Şeriat

Şeriat

1.Bu ülkede şeriat genel manada yanlış anlaşılan bir inanç ve uygulama biçimi olarak tanındı. Daha çok üç beş suç ve onların karşılığı fiziki cezadan müteşekkil bir din olarak bilindi. Özellikle sınırlı bir kaç suça karşılık fiziki olarak, vücuda uygulanan cazalarla ilgili bir kaç kanun dizisi olarak anlaşıldı. Bu eksik veya kasıtlı olanlar için küllü yanlış bir kabuldür.
2.Şeriat herşeyden evvel din olarak İsamı, İslamdan kaynaklı bir fıkıh/hukuk sistemini, toplumsal ve siyasal bir düzenlemeyi ifade eder, böylesi bir sosyal düzenin temel dayanağını oluşturur. Müslüman bir toplumsal yapının kurucu kaideleri, değerleri sisteminin özünü kapsar. Bu nedenle kendine has bir yönetimdir, muhtevası, biçimi ve adalet örgüsüyle kendine has bir değerler sistemidir. Canlıdır. Dinamiktir. Kendi asıllarından hareketle kendini yenileyerek yoluna devam eder. Bu özelliği dolayısıyla karşıtlarıyla kıyaslandığında stabil, dogmatik bir anayasa veya yazılı kanunlar dizisi değildir. Geçmişte de böyle uygulanmadı zaten. Bu sebepledir ki şeriatta dünyevi cezası bildirilmiş suç sayısı (iftira, zina, hırsızlık, içki gibi) çok azdır.
Bu gün İngiltere’de yazılı bir anayasa olmayıp tarihten gelen teamülleşmiş kaideler ve oturmuş gelenekler üzerine yapılan yeni yeni yorumlar ve tüzüklerle yönetilen bir toplum ve yöneticilik söz konusudur. Amerikan anayasa maddeleri de sayısı sadece eyaletler arası temel bir kaç anlaşma maddelerinden ibarettir ama federal devletin/merkezi hükümetin yayınladığı ve sürekli yenilenen binlerce idari düzenlemelerle yönetilen toplum söz konusudur. Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının ve sosyo iktisadi paylaşımın görece daha iyi olması, bu iki ülkede kendi içinde bir hukuk devleti olmasının en iyi örnekleridir.
3.Şeri kurallardan maksat idari, yönetimsel ve toplumsal düzenlemelerin amaç ve şekil olarak hep birlikte kitaba, sünnete göre nasıl olması gerektiğini belirlemektir. Bu belirli esaslar dışında sabitlenebilir kanunlar dizisi yapmak değildir. Tersine sabitlere bağlı kalarak bütün yenilikleri ve değişimleri yönetmek veya gelişmeler karşısında ön almaktır. Buna teşrri faaliyeti deniyor. Yasa yapma, yasaları yazılı hale getirme, bu yaslara bağlı kalarak yönetme faaliyeti ile “teşri” faaliyetinde bulunmak aynı şey değildir bu sebeple. Mevcut durumu ve geleceği öngörülebilir kılmak, değişimleri karşılamak, yeni düzenlemeler yapmak, şeriatın temel niteliğidir. Dolayısıyla insanlar her ne yaparsa yapsın işlerinin, tasarruflarının, akitlerinin, sözleşmelerinin, girişimlerinin, mülkiyet ilişkilerinin, mirasının, vasiyetlerinin, taahhütlerinin, suçlarının, günahlarının, mağduriyetlerinin vs hem bu dünyada hem de ahirette nasıl ve neyle sonuçlanacağını açıkça bilinir. Çünkü şeri hukuk sistemi toplumsal olsun siyasal olsun bütün ilişkileri akit, sözleşme ve ahlak temeline oturtur. İnsanların iradi beyanını esas alır. Liderliğin değişmesiyle veya savaş ve barış halinde dahi değişen bir şey olmaz çünkü aslolan şeri hukuk sisteminin egemenliği, şeriatın kendisi ve muradıdır. Çünkü bu temel irade insanların, çağların, şartların ve toplumların dışında ve üstünde bir şeydir.
Şeriatın bir inanç ve hukuk sistemi olarak belirli bir mekanda ve zamanda gelmesi başka bir şey, o mekan ve zamanın dışında olması, gelişi ve kaynağı itibarıyla bu unsurlardan ve insanlardan bağımsız olması sebebiyle başka bir şeydir. Her çağda yaşayan nesillerin temel esaslara dayanarak değişen zaman ve şartlarda bunu sürekli kılması zaten toplumun bizatihi görevi, onlar adına içlerinden seçkin, dürüst, soylu, yetkin olanların ve özerk ilim ehlinin sorumluluğudur. Böylesi bir düzeni bozarsa liderler değil liderleri bu hukuka uymadığı için düzeltmeyen, gerektiğinde azletmeyen, emri-bil maruf nehyi anil-münker yükümlülüğünü yerine getirmeyen toplumun kendisi ve içlerindeki seçkinler bozar.
4.Şeriat, son defa yeryüzüne geldiğinde nüfusun az, suçların sayılı, cezaların fiziksel olarak uygulandığı, yönetimin de kolay olduğu çağda, çağdaşı bütün düzenlerden, mekandan ve toplumdan bağımsız çok başka bir düzenleme getirmiştir. Tabilerinin devlet ve imparatorluk kurduğu sonraki dönemlerde, çok farklı inanç, kültür, dil ve toprakta mukim insanlardan müteşekkil karışık toplumları yüzyıllar boyunca yönetmiş, ilk günkü doktriner temelde fıkıh sistemi geliştirilmiş, buna dayalı ürettikleri kurallarla toplumsal düzeni başarıyla sürdürmüş, kendine has idari ve yönetsel bir düzen kurmuştur.
5.Bu sebeple, şeri olmak, şeriata dayanmak kaydıyla idari düzenlemelerin önü alabildiğine açıktır. İcma ve içtihat bu sebeple rahmettir. Teşrii faaliyeti bu sebeple yazılı maddelere dökülüp sabitlenmez.
6.Bizim milletin diline dolayıp reddine, savunanını acze götüren sayılı bir kaç fiziki cezadan hareketle hakkında söylenenler şeriatı ifade etmez, sınırlamalarıyla sınırlanmaz.
7.Fazlasıyla dile dolanan örneklerden söz gelimi zina suçu, kendileri dürüst/adil olan dört şahidin birbirinden haberdar olmaksızın aynı anda bizzat o olayı gözlediğini, sonuna kadar fiili tanıklık ettiklerini bildirmesiyle delillendirilebiliyor. (Bu nasıl olacaksa!) Bu denli kanıtı zor ispat istenmesi, insana verilen bir ahlak ölçüsüdür. İtirafa gelince, Hz. Peygamber böylesi bir durumda ‘Git Allah’dan af dile’ diye nasihat etmiş ve itirafçıyı geriye göndermiştir. Benzer durumda olan ve fiziki ceza gerektiren hırsızlık, iftira suçu da benzer şekilde kanıt derecesi yüksek deliller isteyen suçlardır.
Miras meselesi çok daha farklı bir bağlamı ifade eder öncelikle. Bir islam toplumunda sosyal hayatın gereği olarak geçerli olan miras hukuku, farklı bir sosyal hayat bağlamında elbette anlamsızlaşır, absürt bir uygulama olarak görülür. Bu konuda kısaca söylenmesi gereken husus şudur, Bir islam toplumunda bir kadına ölene kadar bakmak ve onu gözetmekle ilgili olarak üç erkek sorumlu tutulmuştur: “Kadının babası, oğlu ve kardeşi.” Dikkat edilirse burada kadının kocası yoktur. Koca, nikahlı/akitli ilişki kurduğu için bu akit bozulabilir yahut gün olur hal vaziyet bozulabilir. Ama diğer erkeklerin sorumluluğu ölene kadar devam eder.
8.Bu gibi sayılı bir kaç suç tanımı ve uygulanan fiziki cezalar, ispatı çok zor olan yüksek dereceli kanıt isteyen suçlardır. İnsanlar bu gibi işlerlerden uzaklaştırılmak istenmektedir. Oysa bunlardan geriye kalan dünya kadar hukuki, fiili, pratik eylemler ve suçlar vardır. Bu gibi düzenlemeler, şeri asıllara, hukuk sistemine dayanmak, kitap ve sünnetten onay almak kaydıyla toplumsal hayatın ihtiyacını karşılamak için idarenin/yönetimin tasarrufunda, ilim ehlinin içtihatlarında, ileri gelenlerin icmasındadır. Yöneticiler raşit halifeler gibiyse de, şartlara göre sultan halifeler gibiyse de, ümmet elindeki hak ve denetim görevlerini yerine getirmek zorunda, sorumluluklarını üstlenmek zorundadır. Bu durum varsa yönetim kadememsinin zorbalığına, insanların fesada uğramasına yol verilmez.
Hani şeriat kula kulluk diyor ya, burada despota, zorbaya, monarka kulluğu yani ilahi hukuk sistemi dışında başka bir hukuk sistemiyle yönetenleri olduğu kadar, başka ölçü ve değerlerle hareket edenleri de tarif ediyor. Bunlara kulluk nasıl bir şeydir o halde, genelde kendileri Allah’a itaat etmeyenlerin, bunlar yöneticiler olsa dahi, bu sebeple zalim oldukları için sözlerine, emirlerine itaat etmemek demektir. Allaha kulluk edenler, haktan ve adaletten gayri hiç bir şeye dikkat etmedikleri, en yüksek ahlaki değerleri taşıdıkları için sadece Allah’ın sözlerine itaat edenlerdir. Bunlar hak etmedikleri hiç bir şeye, haksız yere başkalarının haklarına, mal ve canlarına el uzatmazlar. Hakikat bu. Buna rağmen bir yerde zorbalık gelip çatmışsa, suç sadece yöneticinin değil ondan çok daha fazla nefislerine zulmeden ümmetin, ümmetin ileri gelenlerinin ve dünyaya meyleden alimlerindir. Hak edilen başa gelmiştir. Sızlanmaya, suçu ona buna veya Batılılara atmaya hiç gerek yoktur.
9.Şu halde lehte ve aleyhte şeriatı konuşacak olanlar, karşı çıkacak veya savunacak olanlar özü ve esası itibariyle şeriatın bir din olduğu kadar aynı zamanda bir hukuk/fıkıh sistemi, siyasi iktisadi toplumsal bir model, iman temelli toplumsal bir örgütlenme biçimi olduğunu da bilecekler. Örgütlenme biçimi halk, ulus, “millet” olarak tanımlanmıyor çünkü Müslüman ümmetin teşkilatlanmasında aidiyet ya da toplumsal birlik ve bütünlük soya, kana, dile, tarihe, kültüre, toprağa dayanmıyor, bu ilkelere gönderme yapmıyor.
Bir Müslüman milleti ümmet yapan ve nitelik olarak belirleyen en temelde iki unsur vardır: İman ortaklığı ve bu temelde birlik olmak. Belde, toprak, dil vs unsurlar bu toplumun yardımcı unsurlardır. Belirleyici değildirler. İslam cemaati, İslam milleti, İslam ümmeti dendiğinde aidiyet ortak imana, toplumsal birlik ve bütünlüğün iman temelli birlikteliğine dolayısıyla dünyevi hayatı bu temelde tanzim etmeye gönderme yapmaktır. Bunun sosyal hayatta varlık şartı içlerinden veya kendilerinden birini yönetici seçmeye, yöneticicinin toplumsal sistemi ve yönetim kademesini şeri temelde teşkilatlandırmasıyla alakalıdır. Bunun nasıl olması gerektiği zaten son peygamber tarafından gösterilmiş, onun uygulamasıyla örneklendirilmiştir. Dolayısıyla bunlar dünyadaki bütün işlerini şeri fıkıh sistemine göre yaparlar.
Çağımızda bunun aksi bir durum söz konusudur. İman, imani unsurlar içselleşmiş, vicdani alana ait kılınmış, kişisel ahlaka ve erdeme hasredilmiş, dolayısıyla imani unsurların toplumsal alanla bağı kopartılmıştır. Yani iman dışarıya, kamusal alana, iktisadi, hukuki, siyasi ve sosyal alana karışmıyor. İkisi arasında bir bağ yoktur. Oysa böylesi bir teolojik kabul Hıristiyanlıktır. İslam’da iman ile amel bir bütündür, birbirinden kopuk değildir. Amel, insanın toplumsal alandaki bütün eylemleridir. Amelin salih olmasıysa iman bağıyla alakalıdır.

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir