratan ilk çıkışları özetlenirse:
“Dininizi ciddiye alın. Onu Kur’an’dan ve sünnetten öğrenin. Kur’an okunup anlaşılabilir bir kitaptır. Peygamberinizin hayatını kendi hayatınızdan daha iyi bilip onu rehber edinin. Eksik ve gediklerinizi bu öğrendiklerinize göre kıyaslayın ve tamamlayın. Bu uğurda acele etmeyin, bilenlerle görüşüp konuşmaktan çekinmeyin. Fikri kalitenizi yükseltecek kitapları okuyun. Doğru düşünmeyi, doğru fikre sahip olmayı edinin.”
“Bu dünyada bir hayat yaşıyoruz. Kendi kavmimiz içinde bir ömür geçireceğiz. Bu günden yarına büyük hatalar yapıp güvenilmezlik sıfatını kazanmayalım. Bu dünyanın bir sonu var, öldükten sonra yeniden diriltilip hesaba çekileceğiz. Hesabımızı kolay verecek işler tutalım. Hesap, elimizdeki kitaptan sorulacaktır.”
“Dinin sırtından geçinenlerle, dini istismar ederek kendine yol ve imkan bulanlarla, Allah’ın kulları üzerine kara bulutlar gibi çöküp hakikatle arasını bulandıranlarla; dinle şahsiyet bulup ilişkilerini ve tarzlarını dine göre şekillendirenleri birbirinden ayırın.”
“Yaşadığınız toplumu, dünyayı, dünya sistemini ve siyasi şartları tahlil edin. Neler olup bitiyor takip edin. Olup bitenlerin geçmişiyle bağını kurun. Neyin yanlış olduğunu kavrayın. Meseleler birbirinden kopuk değildir. Bilgilendikçe göreceksiniz ki din, size anlatıldığı gibi kuru, cansız ve hayali bir şey değildir. Bütün hayatınızı düzenleyen bir kabuldür. En güzelidir. Peygamber bu işleri nasıl yaptıysa siz de ondan öğrenin.”
Bir süre sonra Kur’an’dan öğrenenlerin ‘gençlik hatalarına’ düştüğünü gözlemlediğinde “Şımarmayın, kibirlenmeyin. Ailenizden ve çevrenizden iki fazla bildiğinizi görerek şaşkınlaşmayın. Allah’ın kullarına karşı merhametli olun. Sizin bildiklerinizi bilmiyorlar diye onları aşağılamayın, dışlamayın. Onlarla çatışmaya girmeyin. Hatırlayın ki daha dün siz de onlar gibiydiniz, o vakitler kendinize nasıl muamele edilmesini istiyor idiyseniz onlara şimdi aynı şekilde davranın” tembihi geliyordu.
Özkan’ın bu süreçte ısrarla yaptığı bir şey var ki oldukça mühimdir. Derginin her sayısında hemen her konuya temas eden bir kavram işliyordu. Kavramlar, belirli bir sistematik içinde verildiği, her kavramı dini içerikle doldurup dini referansla bağladığında, zihin kodlaması yaptığı, düşünme yeteneğini zenginleştirdiği, sağlam fikirlere sahip kıldığı ve bu sayede hayatımızda var olan yanlışların ayıklanmasına vesile olduğu anlaşılacaktır.
İşlediği kavramlar arasından misaller vermek gerekirse, “Din, iman, amel, kaza ve kader, irade, yaratılış, dünya hayatı, ahiret.. Mezhepçilik, tasavvuf, kabir azabı, şefaat, tevhid, şirki.. Cuma namazı, dar-ül harb, dar-ül İslam” ilk akla gelenlerdendir. “İtikat’da ve amelde usul, hadis, fıkıh, siyasette iktisatta ve örgütlenmede yöntem” kavramlarını takiben “laiklik, demokrasi, seçim, mülkiyet ilişkileri, demokratik particilik, kapitalizm, modernizm, Kemalizm” gelecektir.
80’ler Türkiye’si, İran devrimi ve Afganistan direnişiyle birlikte bir heyecan dalgasına sahne olmuştur. Yeni filizlenen İslamcı gençliğin militarist örgütlenmeye, şiddete, silaha, fiili cihada heveslenip teşvik edildiğini fark ettiğinde, onları erken harekete zorlayıp ahlaki zaafa düşürecek tehlikelere karşı uyarmak için çabaladı.
Stratejisi olmayanlara, öğrendiği yetersiz bilgiyle halkla çatışmaya girenlere, şirk, küfür temelinde ailesiyle bozuşmaya varanlara, menfaati için ona buna kazık atmayı ‘cihad’ zannedenlere İslam, ahlak ve hayat dersi verirken babacanlaşıyor, yazdıklarının ve söylediklerinin ‘acemi ere verilen silah’ vazifesi görmesini istemiyordu.
Serbest olanlara uyarısı, “Bu işler ciddi işlerdir, heyecan ve duygusallık kaldırmaz. Sokağın şartları farklıdır. Çıktığınızda geri dönmemek için çıkmıyorsanız heveslenmeyin. Oraya gelmek için daha çok fırın ekmek yemelisiniz. Bu işler evcilik oynamaya benzemez. Henüz ergen değilsiniz. Kullanılırsınız. Hayatınız kararır. Dikkat edin, iki adım sonra tüm hayatınızı karartacak ve pişman olacağınız işler sizi zaafa uğratır, ahlakınızı, tutarlılığınızı ve özgüveninizi yitirirsiniz. Allah’tan korkun, hesabını verebileceğiniz işlere kalkışın, heba olmayın.”
Global sisteminin Müslüman gençliğe el attığını dikkatli takibi ve tecrübesiyle fark ettiğinde “Fazla yük yüklendiğinde sıpa’nın beli kırılır, beli kırılan sıpa artık yük eşeği olmaz, arazide başıboş bırakılıp yiyecek için otlak arayan ama kurtlara av olmaktan kurtulamayan yaban eşeği olur” derken canı yanıyor, misalle can yakarak uyarıyordu.
8. Özkan’ın stratejisinin ikinci aşaması enteresandır. Yakın olduğu çevresini henüz “yük taşımaya” hazır görmediği için olsa gerek kendisiyle sınırlı tuttuğu siyasi kavgası, doğrudan sistemle hesaplaşmasıdır. Sistemle nitelik ve meşruiyet bakımından çatışır, onu aşmaya, başka bir biçimi ortaya koymaya çabalar.
Hep olduğu gibi bu konuda da saklısı gizlisi yoktur. Açık ve nettir. 1960’lı yıllarda başlayan ve ölümüne dek süren yürüttüğü ideolojik çatışması kendisine hapis, işkence, sürgün, sıkı takip, kovuşturma, yıldırma, arkadaş çevresinin boşaltılması vs, her türden baskı olarak geri döndü. Son yıllarda ancak rahat nefes alabildi ama bu defa da sağlığı ve bozulan işleri başını boş bırakmadı. Söylenmeli ki yakın çevresini bu işlerden uzak tutmakta oldukça mahirdir.
Bu bağlamda sıklıkla vurguladığı söylemlerine misal olarak: “Laiklik ve demokratik düzen bu devlete, bu millete yarar sağlamaz. Bu topraklara, bu kültüre yabancı şeylerdir bunlar. Batı etkisinde kalarak çare diye ayakta tutsakta bunlar bize huzur getirmeyecektir, nitekim de getirmediği görülmüştür. Bu sistemden istifade edenler ancak bu sistemin banileri olan Batılılar olacaktır.”
Kendisini “Kemalist ideolojinin ve cumhuriyetin kazanımlarını anlamamak, Arap İslam’ını burada yaymak için seçilmiş bir ajan” olarak suçlayan resmi gayri resmi kişilere, “İslam belli bir ırka ve coğrafyaya has değildir. Evrenseldir. Peygamberi tüm insanlığa gönderilmiştir. Kim ona sarılırsa müreffeh olur, izzet bulup yücelir. Siz İngiliz muhibbi bir adamı ve kurduğu sistemi savunuyor, yüzlerce yıllık İslam düzenini terk etmekle Batı fikriyatının ajanlığını yapıyorsunuz” tarzında cevabını yapıştırıyordu.
Özkan’ın bu bağlamda anlattıklarının boşa çıkması ve insanların resmi söyleme itibarının devam etmesi için Müslümanlara vaziyet eden entelijansiya ve kurumlar devreye sokulmuştu. Hep bir ağızdan onu “kökü dışarda bir ideolojiyi” savunmakla, “karargaha (milli görüş) biat etmemekle”, “başka düşman kalmamış gibi dini kültürü yayan ve yaşatan kurumlarla uğraşmakla” ve “peygamber düşmanlığı” yapmakla töhmet altına sokulacaktır.
“Kökü dışarıda olmak” ithamı o dönemde ‘vatan millet hainliği’, ‘devlet düşmanlığı’ suçunu işlemekti. Bu ithamla onu, bir dönem (64-67) Hizbü-t Tahrir’in Türkiye sorumluluğunu üstlenmesi, hılafet bildirileri dağıtması, şeri anayasa fikrini yayması, Kemalizm aleyhine olması vs nedenlerle kamuoyunda (Arap ajanı imasıyla) ‘yabancıya’ çalıştığını ileri sürüp söylemlerini boşa çıkartmak istiyorlardı.
Milli sınırları ve milli din anlayışını taşan böylesi bir İslam söylemine tahammül edilemediği için el altından medya, tarikat liderleri, parti teşkilatları, müftü ve vaizler eliyle İngiliz ve İsrail’den mali destek aldığı dahi yayılıyordu. 80’lerin sonunda bu suçlama Alman mali desteğine dönüşecektir.
Özkan, bu suçlamalara karşı “İslam bu ülkede en köklü olandır. Kimsenin mülkü değildir. Köksüz olan sizin milli ideolojinizdir. Ben her şeyimle ortadayım, itham edenler kendilerine baksınlar. Kaldı ki İslam hiç bir milletin, hiç bir ülkenin tekelinde değildir, dileyen her milletin ve ülkenin dini olabileceğini, bu dini seçenlerin ve gereğince amel edenlerin sadece izzet ve güç bulacaklarını” söylüyor, “devlete değil laik Kemalist düzene ve din istismarcılarına karşı olduğunu” beyan ediyordu.
Kendisinin “hiç kimseyi kendisine tabi olmaları için çağırmadığını, kendisinde bir üstünlük olmadığını, Allah’ın kullarını kendisine kul yapmadığını, herkese dinine sahip olmasını tavsiye ettiğini, Kur’an’a ve sünnete dönenlerin kendilerini düzeltirlerse kurtulacaklarını, dünyada ve ahirette tek kurtuluş yolunun sadece bu olduğunu” hep yazıp duyurduğunu bildiriyordu.
9. Özkan’ın stratejisinin üçüncü aşaması fazlasıyla sancılı bir devreye denk düşecektir. Sancı, bir taraftan İslami fikri savrulmanın tavan yapmaya balamasından, diğer taraftan Amerika’nın bölgeye müdahale hazırlıkları yapmasından kaynaklanmaktadır. Şu halde ara geçiş olarak bu devreye bir göz atmalı.
Gelişmeleri dikkatle takip edenler için 90’lı yıllara geçişte Türkiye’de enteresan gelişmeler oluyordu. Amerika, 70’lerde başlattığı araştırmaları ve stratejik çalışmaları ışığında yeni planlarını bölgede devreye sokuyor, oyununu İslamcılar üzerinden oynamayı planlıyordu. Bölge tarihi ve kültürel iklimi de zaten başkasına müsait değildi.
1991 ilk körfez savaşı bu planın ilk somut işaret fişeği oldu. Neler olduysa oldu kimi devşirmelerde farklı sesler duyulmaya başladı. Evrensel insan hakları savunuculuğu ve mazlum halkların destekçiliği döneme damga vuran girişimlerdi.  Türkiye’de düne kadar dışlanmışlık, horlanmışlık, imkansızlık, artık önleri açılan, şöhrete kavuşturulan, sosyo kültürel, ekonomik ve politik alanlarda iyi imkanlara kavuşturulan kimileri için gerilerde kalmıştı. Yeni dünya düzeni kuruluyordu, demokratik özgürlükler genişliyordu. O halde sıra “bize” gelmişti.
Amerika, Türkiye’de 60 ihtilali ile siyasi nüfuzunu pekiştirmiş, Nato vasıtasıyla ordu içinde bir cunta ile askeriyeyi denetimine almış, devlet planlama teşkilatı kurarak ticaretin ve sanayinin kontrolünü ele geçirmişti. 24 ocak 1980 kararlarıyla devletçi planlamacı ekonomiye son verilmiş, özelleştirmeci liberal ekonomik sisteme dahil olunmuştu.
Giderek Kemalist direniş odakları geriletilmiş, politik ve fikri muhalefetin önü açılmış, CHP dışındaki siyasi partilere verilen ideolojik ve stratejik destekle politik hayatın kontrolü de sağlanmıştı. Daha evvelinde merkeze uzak tutulan sağcı/milliyetçi, dindar/İslamcı, solcu/sosyalist fikriyatı temsil eden partiler, kedilerini yenileyenlere kapısını açmış, bunlar da merkeze alınmaya başlanmıştı.
Amerika’nın Kemalist ideolojiyle, milliyetçi sağcı ulusalcı kadroyla Ortadoğu’da ve bölgede bir iş yapamayacağı belliydi. Bunların ideolojik dili ve öteden beri karşı olageldiği bölge milletleri yeni politikanın bunlar eliyle yürütülmesini imkansız kılmıştı. Şu halde kimlerle birlik olunacağı, kimlerin önlerinin açılacağı belliydi.
90’ların meşhur ‘baş örtülü eğitim yasağı’ suni olarak gerginlik yarattığında bir taraftan Kemalist direncin mukavemeti kırılarak fikirleri değersizleştirilecek, diğer taraftan İslamcının zihinsel yapısıyla oynanıp ‘dini inancı gereği yerine eğitim özgürlüğü adına’ sekülerleşmesi sağlanacaktır. Elbette muhafazakar milliyetçi geniş tabanın sempatisi belli merkeze kaydırılacaktır. “Siyasal İslam’ın iflası” kitabı piyasaya sürüldüğünde her tarafı kuşatan propaganda sinsice yürütülen stratejinin esaslı bir parçası olarak devreye girmiştir.
Artık İslam ümmeti, İslam devrimi, İslam devleti, İslam iktidarı gibi kurucu değerler yerini yeni dini telakkiye devredebilir, demokratik laik sistemle uyuşup meşruiyet sağlanabilirdi. Bu telakki özgürlük, evrensel insan hakları, katılımcı demokrasi, serbest ticaret, seküler ideolojiyi destekleyen “tek kaynak Kur’an’cılık” anlayışıyla muhkemleşti. ‘Hermonotik, tarihselcilik’ yöntemleriyle siyasetten ve toplumsallıktan bağımsız ‘hakikati yeniden keşif’’ hareketi yeni moda dalgası olarak yaygınlaştı.
Peygambersiz din icadı, sosyal hayattan bağımsız iman eşliğinde toptan gelenek, hadis, fıkıh ve tarih karşıtlığı, aklın özgürlüğünü elde etme yarışı bu şartların ürünleri olarak öne çıktı. İslamcı artık bireyselleşebilir, sekülerleşip sivilleşebilir, mazlum halkların yanında yer alabilirdi. Bu hengamede Özkan’ın ölçülü gelenek, dikkatli hadis eleştirisi ‘müşterisini’ kaybedecektir.
Özkan, oyunun büyüklüğünü hissettiğinde ‘Amerikan İslam’ı’ başlığında yazı ve söylemlerle ikaza başladı. İlk somut uyarıyı doğrudan Aydın Menderes nezdinde (erken AKP denemesi olarak okuyunuz) varoluş amacından koparak iktidara hevesli, heveslerini de güce kavuşarak hizmet etme gerekçesiyle örtenlere yapacaktır.
Sıklıkla “sen hala orada mısın”, “dünya değişti görmüyor musun”, “biz diğerlerinden çok daha fazla yetkiniz, neden biz yönetmeyelim”, “hep aynı şeyleri söylüyorsun” tarzında itham ediliyor, sanki “senin yüzünden hiç bir şeye sahip olamadık, yeter artık sus” demeye getiriliyordu.
Uzun yıllara sari Kur’an birikimi nüzul bağlamından ve sürecinden, toplumsal şartlarla kaim siyasi hareket stratejisinden ve tarihsel kökeninden kopunca, sosyal gerçeklikten bağımsız okumanın sekülerleşip sivilleşerek yol değiştirmesi kaçınılmazdı. Artık bu fikir kimilerine soyut ideolojik bir moral kaynağı, kimilerine içsel bir huzur, kimilerine de zihin konforu sağlayabilirdi. İsteyenlerine menfaat, statü hatta şöhret dahi temin edebilirdi.
Bunlar dönemsel olarak etkili olurdu, zayıfları etkilerdi ama kalıcı olmazdı. Doğru da olmazdı. Özkan’a göre bu böyle olmamalı, Kur’an çalışmaları buraya gelmemeliydi.
10. Özkan için artık aklının erdiği, doğru olarak bildiği, elinden de geleceğini sandığı parti kurma faaliyetine sıra gelmişti. Stratejisinin son aşamasıydı bu. Bu yol ve çıkışla bir kaç amacı birlikte gerçekleştireceğini düşünmüştü. Doğru bir teşkilatlanma ile işler toparlanabilir, eni sonu olması gereken kuşatıcı bir şekillenme örneklenebilir, kendinden sonrakiler için dahi olsa olması gereken bir çıkış yolu gösterilebilirdi.
O görüyordu ki Müslümanlardan bazıları ‘avara dişlisi gibi boşa dönecek’, bazıları ‘yaban ellere kapılacak’, çoğu da Amerikan projelerinde ‘heder olacaktı.” Siyasi parti vasıtasıyla bunları da engelleyebileceğini hesapladı.
Daha evvelden hazırladığı parti tüzüğünü ve programını açığa çıkardı. Önce yakın çevresiyle meseleyi görüştü. Sonra Türkiye’den bir çok grubu ayrı ayrı davet etti. Yüzlerce kişiden oluşan kalabalıkları hafta sonlarında açık hava toplantılarıyla misafir etti. Daha az olanları grup grup dergi bürosunda, evinde ağırladı. Bazı yerlere bizzat gitti. Konuyu binlerce insanla müzakere etti.
İşi çok zordu. Zorlu işlerin adamıydı ama bu defa farklıydı. İkna işiydi bu. Anlatabilmenin zorluğunu yaşadı. Herkese yazılı olarak dağıttığı partisinin tüzüğünü ve programını açıkladı. Kur’an’a ve sünnete dayalı bir tüzük olduğunu, sünnete uygun stratejiye dayalı olduğunu izah etti. Buna rağmen mutlakmış gibi, vahiymiş gibi görülmemesini ama üzerinde mutabakat sağlanacak olmasını önemsediğini bildirdi. Ve elbet bu gün bu işin yapılması gerektiğini, bir çıkış olarak lüzum duyduğunu lanse etti.
Bu faaliyeti bir kaç ay sürdü. İstişarelerinin sonucunda gördü ki Müslümanlar bu işe soğuktular. Akıllar almadı böylesi bir girişimi. Beklenmedik bir şey gibi geldi nicesine. Bazıları bu işe kalben yatkındı fakat fiziken ve hal vaziyet olarak hazır olmadıklarını bildirdiler. Bazıları zaman olarak doğru bulmadıklarını söylediler. Bazıları sırf Ercümend Bey başımıza yeni bir iş açacak diye çekingen davrandılar. Bazıları da bunun İslami olmadığını, öteden beri demokratik partilere karşı olan Özkan’ın İslami siyasi bir parti kurarak ne gibi bir işin peşinde olduğunu dile getirdi.
Her grubun, tek tek bazılarının gerekçeleri farklıydı ama netice olarak belli olmuştu ki bu tür bir örgütlenme veya aşama için zihinler, fikirler, tahayyüller hazır değildi.
Buna rağmen kendince olması gerekeni yaptığını ve gösterdiğini düşündü. Meseleyi medya yoluyla kamuoyuna da duyurdu. Bir süre gündemi bu meseleyle kilitledi. Bu sayede birçok büyük gazete ve etkin dergi konuyla alakalı olarak röportajlar yaptı.
Sonra, yeterince kulaklara fısıldandığını, istişare edildiğini, kamuoyunu haberdar ettiğini düşünüp işi geri plana çekti. Bunu da kibarca yazıp izah etti. Kamuoyuna duyurdu…
İşler Allah’ın elindedir. O dilemedikçe bir şey olmaz. Kul didinir, ister ama gaybı bilen ve başarıyı verecek olan sadece Allah’tır. Bizim bilmediklerimiz de bilendir. Nede hayır var nede şer, biz bilmeyiz o bilir. Biz, onun bize şöyle yapın, böyle yapın dediğine riayet eder, elimizden geleni yaparız. Sonra ondan isteriz. Kulluğumuz buraya kadardır. Amennâ ve saddaknâ…
Bu dünyadan bir Ercümend Özkan geldi geçti. Fikirleriyle, stratejisine uygun yazıp söyledikleri ve yapıp ettikleriyle. Bu uğurda gösterdiği çabası ve mücadele biçimiyle. Sivil ve seküler olanlar kadar sistemle, sistem sahipleriyle yaptığı kavgasıyla. Dini asliyetinden kopartıp bozan dindar çevrelerle. Aklının erdiğini, elinden geleni ardına koymadan. O da göçtü bu dünyadan.
Netice İtibariyle
11. Aradan 20 küsur yıl geçti. İlahi tecelliye bakın ki, geçmişte Ercümend Özkan’a tüzüğü ve programı itibarıyla İslami olan bir parti kuracağı için karşı çıkanlar, destek olmayanlar, şimdilerde ya doğrudan ya da dolaylı olarak demokratik ve laik bir partiyi ya destekliyor. Ya bizzat içinde faaliyet gösteriyor. Kimileri de onun rüzgarına yelken açmış umuda(!) yolculuk yapıyor.
Tüzüğü ve programıyla, kapitalist serbest pazar ekonomisine, demokratik siyasi bir düzene, laik hukuk sistemine, sivil örgütlenme biçimine yani müşrik ‘dünya sistemine’ evet diyen bu parti İslam’ı getirecek, İslam’a hizmet edecek! Ne kötü onun sayesinde bazı kazanımlar elde ettiğini düşünenler suç ortağı oldukları bir yana, kazanımları karşılığında dinlerinden neler verdiklerini olsun düşünecek durumda dahi değiller!
Ne gariptir, ömrünü Kur’an okuyarak geçiren, Kur’an’ı ‘anlamadan’ bir şey olmaz deyip duran, bu haliyle bireyselleştiğini dahi fark edemeden habirem gizemli ayet anlamı yarıştıranlar, her nedense kavimler ve uluslar üstü “bir Müslüman millet” olmanın şuuruna erip teşkilatlanma aşamasına ya gelemediler ya da bu işin imanla ve Kur’an’la bağını bir türlü kuramadılar! Buna karşın “sivil” ve “seküler” toplum ve siyaset yapısını orasından burasından pekala İslamlaştırabildiler!
Ne hikmettir, İslam’ın, dinin, tevhidin, imanî unsurlarla toplumsal hayatın bütünleştirilmesi olduğu, Rabbü-l Alemi’n her alana karıştığı bir türlü öğrenilemedi! Kıldığı namazın her rekatında ‘gazaba uğrayanlardan ve sapanlardan’ olmamayı, bunların yolundan gitmemeyi Allah’a söz vererek tekrar edenler, seküler ve sivil hayatta hiç sıkıntı duymadan yaşarken öğrendikleriyle olsun hallerini düzetmek yerine ‘Kur’an eğitimi çalışmalarına’ devam edebiliyorlar!
Peygambersiz bir din icat edenler, Kur’an’ın yer yer övdüğü sahabenin izzetli ve şerefli birer mümin ve Müslim olmasının, Peygamberin kendilerini etkileyip kalplerine nüfuz etmelerine borçlu olmadıklarını bilmiyorlar. Sahabe bu sayede sahabe olmadı. Onlar, Peygamberliğini tasdik ettikleri elçinin sözlerine kulak vererek, yaptıklarını taklit ederek, kendilerini ona bakıp düzelterek Allah’ın övdüğü salihler oldular.
Ne diyelim, alameti farikası dininizi ‘Kur’an ve sünnetten öğrenin, kendinizi buna göre düzeltin, çevrenizde olup bitenlere dikkat kesilin, dininizi ve kendinizi ciddiye alın, sorguya çekileceğiniz din budur, imanınızı, itikadınızı gözünüz gibi koruyun, salih amel olmadan iman olmaz’ diyenleri çokça özleyeceğiz. Leşlere itibar yerine incileri arayan salihlere selam ola.
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir