Ne Olacak Bu Memleketin hali!       

Ne Olacak Bu Memleketin hali!       

 
 
NEREDEN GELİYORUZ

  1. Yüzyıldan başlayıp 18. Yüzyılda kurumlaşan, 19 yüzyılda yayılmacı politikalarla dünyayı istila eden, ülkeleri ve kaynakları soyup soğana çeviren sanayileşmiş Batı, teknik, askeri ve siyasi gücü, kapitalist ekonomik yapısı, demokratik siyasi ideolojisi, laik hukuk ve sivil toplum anlayışıyla dünyada hükümranlık sağladı, bilinenlerin dışında başka bir dünya düzeni kurdu.

 
İngiltere ile modelleşen endüstriyel toplum yapısı, klasik dünya toplumu ve sisteminden yeni ama başka bir aşamaya geçerken ulus devlet kurarak ulus bütünlüğünü sağladı, sınırları belli ulusal vatanı belirledi. Bir önceki devrede krallara, saraylara bağlı olan ordu sistemini bu aşamada devlete bağlı, parlamenter yapıya sadık hale getirdi, aristokrat sınıfın tekelinde bulunan subaylık mesleğini de halk içinden gelen ve subay eğitimi gören modern bir yapıya dönüştürdü.
 

  1. Yüzyıl sonlarında diyelim Hollanda, Belçika, Fransa, İngiltere ve Amerika’ya göre henüz endüstriyel aşamaya, ulus toplum ve ulusal sınırlarını birleştirmiş ülke konumuna geçmekte geç kalmış olan Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkeler, 20. Yüzyıla girerken o aşamaya geçtiklerinde ucuz emek, hammadde ve pazar konusunda kendilerinin de istila edeceği dişe dokunur ülke kalmadığını görmüşlerdi. O sebeple en yakın rakiplerine ve en uygun ülkelere saldırmayı uygun buldular. İki dünya savaşının gerçek sebeplerinin bu sebeplere dayandığı söylenmelidir. Bu ülkeler iki savaş arasında Faşist, Nasyonalist, Rusya’da gerçekleşen Sovyet ihtilalinin de buraya katarsak Stalinist tarzda siyasal rejimler kurmuşlar, militarist nitelikli endüstriyel toplumsal bir yapı inşa etmişlerdi.

 
İkinci dünya savaşının açık ara galibi Amerika, ikinci savaş sırasında % 70’ler oranında ekonomik çöküntüye, büyük çapta mali ve yetişkin insan kaybına uğrayan Avrupa ülkelerine kıyasla, kendi ekonomisini 4 kat büyütmüş, mali ve askeri teknoloji bakımdan çok güçlenmişti. O sebeple İngiliz’i Alman’ı, Fransız’ı, Rus’u dahil savaşanları yüksek düzeyde borçlandırmış, gıda ve askeri yardım yapmış, bu konudaki tercihiyle savaşın kaderini kendisi tayin etmişti. Daha ikinci savaş bitmeden Kanada’da yaptığı anlaşmayla doları dünya parası ilan etmiş, Truman doktrini ve Marshall yardımlarıyla Avrupa ekonomisini dolayısıyla Avrupalıların siyasi yapılarını ve geleceklerini de tayin etmişti.
 
NEREYE GELDİK
Amerikan siyasi ve ekonomik yapısı ve ulusal stratejik çıkarı temel olarak, özel girişimciye, serbest ticarete, gümrük birliğine, finans akışına, dolara bağlı mali sisteme dayalıdır. Dolayısıyla gümrük duvarlarıyla korunan milli, korumacı, yerli para ya da altınla işleyen ekonomik yapılara karşıdır. Amerikan sisteminin işlemesi için demokratik bir siyasi düzen, laik bir hukuki yapı, sivillerin egemen olduğu kurumsal bir devlet modeli gerekir dolayısıyla süreç Amerikan kültürüne, özgürlükçü ve tüketici toplumuna yatkın bir toplumsal düzeni icbar eder. Bu sebepledir ki Marksist bir ekonomik sistem, Faşist ve Nasyonalist bir siyasi (buna krallık rejimlerini de katabiliriz) düzen, militarist bir toplumsal yapı Amerikan düzenine, siyasi ve ekonomik stratejisine yani Amerikan ulusal çıkarlarına uymaz. Amerikan sistemi bu tür düzenlerde, böylesi toplumsal yapılarda işlemez, çalışmaz.
 
Burada Amerikan sistemi derken aslında işin adını dünya sistemi olarak koymak daha doğrudur. İkinci dünya savaşına (aslında bu savaşa Avrupa ve uzak doğu savaşı demek daha uygundur) kadar bu düzeni temsil eden İngiltere ikinci savaşta çökünce, ondan çökmekte olan sistemi devralarak güçlendiren ve devam ettiren Amerika, savaşın bitiminden itibaren bu düzeni güçlendirmiş, yaymış, bölgeleri ve ülkeleri bu düzene uygun hale getirmeye, sistematik entegrasyonu veya senkranizasyonu sağlamaya girişmiştir. Başlarda Batı Avrupa ve Japonya mecburen bu sisteme girmiş, yeni kurulan siyasi hiyerarşiye de teslim olmuştur. Zamanla ve giderek Çin, ardından Sovyetler bu sisteme geçmek zorunda kalmış, yakın zamanlardaysa Doğu Avrupa, Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve ön Asya ülkeleri bu sisteme geçmeye/geçirilmeye başlamıştır.
 
HÜKÜMRAN DÜNYA SİSTEMİ
Bu sistemin esası nedir? Kapitalist ya da serbest ticaret de denilen bu dünya sisteminin özü dünyada, ülkelerde ve insanlar arasındaki ilişkilerde “mali gücün”, “paranın” tek hükümran olması, “sermayenin” dünyada serbestçe dolaşmasıdır. Dünyanın yeni tanrısı denilen “yaratık” budur. Özgürlükler, sivillik, insan hakları, kadın hakları, milli irade, demokrasi, kalkınma, refah toplumu olma vs ilkeler bu iş için geçiş sürecinde kullanılan sostur, elma şekerleridir. Geçiş sürecinde iletişim, ulaşım, üniversal eğitim ve sosyal imkanlar gibi lojistik alt yapılar tamamlandıktan sonra devreye pazarın/marketing sisteminin kuralları, uzmanlar, fon yöneticileri ve ulus üstü kurumlar girer, işlem tamamlanır.
 
Bu sistemin iki saç ayağı vardır: İlki “emeğin ücretle satılacak hale getirilmesi” yani serbest emek/köle pazarının oluşması, ikincisi, hukuk sisteminin ve siyasal rejimlerin değişmesidir.
 
Bu saç ayaklarından ilkinin yerleşmesi için, sisteme henüz girmemiş ya da tam girmemiş ülkelerde daha az borçlu, daha çok kendi kendine yeten ekonomiler söz konusudur. Bu yapılarda parayla satın alınacak, serbest kaldığı için ücretle çalışmak zorunda kalacak yeterli emek bulunmaz.
 

  1. yüzyılda İngiliz burjuvasının fabrikalarında çalıştıracağı “işçi”nin o yıllarda aristokratın toprağına bağlı köylüler olduğu, onların kendine yeter olduğu, dolayısıyla aristokratik yapının veya sınıfının yıkılmadan o köylünün sanayi kentlerine taşınıp “işçiye” dönüşmesi o şartlarda nasıl mümkün değil idiyse, bilahare alavere dalavere ile bu işler nasıl başarıldıysa, aynı şekilde, 20. Yüzyılda sanayileşmemiş diğer kıtalardaki ülkelerde köylerde, kasabalarda, küçük şehirlerde yaşayan, kendi işini yapan ve kendine yeter işlerle uğraşan çiftçi, esnaf, zanaatkar, orta ölçekli imalatçılar grubu ve doktor, mühendis, muhasebeci, eczacı, dişçi, avukat gibi serbest meslek sahiplerinin işleri de kasten bozuldu, bunlar da geçinemez duruma düşürülürdü ve nihayet bunların mecburi istikamette göçlerle büyük kentlere doluşması sağlandı.

 
Yerinden yurdundan, cemaatinden geleneğinden, kendine yeter işinden ve özgürlüğünden kopup gelenler, sanayileşmiş ve ticarette yoğunlaşmış kentlerde yığıldılar. İşte bu süreç sonunda artık geçinmek için emeğini ve bilgisini satmaktan başka yol ve çaresi kalmayanlar olarak, para karşılığı ucuz emek veya işçi potansiyelini oluşturdular. Bizde 1924 İzmir iktisat kongresi, iki savaş arası kesintiden sonra Menderesle başlayıp Özal’la yoluna giren, Erdoğan’la finali oynanan “kentsel dönüşüm” süreci bu bağlamda anlatılanların aşamaları olarak anlaşılmalıdır…
 
Sürecin bir diğer aşaması, aynı zaman aralığında işleyen hukuki yapının ve siyasal rejimlerin değişmesidir. Kapitalist ekonomik sistemin işlemesi için siyasi sistemin ekonomik işleyişe göre dizayn edilmesini, hukuki sisteminde bunu korumasını gerektiriyor. Bu sebeple sivil iradenin hakimiyeti, ulusal seçimli sistemin devamlılığı, laik hukuk yapılanmasının temini sağlanıyor. Bu süreçte ülkelerdeki milli ekonomik değerlerin ve kuruluşların özelleştirilmesi teşvik ediliyor. Serbest ticaret, özel girişimcilik, kalkınma ve teknolojik yenilenme, yatırım ve istihdam adına sermaye için karlı gözüken ne kadar iş kolu, ne kadar hizmet alanı varsa hepsi özel sermayeye devrediliyor. Hantal, verimsiz, emek yoğun, getirisinden çok götürüsü olan alt yapı ve hizmetleriyse, devletlere bırakılıyor…
 
Sonuç: ”Artık yerel paralar güçlü tutularak (dolayısıyla Batı sanayiin ürünleri) iç tüketim canlandırılabilir, faiz oranları düşük tutularak hane halkı ve işletmeler borçlandırılabilir…” Mesele geldi dayandı “para tanrısına!” Para, kendi hükmünü geçerli kılarak devreye giriyor.
 
Bu iki saç ayağı ülkelere yerleşirken ordular dahil militarist ideolojiyi, sosyalist sistemi savunanlar ve dini değerlerle bir sistem yürütmek isteyenler, yönetimden tasfiye ediliyor, yerlerine, yeni değerleri savunanlar, bu konuda en iyi hizmeti sunanlar getiriliyor. Dünya sisteminin iyiliklerini, faydalarını var güçleriyle savunan üniversiteler, aydınlar, medya, sanatçılar, siyasetçiler, ruhbanlar, bu işlerin propagandasını yapıyor, ahaliyi, dünya sistemi lehine zihnen devşiriyor. Tersine konuşanların, hareket edenlerin önleri tıkanıyor, sesleri kesiliyor, çevreleri boşaltılıyor ve yok sayılıyor…
 
 
BİZİ İLGİLENDİRENLER
Bütün bu anlatılanlar bir kurgu bilim değil, film senaryosu da değil, ayniyle vaki dünya gerçeği ve yaşayıp durduğumuz reel politiktir. İnsanların günlük hayatlarını dahi etkileyecek kadar güçlü bir dünya sistemidir. Anlı şanlı serbest pazar ekonomisidir, demokrasidir, laikliktir, sivilliktir, insan hakları ve özgürlükleridir, milli iradedir ve dahi hepsini kuşatıcı adıyla “evrensel değerler”dir. Bu dünya sisteminin/tanrısının buyruklarından seçmeler!
 
Burada akılda kalması gereken husus şudur: Bu sistemde, bu dünyada, bu toplumsallıkta “mali güç”, “para”, “sermaye”, “serbest dolaşım” tek tanrıdır. İnsanlar bu tanrının ne kadar “şeriatı” varsa onlara uymak için sıraya girmişlerdir. Bu tanrı, hükümrandır. Orduları var, istihbaratçıları var. Reel ekonomisi ve finans kaynakları var. Uluslararası şirketleri var. Üniversal bilgi üreten üniversiteleri var. Dünya çapında her şeyi bilen uzmanları var. Uzmanların projeleri var. Tanrının hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığını denetleyen kurumları ve kuruluşları var. Uyanları ödüllendiren, uymayanları cezalandıran uluslararası hukuki dayanakları var. Bu hukukun ardında uygulama gücü var…
 
NEYE DİKKAT ETMELİ
Son günlerde Türkiye’de olup bitenler, bu sebeplerle, dünyada olup bitenlerden ayrı düşünülmemeli. Türkiye, dünyadaki gelişmelerden bağımsız, bu dünyanın dışında bir ülke, başka bir sistem uygulayan ülke olmadığı için Türkiye’nin bir iç meselesi olarak da görülmemeli. Dolayısıyla yazının başlığına dikkat çekerek, Türkiye’nin uzun zamandan beridir bu dünya sistemine entegre olma yolunda epey mesafe kat ettiğini düşünürsek, içerdeki işlerin neden böyle olduğunu ve nereye varılacağını izahta çok zorlanmayız.
 
Önce Türkiye’nin ne ifade ettiğini anlayalım. Bu tespitleri bir yapalım. Sonra da Müslümanlar olarak bu dünyada varlık gerekçemizi hatırlayalım ve her şeye rağmen hala potansiyel olarak var olan bir Müslümanlık, bir Müslümanca düzen ve sosyo ekonomik ve siyasi sistem için şu iki hususu asla unutmamamız gerektiğini hatırlatalım:
 
1-Bizim “Tarihimiz talihimizdir.” Müslümanlar olarak bizler, toplumsal bir meselede ihtilafa düşersek, bir konuda milletçe işimizde ve yolumuzda şaşkınlığa uğrarsak, yanlışın ne olduğunu anlayıp doğruya yönelmek için müracaat edeceğimiz bir tarihimiz olduğunu, bunun Hz. Adem’den beri süregeldiğini bilmeliyiz. Son peygamber Hz. Muhammed’in sünnetini, onun Mekke ve Medine dönemini, Raşit halifeler dönemini şaşmaz referans kaynağı olarak önümüze koymalıyız. Ahirete inanan topluluklar olarak bizim en değer verdiğimiz şey, bizim ahirette neyle karşılaşacağımızın tek garantisi, bu referanslarımızdır. Bu sebeple bizim, bu dünyadan başka dünya tanımayan, ahireti inkar eden kafirlerin yol göstericiliğine de, bilgisine de, tarihine de, referanslarına da ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim aramızdan her kimden yeryüzünün yeni tanrısı çağrışımlı bir ses çıkarsa, bir öneri gelirse bilmeliyiz ki ya aptaldır, ya gaflette ve dalalettedir ya da ödüllendirilmiş bir görevlidir.
 
2- İslam dini sadece iman, sadece ahlak, sadece bilinen ibadetler ve bazı seramoniler değildir. Bu tür bir inanç ve kabul bozulmuş Hıristiyanlık ya da Yahudiliktir. Bu tür bir din anlayışı ve toplumsal sistemi, Müslüman toplumların değil Batılı toplumların tarihi süreçlerinin ürünüdür. Onların dini de, tarihi de, bu günkü halleri de, din işleriyle uğraşanların dünya işine karışmadığı, dünya işleriyle uğraşanların da din işlerine karışmadığı, iki grubun kendi arasında anlaşıp birbirine göz kırptığı bir sosyal düzenin sonucudur. Kendi tercihleridir. Bu düzen, din ve dünya sınıfı liderlerinin kendi arasında yaptığı uzlaşma sonucu insanların aldatıldığı bir düzendir. Bu, bu günkü dünya düzeninin ta kendisidir. Yani kapitalist serbest ticarettir, laikliktir, sivilliktir, sivil iradedir, özgürlüklerdir. Dünya işleridir, siyasetleridir, devlet işleridir, hukuk sistemleridir, ekonomik düzenleridir, örgütlenme biçimleridir, mesleki işleridir, kültür ve sanat faaliyetleridir, borç-alacak ve medeni ilişkileridir.
 
Oysa tevhid dini İslam, Kur’an’ın nazil olmasıyla ikmal edilen bir dindir, inanç unsurlarından başlayarak, ibadetler dahil, ahlak dahil, dünya işlerinin veya toplumsal hayatın tümünde ya vardır ya da yoktur. Bütünsel olarak varsa tevhid, parçalı olarak varsa şirk söz konusudur. Kur’an bu tevhidi anlatır, ayetler bu tevhidi izah eder, insanlara örnekler sunar. Son peygamberin uyguladığı sünneti, Raşit halifelerin o sünnete uygun yaşanmış örnekliği bu tevhidin nasıl toplumsallaştırıldığının referansıdır… Her kim Kur’an okuyarak, ayetler sıralayarak, tefsirler yaparak, hadisler naklederek, peygamberden örnekler vererek, tarihten rivayetler getirerek bu tevhid’den bahsetmiyorsa, bilinmeli ki, o, Allah’ın razı geldiğini bildirdiği İslam’dan bahsetmiyor, Hıristiyanlık veya Yahudilikten bahsediyordur…
 
BÖLGE GERÇEĞİ
Birinci dünya savaşını kaybeden Osmanlı devleti yıkıldı, toprakları parçalandı, ulus devletler halinde birçok devletlere bölündü. Galip devletler yeni kurulan her bir devletin başına kendi çıkarlarını koruyacak hükümetler, iktidarlar koydu. Galiplere en fazla hizmet sunanlar devlet kadrolarında en iyi yerlere getirildiler. Medyada baştacı edildiler. Ekonomide rantlara kavuşturuldular. Şöhrete ve sosyal statüye ulaştırıldılar. Dolayısıyla dünya sistemine entegrasyonda başka bir aşamaya geçildi.
 
Bu mesele, bu realite (kimilerinin pek sevdiği terimle ideal değil reel-politik) iyi anlaşılmalıdır. Bunun paranoya ile, komplo teorisi uydurmasıyla saklanacak, saptırılacak hiç bir yanı yoktur. Kaldı ki bu işler sadece bizde değil, mağlup ülkelerin tümünde aynen uygulandı. Dünya sistemi derken, bu dünyada galiplerden mağluplara kadar siyaseten kurulu bir hiyerarşiden, güçler dengesinden bahsetmiş de oluyoruz dolayısıyla. Meraklıları siyasi tarih okuyarak, yakın dönem dünya ve ülke tarihi okuyarak da bu gerçeklere ulaşabilirler.
 
İkinci dünya savaşından sonra bütün askeri düzenler, militarist toplumsal ideolojiler bir süreç dahilinde tasfiye edildiler. Yeni dünya düzeni denen globalleşme veya küreselleşme aşamasına geçilirken Çin ve Sovyetler, kendilerine bağlı uydu devletlerle birlikte bu sisteme entegre oldular. Olmak zorunda kaldılar. Çünkü bunların ideolojisi de yenik düştü. Bu entegrasyon bütün kurumsal yapısıyla, sistematik tarafıyla bir gecede olmuyor elbette, bazı yerlerde hızla geçilirken bazı yerlerde sancılı dönemler yaşanarak zaman içinde geçiliyor.
 
Amerika’da gösterime giren 11 Eylül 2001 saldırısından sonraki süreçte Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgaliyle başlayan, ardından Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devam eden siyasi ve askeri operasyonlarla, bu bölge ve ülkelerin dünya sistemine entegre edilmeleri süreci, kalınan yerden tekrar başlatıldı. Bu işler standart politikalar ve bilindik modellerle yürütülüyor.
 
Bu bölgenin ve ülkelerin 2000’lere kadar “ihmal” edilmesi, onların sahip oldukları nüfus, gelir, alım gücü ve tüketim potansiyellerinin ilk elde cazip olmaması dolayısıyla, önceliğin sistematik entegrasyona değil, başlarında kendilerine bağlı liderlerle işlerin yürütülmesine verilmesi sebebiyledir. Bu sebepler, ülkelerin ya bizzat enerji rezervlerinin topraklarında olması nedeniyle rezervlerin kontrolünün, üretim ve dağıtımın, ya da enerji naklinin yol güzergahında olmaları nedeniyle güvenlik koridorunda olmalarının getirdiği güvenlik sorunlarının çözülmesine verilen önceliklerdir. Çok yakın gelecekte doğalgaz ve özellikle petrolün eski değerini kaybedeceği hatta alternatif kaynaklar karşısında ederinin dahi epey geri sıralara düşeceği belli olunca, bu öncelikler değişti ve artık bu ülkeler kapitalist dünya sistemine entegre edilmeye başlandılar.
 
TÜRKİYE GERÇEĞİ
Türkiye’ye gelince: İkinci dünya savaşına katılmadığı için Lozan antlaşmasıyla belirlenen “Misak-ı Milli” sınırlarından geri çekilerek (Selanik-Bulgaristan-Batı Trakya-Musul-Halep-Lübnan vs den vazgeçirildi, İskenderun sancağı verildi) bu gün bilinen sınırlara sahip kılındı. İki dünya savaşı arasında askeri sistemi temsil eden Kemalist sistemin yaşaması sağlandı. İkinci savaştan sonra Amerikan sistemine, çok partili demokratik rejime geçildi. Bu süreçte Ordu, ordunun görüşü hep iktidardaydı.
 
1946’dan sonra başlayan çok partili süreçten sonra ordu, seçim kazanan sivillerden hoşlanmadı, iktidarını sağlamlaştırmak için çeşitli aralıklarla ihtilal yaptı. Subay yetiştiren eğitim sistemi, kurmay zihniyeti, orduyu, Kemalist ilkelere, cumhuriyet değerlerine, laik demokratik anayasal düzene bağlı kıldı. Bu bağlılık, sistemi korumak ve kollamak görevini tabii olarak üstlenmeyi ve iktidarı elde tutmayı sağladı. 1960 ihtilaliyle ordunun o yapısı değiştirildi. O gün bu gündür ordu içinde globalleşme ve yerlilik ve bölgecilik konusunda fikri farklılık oluştu. Globalleşme tarafı ağır bassa da bu gün dahil ordunun genel fikrinde, ideolojisinde bir değişme olmadı çünkü subaylık eğitim sisteminde bir değişiklik olmadı.
 
Burada ilginç olan soru şudur: Bu ordu, cumhuriyeti, cumhuriyet değerlerini, Atatürk ilkelerini, laik ve demokratik anayasal devlet düzenini koruma vazifesini kime karşı üstlenmiştir? Koruduğu değerlerin dünya sistemiyle bağları nedir? Atatürk ve yakın asker arkadaşları 1923’de Cumhuriyeti ilan ederken orduya bıraktığı bu ikili miras neydi? Ordunun özellikle 50 seçimlerinden sonra asli vazifesinden ziyade siyasete, siyasi iktidar işlerine birinci dereceden karışması, daha yetişme çağındaki her subayın gelecekte ve gerekli olursa ülkede siyasi vazife üstlenmeyi kendi sorumluluk meselesi olarak görmesi nedendir? Bu ordu halka, kendi halkına neden güvenmez?
 
Amerika, 12 Eylül 1980 sonrasına kadar ülkedeki işlerini sivillerle yürütmeye çalışırken ne zaman kritik bir mesele olduysa orduyu devreye soktu. Sivillerin Amerika’ya ayak dirediği en son örnek, Ecevit’in Kıbrıs meselesi ve Irak işgaline karşı olan tavrıdır, bunun bedeli 2001 ekonomik krizi olarak fatura edildi. 2009’la başlayan Balyoz, Ergenekon vs davalarıyla ordunun geri plana çekileceği, bundan sonra sivillerin dünya sistemine uyumlu politikalar takip edeceği gözlemlendi. Fakat ne olduysa oldu, 2013 sonrasından başlayarak masum suçlu ayırt edilmeksizin yaygınlaştırıldığı için sulandırılan ve dolayısıyla beraatle sonuçlandırılan askeri cuntacıların davaları ve daha sonra bitiş düğmesine basılan “barış süreci” sonrasında, sivillerin militarist düşünceye meylettiği görüldü. 17-25 Aralık’da patlayan yolsuzluk tartışmaları dünya düzeni tarafından bir ikaza işaret etmekteydi. Son zamanlarda Suriye politikasında güdülen politikaların arzulanan amacın tersine sonuç vermeye başlamasını ve bir türlü çıkartılamayan anayasa meselesini de buraya eklediğimiz de, 15 temmuz askeri ihtilal kalkışmasını daha farklı okuma imkanına kavuşuruz.
 
Türkiye’de ordunun güvenilirliği neden bu kadar sarsılmaya çalışılıyor ya da ordu kendini neden bu durumlara düşürüyor? Dışardan bakınca başka bir sonuç, içerden bakınca başka bir sonuç çıkartılabilir: İçeriyi öncelersek, askeri okulların özellikle subay eğitimi veren eğitim sisteminin, kışlada pratiğe dönüştürülen siyasi emellerin hala yaşadığı ama bunun değişmesi için operasyonlara girişildiği düşünülebilir. Dışardan bakıldığında devletin bel kemiğini oluşturan ordu yapısının yara alması, ülke bütünlüğü ve geleceği üzerine emelleri olanların işlerini yaptığı söylenebilir.
 
Ordunun, dün Osmanlı döneminde “şeriat isterük” adıyla ayaklanması, bu güne kadar Atatürk ilkeleri, laiklik, cumhuriyet devleti ve cumhuriyet değerleri adına ayaklanması, en son 15 Temmuzdaki yarım kalan ayaklanma da, gerçekte, sonuçtan çok sebeplerin tartışılmasını gerektirir. İçerde gösterilenden çok gösterilmeyenler için yapılan bir ayaklanma geleneğinin neden hala sürdürülebilir olduğu neden tartışılamıyor da hala manipülasyonlara gidiliyor? Ordunun bu alışkanlığını sürdürmesine sebep olan ülke içindeki gelişmeler, dünya sisteminde nereye oturmaktadır?
 
Bu bağlamda doğru olana değil de gösterilenlere bakarak fikir edinmenin, politik yönlendirmelere uyularak verilen tepkilerin çok da anlamlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu yaklaşım tarzı meseleyi temelden anlayıp çözmeyi değil taraflardan bir taraf olma kolaycılığını besliyor. O sebeple ihtilale karşıyım demenin, buna karşı sivil iradeden, seçimden ve demokrasiden yana olduğunu söylemenin, bu uğurda çağrılara uyarak sokaklarda duygusal patlamalar yaşamanın çok bir anlamı kalmıyor. Bu çabalar dünya gerçeğini, dünyada olup bitenleri ve bunların Türkiye’ye yansımalar gerçeğini örtmüyor. Bir dahaki sefere kadar şimdikiyle oyalananlar için söylenecek söz de kalmıyor.
 
Şayet işler bir süredir “rivayetleri” dolaşan Lozan antlaşmasının 100. yılı dolduğunda (2023) Sevr anlaşmasının şartlarına geri dönüleceği gibi “vahim” bir sonuca giden yolun aşamalarına tekabül ediyorsa, Türkiye, çoğunluk farkında olsun olmasın böylesi bir yol güzergahında ilerliyorsa, kalabalıklar be gerçeğe rağmen başka başka sebeplerle manipüle ediliyorsa, Allah bu ülkeyi korusun. Bu ordu meselesini, cumhuriyet devleti ve değerlerini, iktidar ve siyasi partilerin konumunu, dünya sistemiyle birlikte bir daha ama doğru içeriğiyle düşünmekte herkesin yararı vardır.
 
Bu ülke, bu ülkede yaşayanlarındır. Herkesindir. Kimsenin kimseye bir imtiyazı da, üstünlüğü de, önceliği de yoktur. Askeri için de sivili için de, yöneteni için de yönetileni için de yoktur. Dil grubu olarak da, etnik yapı olarak da, laik Müslüman ideolojik grupları olarak da, Batıcı yerli karşıtlığında duranlar olarak da, bunlarla birlikte, hep birlikte olanlarındır. O sebeple kimse bu ülkedeki devlet geleneğinde var olan “siyaseten katl” meselesini sadece iktidarlara ve orduya has göstererek ahaliyi bu işten azade kılmasın.
 
Devletin şeklinde, niteliksel muhtevasında anlaşıp anlaşamamak başka bir mesele, başka bir konudur. Kaldı ki bu bir iç meseledir, kendi aramızda tartışıp halledeceğimiz, kavgamızı içerde verip çözeceğimiz bir meseledir. Fakat mesele hem dünya sistemiyle alakalı, hem de devletin ve ülkenin geleceğini ilgilendiren bir meseleyse, bu iş başkadır. Bu taktirde de krizler ve sıkıntılı hallerde birilerinin vatansever birilerinin hain, birilerinin millici birilerinin yabancı ajanı olması gibi ithamlara, kamplaşmayı besleyen ve kolayına yapılan suçlamalara kapılmamalıdır. Bu lafızları kullananların ne adına kullandıkları, kimin hesabına kullandıkları iyi düşünülmeli, bu tür dilin dışardan birilerinin işlerini kolaylaştıracağını iyi hesaplamalıdır.
 
Bu arada devletin de her şeyi devlet sırrı yapmaktan, ikide bir sansür uygulamaktan ve muhalif sesleri susturmaktan vazgeçmesi gerekir. Bu nasıl bir iştir? Oysa bu halk reşit bir halktır, doğruyu ve eğriyi ayıracak rüşt yaşındadır. Birilerinin himmetine muhtaç zavallılar da değildir…
 
BU ÜLKE NE İFADE EDER
Daha dün denecek bir zamanda Fransız devriminden, Sovyet ihtilalinden kaçanları bu ülke barındırdı. Çok daha eskiden bütün dünyadan kovulan Yahudilere bu ülke kucak açtı. Afganlısı İranlısı, Kürdistanlısı Türkistanlısı, Iraklısı Suriyelisi, Somalilisi Sudanlısı, Balkanlısı Kafkasyalısı, herkesin gelip sığındığı bu ülke, bu halini, bu niteliğini hep korudu. Korumalıdır da. Birilerinin bir şeyleri bahane ederek, bazı işleri babalarının mirası gibi zannederek bu ülkeyi bu durumdan uzaklaştırmaya çalışması doğru da değildir, anlaşılır gibi de değildir.
 
Bu ülkeyi Müslüman kültürü ayakta tuttu. Kimse lamını cimini karıştırmasın bu toplumu kaynaştıran, birleştiren, bütünleştiren İslam’dır. Yoksuluna kucak açan, içerden dışardan misafirine ikram eden, toplumsal bütünlüğü sağlayan, zalim de olsa yöneticilerine saygın davranan kültür, İslam kaynaklıdır. Her krizde halkı yanında bulan devlet, fırsat buldukça dinle arasını daha da açmaya çalışan devlet, bu işi en iyi bilendir.
 
Şimdi olanlardan sonra onca yıldır Batıya dayanarak yüksek mertebelere gelenler, yerini statüsünü Batıya borçlu olanlar derin derin düşünmeli, şahsi düşüncelerini ve hesaplarını bir daha gözden geçirmelidir. Artık yükse sesle dillendirilmeli ki ne laiklik ne Batıcılık, ne milliyetçilik ne solculuk bu ülkeye kültürel bir yarar sağlamadı, bunlar topluma Batıcılık fitnesi dışında bir şey katmadı. Bu topraklarda insanlara İslam dışında bir iyilik sunan, İslam tandanslı huzur ve güven veren başka bir din, ideoloji, inanç olmadı. İçi boşaltılmış İslamcılığı, icat edilmiş cemaatçiliği, Cihadi selefiliği veya Işidçiliği teşvik eden resmi ve görevli sivil merkezlere rağmen, olmadı bu ülkede.
 
Kendi içindeki eğrisi doğrusuyla, eksiği fazlasıyla bu ülkede, yok edilmeye çalışılmasına rağmen bu toplumda İslam’dan geriye kalan değerler, ülkenin de, toplumun da temel direği, güvenlik garantisi, barış vesilesi, farklılıklar arası tamponudur. Sosyalisti de, Kürtçüsü de, Laiki de, Türkçüsü de yeniden düşünsünler, bir daha düşünsünler. İktidar kavgasıyla halk arasında husumet yaratanlar da düşünsünler. Bu ülkede şiddeti, çatışmayı, ayrışmayı bu fikirde olanlar ve Kemalist ideolojiyi sahiplenenler dışında kim yaptı, yapıyor? Bu ülkenin geleceği riske girerse, bu toplum kendi içinde parçalanırsa kim nereye gidecek? Kendini kurtaramamış Türkistana mı, her tarafı ırkçılar ve sosyalistlerle çevrili Kürdistana mı, demokrasi havarisi kesilip ırkçılık şampiyonu olan Batıya mı? İç savaşlarında hissedar olduğumuz kaynayan kazan Ortadoğu ülkelerine mi?
 
EY MÜSLÜMAN
Müslüman (sana) gelince, dikkat ettin mi senden öncekileri, diğerlerini önce hallettiler, dünya sistemine, düşünüş biçimine ve yaşam tarzına entegre ettiler. Onlar artık tipik bir dünyalı olup çıktı. Batı tarihinin ve dininin bir parçası oldular. Onlar üzerine hesaplar yapılırken seni horlamışlar, aşağılamışlar, dışlamışlardı. İrticacıydın. Gerici ve yobazdın. Yeşil Komünisttin. Arap peygamberin peşinden gidendin…
 
O zamanlar içine kapanmıştın. Çünkü eğitimini, kurumlarını, finans kaynaklarını elinden almışlardı. Kinlenmiştin. Öç alma duygusuna kapılmıştın. Şartlar seni dünyada olup bitenlere bi-gane yapmıştı. Sonra sıra sana geldi ve önünü açtılar. Sana bazı şeyleri sundular. Bunu rastgele sanma. Diğerlerinin başına gelenleri hatırla. Bu önünün açılma meselesine dikkat et, hak ettiğin bir aşama mıydı yoksa yapmanı istedikleri şeyler için sana verilen bir rüşvet miydi? Senden ne istiyorlar, sana ne veriyorlar? Bunu hiç düşündün mü? Şu an geldiğin yere bir bak. Bulunduğun hali bir değerlendir. Değerlerinin içi boşaltılıyor. Giderek kendinden uzaklaşıyor, diğerlerine benziyorsun. Halin iyi bir hal değil. Kendini ifade ederken nasıl ifade ettiğine bakıyor musun? Şimdi sen de mi bir hesaplaşma peşindesin? Bu hesap da ne? Kendi hesabın mı başkalarının hesabı mı? Tarihine, talihin olan tarihine hiç bakıyor musun?
 
Şimdi tevbenin sırasıdır. Şeytanı taşlamak vaciptir. Tevhidi yeniden hatırla. Kinle hareket etme, öç alma duygusuna kapılma. Yalan, dolan, yağma, talan senin işin değil. Birilerinin hakkını gasp etme. Aldanma. Aldatma. Kullanma. Kullanılma. Olman gerektiği gibi mert ol. Dürüst kal. Hak etmediğin bir şeye talip olma. Hak dışında bir şey isteme, hak yol dışında başka yola sapma. Dünya sisteminin dalgasına da kapılma. Kendine dön, kendin kal yeter. Gücün neye yetiyorsa onu yap. Sen varsan fazla sorun yok (Allah-ü alem).
 
Adem(s)’in iki çocuğunu hatırla. Yusuf’(s)a kardeşlerinin yaptıklarını hatırla. Muhammed(s)’e hemşerilerinin yaptıklarını hatırla. Bu işler böyledir. İmtihan alanı olan dünya da işler böyle yürüyor. Fakat, sakın ha, oğulların, kardeşlerin ve hemşerilerin yaptığını yapma. Onlar gibi olma. Senin ne yapacağın, nasıl yapacağın belli. Şaşkınlaşma. Olur mu?
 
 
 
 
 

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir