Mustafa Koç'un Ölüm Yıldönümü Vesilesiyle

Mustafa Koç'un Ölüm Yıldönümü Vesilesiyle

 

Bizim ülkede toplumsal ve siyasal alanı kurgulayan ve işleten demokrasi, anayasa, sözleşmeli toplum, parlamento, halk iradesi, iktidar, hükümet gibi en temel kurumlarda olduğu gibi eğitimde, ekonomide, sosyal yapıda, kentleşmede vs olup biten her şey şaka gibidir. Adı olupta kendileri olmayan şeyler gibi.

Dünyada demokratik siyasal rejimleri, modern devlet biçimlerini kuran sınıf burjuvadır. Burjuva sınıfı kendilerinden önceki krallık ve aristokratik temele dayalı yönetici grubunu alaşağı edip onların yerlerine iktidara geçerken, toprağa bağlı köylüyü kente getirip işçi yapmış, orta ölçekli imalat ve sanatı yok edip endüstriyel üretime geçmiş, sınırlar ve kavimlerüstü Hıristiyanlığı protestanlaştırıp millileştirmişti.

Modern toplum klasik toplumların yerine oluşmuş toplumdur, o sebeple modern toplumların banisi olan burjuvazi, devletten bağımsız bir güçtür, güçler dengesinde (devlet-ordu-kilise-işçi/yurttaş) en üstün güçtür. Modern devleti kendisi oluşturduğu için devletin kurumları onun kendi yararına kurduğu sistemi korur. O sebeple üretimde, ticarette ve finansta tekeldir, pazarın hakimidir. Bu gücüne dayanarak, demokrasilerde halk/seçmen yapacağı köylüye bedevaya dağıttığı toprak rüşvetiyle aristokrasiyi yıkmış, bu gücünü ve geleceğini teminat altına almak için yeni modern devleti biçimlendirmiş, anayasayı yapmış, seçimli parlamenter sistemi getirmiş, orduları modernleştirmiş, ekümenik/ümmetçi dini ulusallaştırmıştı.

Demokrasilerde toplumsal sosyal yapı kategorik olarak “mülk sahipleri ve mülksüzler” olarak iki tabakadır. Mülk sahipleri oyunun kurallarını belirleyenler, mülksüzlerse o oyunu oynayanlardır. Her ne kadar devletin toplumsal sınıflar arasında “hakem” veya “uzlaştırıcı” olduğu söylense, “çoğulculuk” (sosyal gruplar arasında denge gütme) propagandasıyla da bunun böyle olduğuna herkesi ikna etseler de, gerçek öyle değildir. Görece özgürlüğüyle devlet, milli/ulusal burjuvanın kurduğu sistem çerçevesinde politika üreten bir mekanizmadan öteye geçemedi.

Burjuvanın önceki yönetici sınıftan bağımsız ve ayrı bir sosyal tabaka olarak gelişip güçlenerek devletten bağımsız olmasının iyi anlaşılması gerekiyor. Modern devletin ve toplumların şekillenişinde bu belirleyici bir unsurdur çünkü. Milliyetçilik, liberallik, dindarlık (bizim ülkede İslamcılık), ulusalcılık, küreselcilik bu çerçevede bir anlam ifade eder, burada kendince bir yer kaplar çünkü.

Hollanda, İngiltere, Belçika, İsveç, Amerika gibi Anglo-sakson ülkelerinde demokratik modern devleti, eski devletten bağımsız burjuva sınıfı kurduğu için uluslaşma süreci erken başlamış, sınırları en geniş çerçevede “özgürlük” alanları tanınmış, toplumsal olarak ulaştıkları yüksek gelir seviyesini sosyo kültürel ve ekonomik alanlardaki paylaşımda daha adil olmuş, kişi başına düşen pay olarak daha yüksek gelirli toplumlar olmuşlardır. Sosyal sınıflar arasındaki uzlaşı kültürü de modern temelde çok fazla gelişmiştir.

Fransa(!), İtalya, Almanya, Rusya (başka bir tarihsel süreçten gelse de bunları takip edenTürkiye) gibi ülkelerde eski devletten bağımsız burjuva sınıfı gelişmemişti. Buralardaki eski aristokrat sınıfı (biz de devletin askeri bürokrasisi, işbirlikçi ayan sınıfı ve modern eğitim almış aydınları) demokrasiyi kurmuştur. Bu sebeple bu ülkelerde devlet militaristtir. Uluslaşma süreci gecikmeli ve sancılı geçtiği için uzlaşma kültürü gelişmemiş, bürokratik hegemonya belirleyici olmuştur. Toplumsal yapı dile, tarihe, dine dayalı milli kültürel kimlik bazında oluşturulduğu için uzlaşma kültürü yerine sosyo ekonomik ve siyasi kriz zamanlarında milliyetçi unsurların tavan yaptığı dayatmacı sosyal biçime dönüşmüştür…

Koç ailesi ya da kendisinin oluşturup geliştirdiği Tüsiad üyeleri Türkiye’de burjuvayı temsil eder. Üretimde, ticarette, pazarda ve finansta liderdirler. Müsiad ya da Anadolu sermayesi denen diğer küçük burjuva grubu ise henüz gelişimini tamamlamadığı için bunların ya bayileri, ya tedarikçileri, ya orta ölçekte takipçileri, yahutta müttefikleridir.

Türkiye’de modern devleti biçimlendiren, demokrasiyi kuran güç burjuva sınıfı olmadığı için devletten bağımsız ayrı bir güç karekterine bürünemedi. Devlet yerine halka dayanamadı. Son iki yüz yıldır devlet eliyle milli burjuva üretmek için gösterilen onca çabaya ve desteğe rağmen bu sınıf devletten bağımsız bir sınıf olamamıştır. Kendi çıkarlarını ve varlığını her daim devlete ve hükümetlere bağlı kıldıkları için de besleme bir sınıf olarak kalmıştır. Bu sebeple bu ülkede ne demokrasi yerleşmiş, ne özgürlük alanları gelişmiş, ne de parlamenter sistem halk yararına vazife görmüştür.

Köylü milletinin 50’lerle başlayan ve halen devam eden göçleri nedeniyle kentlere yığılan kitlenin bir işçi sınıfı bilincinde modern toplumun ve demokrasinin ikinci ayağını oluşturamadığı gibi, var olan potansiyel de devlet eliyle kurulan sendikalar aracılığıyla devlete muti militarist bir alt grubu yapısal olarak beslemiştir.

Tanzimattan bu yana devlet eliyle, yukardan aşağıya doğru buyurgan biçimde yapılan reform yapma geleneği hala aynı karekterde devam etmektedir. Her seferinde devlet kurtarılması gerekendir. Milli seferberlik zamanıdır. Birlik ve bütünlük zamanıdır. Bunun son örneği, bu günlerde anayasa maddelerinin değiştirilmesinde görülmektedir. Bu gelişme halkın iradesini temsil ettiği söylenen parlamentonun bu ülkede gerçekte demokrasiyi ve özgürlükleri değil yerleşik militarizmi ve onu temsil eden iktidar yapısını ve iktidarın seçkin sınıfını temsil ettiğinin son örneğidir.

Tanzimattan beri halkın bu işlerde bir dahli, katkısı veya mücadelesiyle zorlaması olmadığı için en son yukarlardan yapılan değişikliklerde de önüne getirileni onaylamak dışında bir rolü olmayacaktır. İşçi, emekçi, yoksul ve mahrum grubun (mahrumiyet iktidara göre değişiyor) militarist aidiyetine yönelik ideolojik göndermelerle zaten tarihsel kökeni olan sosyal kamplaşma, yenilenen kamplarla yukardakilerin işini kolaylaştırmaktan öte geçmeyecektir.

Demokrasiden, özgürlüklerden bahsedilecekse şayet, bu ülkede militarist bürokrasiye, milliyetçi toplumsal yapıya, iktidar sınıfının hegemonyasına ve iktidarların koruyup kolladığı grupsal imtiyazlara karşı sosyo kültürel, siyasi ve iktisadi paylaşımı daha eşit şartlarda paylaşıma döndürecek olan tek bir güçten bahsedilebilirdi, Burjuva. Devlete karşı bağımsız olması gereken, gücünü halktan yana kullanması gereken burjuva. Ne yazık ki ülkemizin burjuvası bağımsız değil. Hala devlet ve iktidar beslemesi. Nitekim son anayasa tartışmalarında taraf olamadıysa iktidarın gazabından çekindiği, sermayesini kaybetme korkusu taşıdığı içindir.

Koç grubunun bu işte öncülük etmesi, direnmesi, mücadelede başı çekmesi beklenirdi. Siyasal baskılardan, demokratik kısıtlamalardan, sosyo ekonomik mahrumiyetlerden kurtulmanın, kendilerinin çıkarlarının olduğu kadar ülkenin ve tüm toplumun yararına da olacak özgürlüklerden yana olması, bunu sergilemesi gerekirdi. Olmadı. Askeri ihtilaller döneminde olmadığı gibi ne yazık ki yine olmadı.

Nasıl CHP (CHP’nin “H’si” güya halk) bu ülkede militarizmin, bürokratik dayatmacılığın, iktidar seçkinciliğinin, yasakçılığın, zoraki modernleştirmeciliğin ve halka rağmenciliğin siyasi temsilcisi olduysa, kendisinden sonra kurulan tüm partilerin de aynı karekteri sürdürmesinde doğurgan bir anaç ve örnek oldu. Ne yazık ki böyle oldu. Aynı şekilde nasıl ki Koç grubu da besleme burjuva karekteriyle, iktidarlara bağlı büyüyen ve çıkarcı sermayeyi temsil eden karekteri temsil ettiyse, kendisinden sonrakiler için, kendisini takip ve taklit eden tüm şirketler ve sermaye grupları için de aynı şekilde doğurgan bir anaç, kötü bir örnek olmuştur. Ne yazık ki böyle olmuştur…

Demokrasiden, toplumsal sözleşme temelli anayasadan, parlamenter sistemden, halk iradesinden, özgürlüklerden bahsedilecekse, bu “hakların” kazanılarak elde edilmiş olmasından, kazanmak ve korumak için mücadele eden toplumsal taraflarından da bahsedilmelidir. Modern toplumsal yapı gereği burjuva sınıfı gibi, emekçi, yoksul ve mahrum sınıfı gibi taraflardan. Oysa bizde bu işler böyle olmadığı, bu haklar yukardan verildiği içindir ki, verenler o hakları veya bir kısmını geri aldığında itiraz edecekler de yoktur.

Şimdi siyasi mücadele denen şey devleti ve resmi ideolojiyi üstün tutan “merkezin/devletin” partileri eliyle yapılıyorsa, ekonomik olarak güçlü bir sınıf olarak burjuva ortada yoksa, demokrasiyi, özgürlükleri kim savunacak ya da koruyacaktır? Asker mi, halk mı? Garabete bakar mısınız!…

Bu konunun bir de Müslümanlıkla ilgili tarafı vardır ama modern çağlar boyunca din “sivil” ve “seküler” telakki ile anlaşıldığı için toplumsal yapının ve siyasi teşkilatlanmanın bizatihi kendisi ve yapısı ile ilgili burada şimdilik bahis konusu olmadı. Bunun dahi anlaşılabilmesi için dinin “milli kimliğin” nesi olduğuyla ilgili bir kavrayışın söz konusu olması gerekiyor elbet!

Bilmem hatırlayan kaldı mı Ziya Gökalp’i. Gökalp’in, ilkin Osmanlıcı, sonra Millici, en sonunda Türkçü olmak üzere üç hali vardı. En sonunda söylediği bir söz var ki oldukça önemlidir: “Çanakkale’de ve milli mücadelede Müslümanlar “din-i mübin-i İslam için”, Türkçüler “Türk yurdu için” cepheye gittiler. İstiklal marşı yazıldı bu ülkede. Sonra cumhuriyet kuruldu. Gele geldiğimiz yere bakar mısınız!

Fakat bu vesileyle hatırlatmalı ki kendilerini kavimler ve uluslar üstü bir yapılanmayla bir İslam milletinin mensubu sayanlar, hiç olmazsa akaid düzeyinde olsun, bu modern toplumsal yapıda, bu modern siyasi teşkilatlanmada kendilerinin ne ifade ettiğini, nerede konumlandırdıklarını düşünmeleri gerekiyor. İlk elde bunun tespiti önemlidir. Bu sebeple bu konuları bu vesileyle olsun düşünmek ve anlamak gerekir. Şayet sosyal, siyasal, iktisadi ve kültürel toplumsal hayatı itikadi unsurlar belirleyecekse, şayet imani bütünlükle toplumsal hayatın bütünlüğünü İslam’i inanç düzenleyecekse, şayet iman ile salih amel bir bütün ise.

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir