Tarih ve Siyaset Tartışması -IV-

Tarih ve Siyaset Tartışması -IV-

Gelenek ve Radikallik
Modernizmin bize yutturduğu şekliyle gelenek kötü değildir. Gerilik değildir. İlkellik ve barbarlık değildir. Üretimden ve yönetimden habersiz, bilgiden ve örgütlenmeden mahrum değildir. Bunu böyle tanımlayan ve biçimlendiren modernizmdi. İnsanlığa kendilerini kabul ettirmek için yalan söylediler. Kendileri açısından bu gerekliydi ama bu arada bütün insanları aldattılar. İftira ettiler. Doğru olmayan propagandalarla insanları ikna ettiler. Dolayısıyla toplumları hafızasız bıraktılar, ellerindeki bilimsel izahlar, üniversiteler, aydınlar, medya ve ruhbanlarla kolayca manipüle ettiler. Bilimi, medyayı, akademyayı, kitapları, protestan ruhbanları bu sebeple kullandılar.
Şayet gelenek ya da modernizm öncesi tarih biçimlendirildiği gibi idiyse, insanlık biyolojik ve sosyolojik olarak evrimleşme yaşadıysa, bu takdirde Kur’an’ın bahsettiği ilk insan, ilk peygamber Hz. Âdem’e öğretilen neydi? Ona ve nesline verilenler neydi? Eşyanın ve varlık âleminin fıtratı ve özellikleri, isimlendirme ve tanımlama becerisi insanda yok muydu? İlk insanlar mağaralarda, tek başlarına, iletişimsiz, yardımlaşmasız vahşi bir hayat mı yaşadılar? Yani modern çağ öncesi yaşayanlar kimlerdi?
Bu söylediklerimiz geleneğin veya geçmiş tarihin her şeyi iyidir ya da kötüdür manasında değildir. Geçmiş bir devir, geçmiş bir toplum ve yaşam biçimiydi, uzmanlaşma örgütlenme ve paylaşım, kentler ve mimari, toplu yaşam, kültür ve sanat, yedikleri içtikleri, giydikleri, bindikleri, savaşları, barışları kendilerince mükemmeldi. Kendi araçları ve imkânlarıyla medeni yaşıyorlardı. Dolayısıyla geçmiş bir tarih bugünden bakılarak modern akılla değerlendirilirse bugün mükemmel, geçmiş ise ilkel olarak görülür. Doğru olmayan budur. Yoksa insani değerler, yaşam kalitesi, geniş aile ve çevre birliği, yardımlaşma ve dayanışma bakımından bir kıyas yapılırsa bugün düne nazaran yaya kalır.
Her toplumsal biçim gibi kendi geleneğinin içinde yaşayan nesiller, kendi kültürel çerçevesinde, dil ve ontolojik imkânları içerisinde bu dünyada kendilerine has yaşam tarzıyla ve kendi imkânlarıyla imtihanlarını verip gittiler. İman ve küfür hattında tercihlerini yaptılar, iyisiyle kötüsüyle yaşayarak gittiler. Tarih böyle devran ediyor. Bizler de gideceğiz. Nereye? Onlar gibi geldiğimiz yere, hesap vermeye. Geriye ne bırakacağız? Bizce meselenin özü buradadır.
Bizde gelenek denen şey aslında Sünnet’tir. Sünnet’in toplumsal yaşama ve siyasal teşkilatlanmaya müdahalesidir. Bu hayatta, bu dünyada değişik şartlarda dahi Müslümanca yaşama biçimidir. Örgütlenme ve toplumsal işleri ilahi nizama göre düzenleme, insani ilişkileri Müslümanca kurma tarzıdır. Öyledir böyledir, şu kadar iyidir, bu kadar eksiktir ama mutlaka bu esaslar dâhilindedir.
Doğrusu eğrisiyle 1839’daki keskin dönüşüme kadar bizim geleneğimiz buydu. Devlet katında, devletli sınıflar katında, devlet işleri bağlamında o gün geleneğin tam tersine bir dönüş başlamıştır. Lakin bilinmeli ki toplumsal çapta, toplumsal ilişkilerde hâlâ geleneğin etkisi, kodları yaygındır. Bu toplumu bir arada tutan, birlik kılan ve canlı olarak işleyen değerler varsa bilinmeli ki bunlar gelenekten kalan mirastır. Bu miras devletin, bürokrasinin onca müdahalesine, yukarıdan aşağıya doğru modernizm lehine onca değiştirme çabasına rağmen dip dalga olarak direnen güçlü bir damardır.
Biz onlardan bize kalanı, bugün gelinen vaziyet itibariyle mevcuttan salih olanları, maruf olanları güçlendirerek, onların üzerine ilave ederek daha iyiye ve doğruya göre yüceltecek miyiz, yoksa onların bıraktığı mirası yeniden üreterek, münkerleri çoğaltarak aynı rotada ilerlemeye devam mı edeceğiz? Burada mesele istikametin ne yana olacağına bakıp karar vermektir. Başka bir deyişle devletin takip ettiği kötü istikamette mi, Sünnet’e uygun olanlarla düzeltilip tahkim edilmiş güzel gelenek istikametinde mi çaba sarf edeceğiz? Tarafımız neresi olacak? Bize göre işin özü budur. Yoksa onların hesabı bize, bizim hesabımız onlara sorulacak değildir.
Radikalizm
Radikalizm bahsinde söyleyebileceklerimiz şunlar olabilir. Kavramın çıkış kaynağı Batılı olsa da insanlığa mal olmuş muhtevasıyla mevcut sisteme, kurulu düzene, kurulmuş iradeye, halihazırdaki toplumsal, siyasal, iktisadi ve hukuki biçime ve kurumsal yapıya kökten karşı olmak olarak bilinir. Bizim gelenekte ıslahatçılık olarak bilinen tavrın zıddına işaret eder. Islahatçılık, İslam nizamına uygun olarak düzenlenmiş ve teşkilatlanmış bir siyasi yapıda ve Müslüman milletin toplumsal hayatında şu veya bu derecede aksayan tarafların düzeltilmesi için yapılan faaliyetleri ifade eder. Mevcut ayırım gözetmeksizin total çapta İslam damgalıdır, işler İslam ile ifade edilmektedir. Bu sebeple ıslahat hareketleri gerekliydi.
Bugün mevcut siyasi ve toplumsal işler ve ilişkiler İslam’dan bağımsızdır. İktisadi, hukuki, sosyal ve siyasi temellerde modern değerler ve ilkeler hükümrandır. Siyasetin demokratikleşmesi demek, hukukun laik, iktisadın kapitalist, sosyal örgütlenmenin sivil olduğu toplumsal şartların kurumsallaşmasını ifade eder. Bunlar birbirinden kopuk şeyler değildir. Şu halde bugün ıslahatçılık, bugünkü mevcut vaziyete göre, total mevcudun içinde birtakım küçük farklılıklarla yer almayı sorun etmiyor. Mevcudun kendisine, niteliğine ve meşruiyetine bir itiraz yükseltmiyor. En azından bizim memlekette böyle bir söyleme, duruşa ve programa sahip gözükmüyor. Şu haliyle bugün ıslahatçlık değil radikallik gerekiyor diye düşünüyorum.
Radikallik bu manasıyla mevcudun kendisine, niteliğine ve meşruiyetine karşı olmak, yeni bir paradigmayla yeni bir düzenleme iradesi ve programı taşımaktır. Stratejik düşünmek, stratejik hareket etmektir. Devleti ve sistemi eleştirecek, şu yanlış bu doğru diye muhakeme edip doğrusunu gösterecek halifelik vasfını kazanmak demektir.
Mevcuda karşı olmak ya da tenkit edip düzeltmek, elde avuçta mevcuttan farklı başka bir şey varsa anlamlıdır. Başka bir değerler sistemi yaşatılıyorsa anlamlıdır. Yoksa karşı olmak için karşı olmak gibi bir absürtlük hâsıl olur ki muradımız bu değildir. Ben diyorum ki Müslümanların elinde de avucunda da bu imkânlar vardır. Fazlasıyla vardır. Kıymetini bilirlerse tarihsel tecrübelere de sahiptirler. Yeter ki küçük çaplı farklılıkları ıslahatçılık olarak bize kakalamasınlar. Bu manasıyla kendimi hep radikal hissetmişimdir. Atilla Fikri Ergun’un isimlendirmesiyle İslamcılığım da bu çizgidedir.
Türkiye’de radikallik yanlış bir hatt-ı hareketten dolayı tarihini, geçmişini, geleneğini reddederek yola çıktı. Modern akılla hareket ettiği, gelenek diye Sünnet’i reddettiği için Batı’nın bilimsel, teknik, teknolojik rasyonalitesini yüceltti. Kendini bu temellerde yeniden inşa etmeye çabaladı. Bu yolla eskinin yükünden kurtulup, yeni ufuklara açılacağını varsaydı. Kendisini, hayatını, kimliğini, dünyayı, hakikati bu sebeple yeniden keşfe koyuldu. Oysa kendi geleneğini dışlayınca tarihsiz kaldı, tarihsiz kalınca hafızasını yitirdi, hafızasını yitirince de Sünnetsiz kaldı. Nihayet gele gele kapitalist uygarlığın, Protestan dini anlayışın yeniden üretimini üstlendi. Bu serencam onu Kur’an’ın tek başına yeterli olduğu iddiasına sürükledi. Kur’an böylece kendi yanlışlarını onaylattırması için gerekli bir malzeme oldu.
Medeniyet
Medeniyet söylemlerine dair ilkin belirtmek isterim ki, biz Allah’tan az korkuyoruz! Bugün dünyada var olan medeniyet, zalimlerin, haydutların ve zorbaların yönetimi, idari düzenlemesi ve hükümranlığı altında azınlık bir grubun, geri kalan insanlığın kanını emerek, emeğini, becerisini ve varlığını bedavadan kullanarak, kaynakları, kültürleri, değerleri, ülkeleri ve geleceği tarumar ederek elde ettikleri maddi güçten ve bu gücün belli bir programa göre işlediği bir uygarlıktan ibarettir.
Şimdi nerede olursa olsun günümüzün şartlarında güçlü devlete, güçlü orduya, maddi olarak kalkınmış ve güçlenmiş bir millete sahip olmayı hedeflemek ne ifade ediyor? Bu hedefe ulaşınca o güçle ne yapılacağı sanılıyor? Burayı anlamak önemli bence. Anlaşılmayan bir şey varsa böylesi bir güce sahip olma arzusunun günümüz dünyasında neden bu kadar müşteri bulabildiğidir.
Güçlü devlet, teknik silahlarla donanımlı ordu, kalkınmış millet mottosu, elde edileceği varsayılan şeylerle Allah’ın dinini yüceltmek, muhafaza ve müdafaa etmek, insanlığa hakkı ulaştırmak ve ilahi temele dayalı adaleti ayakta tutmak için mi talep ediliyor? Bugün yeryüzünde böyle bir devlet olmanın maliyeti nedir, insanlar buna hazırlıklı mıdır? Bizce değildir. Zira şu anda dünyanın gittiği rotada yol alan milletler ve hükümetler elde edecekleri güç üzerine başka hesaplar yapıyorlar. Bunun İslam nokta-i nazarından bir anlamı yoktur. Hatırlayalım ki mevcut halleriyle hükümetler kendi ülkelerinde ilahi temele dayanarak siyasi, sosyal, hukuki ve iktisadi alanlarda adaleti sağlamış değiller. Ki daha iyi olunca daha iyi şeyler yapacak olsunlar.
Medeniyet bir tarafıyla naiflik, zarafet, kibarlık, yeme-içme-giyme ve barınmada estetik, gösterişli kentler ve görkemli yapılar ve maddi planda zenginliktir. İlerlemeci tarih anlayışıyla kalkınmış bir refah toplumu olmak demektir. Modern araçlara sahipliktir. Refahın getirdiği azgınlık, şımarıklık, bozgunculuktur. Diğer tarafıyla bu zenginliğin, lüksün, şatafatın, konforun ve estetiğin maliyeti haram kazançtır. Kirli ilişkilerdir. Soyguna, talana, sömürüye ve hırsızlığa dayalı elde edilmiş birikimdir.
Çağımızın medeniyeti de eskiden olduğu gibi ardında kan, gözyaşı, haksızlık, iç savaş, katliam üzerinde yükselmektedir. Yüksek maddi gelir bu azgınlığın, kibrin ve alçaklığın ürünüdür. Şimdi sormak gerekmiyor mu, nereden geliyor bu değirmenin suyu? O kalkınmanın, bilimsel tekniğe ve teknolojiye dayalı üretim biçiminin, elde edilen hâsılanın, hâsılaya el koyanların sahip oldukları lüksün, şatafatın, görkemin, estetiğin, zarafetin suyu? Nasıl ve ne ile kuruluyor bu uygarlıklar ve medeniyetler?
Bugün güçlü devlet, teknik donanımlı ve öldürücü silahlarıyla güçlü ordu, zenginleşmiş ve kalkınmış millet olmak demek -velev ki kendini koruma güdüsüyle olsun- birilerinin önce kendi ülkelerindeki insanlara zulmetmesi, ayırımcılık yapması, çoğunluk aleyhine küçük bir azınlığı mutlu etmesi demek. Bunun için de insanları ideolojik ikna araçlarıyla yozlaştırmak, kültürsüzleştirmek, değersizleştirmek, hak ettiklerinden mahrum bırakmak gerekiyor.
Aynı devlet biçiminin içeride güçlendikten sonra dış dünyada başkalarının ülkesini istila ederek, iç savaşlar çıkartarak, aldatarak, katlederek, insanlarını birbirine düşürerek aşağılaması, aciz bırakması ve yoksulluğa mahkûm etmesi gerekiyor. Mevcut şartlarda gücün ardında yatan zenginlik bunu gerektiriyor. Dünya tarihinin herhangi bir devresinde, herhangi bir bölgesinde, herhangi bir siyasal ve toplumsal biçiminde kurulmuş bir medeniyet olduysa, hepsi de benzer şartlarda kuruldu. Müslümanlar dahi tarihte medenileştikleri zamanlarda içeriden çürüyüp yozlaştılar, ardından yapısal olarak çöktüler.
Şu halde biz ne demeliyiz, neyi hedeflemeliyiz? Biz Müslümanız. Allah’ın bize verdiği bir hayat var ve bu hayatı Müslüman olarak yaşamak, ardından da Müslüman olarak ölmek istiyoruz. Çünkü varacağımız yerde hesap vereceğiz. Ebedi hayatta akıbetimiz buna göre tayin edilecek. Şu halde bizim aklımız diğerlerinden farklı çalışacak, çalışmalı.
Bizim dünyada var oluş amacımız da, ilişki biçimimiz de, beklentimiz de kâfirlerden çok farklıdır. Bu dünyada eksikliğini duyacağımız, peşinden koşup elde edeceğimiz şeyler, elde edersek onlarla yapacağımız işler de farklıdır. Bu sebeple iman ile küfrün çatışma alanı olan bu dünyada imandan yana tavır almak, haram-helal ölçülerine titizlikle riayet etmek suretiyle şekillenen bir şeydir. Bizim hayatımız, yaşam biçimimiz bu eksende yaşanan, bu şekilde anlamlı olan bir hayattır. Nitekim bir Müslüman bir başkasının hakkına el atmaz, bir hükümet kendi yönetimi altındaki zayıfları güçlülere ezdirmez, bir ordu gecenin bir yarısında gafil insanlara kahpece taarruz etmez, zehirli gaz kullanarak toprağı zehirlemez, bitkileri yok etmez, hayvanları telef etmez.
Hatırlayalım, Allah’ın dinini yüceltmek isteyen bir hükümetin ve milletin ordusu cihada çıktığında mertçe üç şeyi teklif etmeden savaş yapmaz: ya bize katılın bizimle aynı hukuka tabi olun, ya savaş yapmadan teslim olun sizin güvenliğinizi sağlayalım ama siz de buna karşılık bize cizye verin ya da Allah aramızda hükmünü verinceye kadar savaşalım. Müslüman milletin her şeyi gibi savaşı da Müslümancadır. Başkalarının şöyle veya böyle yapıyor olması bizim için ölçü değildir.
Müslüman olmak iman etmekle, iman etmek şirkten, küfürden ve günahlardan ayrışmakla kaimdir. Müslüman millet, kavim, soy, kan, dil, toprak bağlarının üstünde iman temelinde birleşmiş bir millettir. Yeryüzü Allah’ındır, orada bir yeri, bir adayı ya da parseli Müslüman millete tapular. Müslüman milletin hükümranlık ettiği yer haramdır. Orada sadece İslam hükümleri geçerlidir. Bu sebeple o merkezden hareketle Allah’ın dini korunur ve yayılır.
Müslümanlar bu dünyada görkem, şaşaa, lüks peşinde olmaz. Üstünlük taslayacak güç peşinde koşmaz. Malikâneler kurmaz. Siteler, saraylar inşa etmez. Sermayeye mahkûm edilmiş köleleri kentlerde toplamaz. Zira bütün bunların maliyetini iyi bilirler. Bu sebeple geçmiş Müslüman milletlerden geriye böyle şatafatlı şeyler kalmamıştır. Öne geçmiş, başarılı işler yapmış, büyük savaşlar kazanmış Müslümanların isimleri dahi pek bilinmez. Son Peygamber ve yakın bir kaç arkadaşı hariç neredeyse hiçbirinin mezarlarının yeri dahi belli değildir ve bütün bunlar bir tercihtir.
Peki, o halde geçmiş Müslüman milletlerden bize ne kaldı? Onlar bizlere ne miras bıraktılar? Medeniyet mi? Görkemli saraylar, siteler, kentler mi? Şaşaalı birer hayat hikâyesi mi? Altınlar, gümüşler, biriktirilmiş maddi servetler mi? Hayır. Onlardan bize sadece salih ameller, salih faaliyetler, salih işler kaldı. Hayatı salih biçimde yaşamanın, hayata salih ölçüler çerçevesinde yaklaşmanın örnekliği kaldı. Onların bu dünyada izleri böyle bilindi. Şu halde Müslümanlar bu dünyada bir medeniyet kurmayacak, medenileşmeyecek.
Bu ifadeler dünyadan vazgeçmek, uzlete çekilip dervişlik yapmak, ruhaniyata dalmak değildir. Tam tersine dünyayı ciddiye almamak, dünya nimetlerine fena/fani gözüyle bakmak, dünyada halifelik vasfını kuşanarak kâfire haddini bildirmektir. Tarihe, topluma, hayata doğru ve yanlışın, hak ve bâtılın damgasını vurmaktır. Bu sebeple fani olanlar Müslümanlar için kıymetli değildir, Müslümanlar onları elde etmek için çabalamazlar.
Bu dünyada kâfirler ve müşrikler de yaşadı, yaşıyorlar. Onlar için dünya bakidir, ahiret ise yoktur. Bu sebeple fani/fena olan şeyler onlar için bulunmaz Hint kumaşıdır. Varlıkları için onları elde etmek, elde ettikleriyle üstünlük taslamak esastır. Dolayısıyla kibir, azgınlık, şımarıklık, zorbalık en bariz vasıflarıdır.
Bu dünyada yaşanıp geçmiş insanlık tarihinde kâfirlerden ve müşriklerden geriye görkemli saraylar, kaşaneler, siteler, saraylar, şatolar, albenili kentler, şatafatlı türbeler, anıtlar kaldı, bunların harabeleri kaldı. Onlar bunları miras bıraktılar. Mirasları, kurdukları medeniyetlerden kalıntı antik eserlerdir. Allah onların çoğunu yok etti, bir kısmını ise yaşattı, geriye bıraktı ki insanlar onlara bakıp ibret alsınlar, hadlerini bilsinler, dünya hayatını buna göre değerlendirsinler ve yaşasınlar. Bu vesileyle yaratıcının, mülkün sahibinin, her şeyin mirasçısının, baki olacak olanın ancak ve sadece kendisi olduğunu/olacağını gösterdi. Onlara bakarak ibret alın dedi. Elbette ki akledene, fikredene, fıkhedene, düşünene…
Bu dünyada Müslümanların bir medeniyeti olmadı mı? Oldu. En sonuncusu Medine’dir. Total örneklik ve referans bağlamında Hz. Muhammed’in bizzat liderlik ettiği dönem ve ardından Dört Raşit Halife dönemidir.
Müslümanlık tarihinde hicretle niteliği ve vasfı değişen Yesrib şehri, Bedir’den sonra Yesrib olmaktan çıkmış Medine olmuştur. Medine, Müslümanların hak ettikleri, tapusunu aldıkları, hükümranlık ettikleri bir belde, bir merkezdir. Bu tarafıyla Medine, İslam hükümlerinin yüceltildiği, ilahi nizamın muhafaza ve müdafaa edildiği, Müslüman milletin varlığının ve bekasının korunduğu, sadece Müslümanların sözünün geçerli tutulduğu bir beldedir. Haram bir yerdir. Dolayısıyla insanların dünya işlerinin ve ahiret sadetlerinin uyum içinde mezcedildiği toplumsal bir hayatın yaşandığı bir şehirdir.
Medine, İslami devletin şekillendiği, Müslüman milletin toplumsal varlık alanına çıktığı, iktisadi, hukuki ve siyasi adaletin tesis edildiği bir sitedir. Orada fesat engelleniyor, herkese hak ettiği veriliyor, güçlünün ve haksızın eli zayıfın üzerinden kesiliyor, hastalar ve sakatlar korunuyor, cihat ediliyordu. Bu haliyle Medine bir medeniyeti ifade etmez, zira orada iki katlı bir ev yapılmazdı.
Küçük Bir Detay – İslamcılık
Bu tartışma serisinin başında İslamcı çağrışımlı sivillik ve siyasi parti şeklindeki anlayış ve örgütlenmelerin olumsuzluğundan bahsetmiştik. Bunları sahici İslamcılığın ya da İslam’ın gelişinin önündeki son engeller, son manialar olarak nitelemiş ve tanımlamıştık. Bunu yaparken İslamcı ve İslamcı çağrışımlı diye bir tasnif yapıp, iki şey arasındaki farka dikkat çekmeye çalışmıştık. Sanırım Atilla Fikri Ergun bugünkü haliyle İslamcı çağrışımlı akımları eleştirirken kantarın topuzunu kaçırmış, bize duracak bir yer tespiti yapamamıştır. Kendi yerini gösterirken benim anlamakta zorlandığım ifadelere başvurmuştur.
İslamcı tanımına getirdiğim şerhler göz önüne alınırsa evet, tekrar ediyorum, bugün insanlığın, dünyanın Müslümanlara ihtiyacı var. Müslümanların ise kendilerine dönmeleri gerekiyor. Burada söylemek istediğimiz şey, toplumların, hükümetlerin, yönetici kademenin gayri dini olması hasebiyle zorbalıktan kurtulması, biçimlerini ve teşkilatlanmalarını İslam’a göre yeniden değiştirmesi gerektiğidir. Yoksa bu böyle gitmez, gitmiyor da.
Hatırlanacak olursa, İslamcılık, kitabi olan, yazılı kaynakları olan, peygamberi öğreti ve örneklikleri olan, tarihi tecrübeleri olan en kadim bir din, en doğru bir anlayış, yol ve uygulayıştır, demiştim. Bu haliyle İslam dünyaya yeniden dönüyor, tarihe ve toplumsal olana yeniden giriyor. Bu giriş, iktisadi olarak, sosyal örgütlenme modeli olarak, hukuki bir sistem olarak, siyasi bir teşkilatlanma olarak giriştir. Zaten dinin maksadı ve muradı buydu. Bu dönüş bunu bu haliyle taşıyanlar eliyle olacak. Bu dönüşün anlamlı olması bu sebeplerledir.
İslam hak bir din olarak bu dünyaya, bu toplumlara, bu hükümetlere ve idare tarzlarına müdahale etme hakkını Müslümanlar eliyle kullanacak. Zalimleri bu ellerle cezalandıracak. Bu eller, kendilerinde var olan imkânları ve gücü kullanarak şunlar doğru bunlar yanlış diyecek. İnsanlara hakkı ve bâtılı gösterecek. Yaratılış ve varoluş gereği buna hakkı da, yetkisi de var. Dahası bundan sorumludur da. Adaleti sağlamanın tek yolu budur. Müslümanın varoluş gerekçesi de bu. Bunun için Müslümanların bidayette olduğu gibi kavimler üstü bir millet olmaları yeterlidir.
Netice İtibariyle
Bugün insan haklarından, özgürlüklerden, serbest pazar ekonomisinden, demokrasiden, laiklikten, kalkınmadan, medeniyetten, kahramanlıktan, Türkçülükten, Atatürkçülükten, Erdoğancılıktan, ulusal iradeden, güçlü devletçilikten, ordudan vs. bahsedenler kusura bakmayacaklar. Bilimsellikten, uzay çağından, uygarlıktan, otoyollardan, raylı sistemlerden, köprülü kavşaklardan, hava limanlarından, cep telefonlarından, bilgisayarlardan, TOKİ’leşmeden, kentsel dönüşümden vs. bahsedenler de kusura bakmayacaklar. Neden? Bahsedilen tüm bu albenili işlerle anlatmaya çabaladığımız dünya sistemine, iktisadi ve sosyal adaletsizliğe, siyasi zorbalığa dayalı düzenin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapılmıyor. İslam bu hengâmede siyasi mekanizmaların istihdam edilen bir aracı olmaktan öteye geçemiyor.
O halde şunları söyleyebiliriz: Batılı okuma biçimiyle tarih okumasından etkilenenlerimiz, tarihin ilerlemesinden, insanların biyolojik ve sosyal olarak evrimleşmesinden, bilimin ve tekniğin aşama kaydetmesinden, çeşitli alanlarda ilerleme ve iktisadi kalkınmadan vs. bahsedenlerimiz, aynı zamanda soluduğumuz havanın kirlenmesinden, içtiğimiz suyun zehirlenmesinden, ekip biçtiğimiz toprakların ve hasat ettiğimiz mahsullerin insan sağlığına zararlı hale getirilmesinden, bitkilerin ve hayvanların naturasının değiştirilmesinden, gökyüzünün, karaların ve toprakların fesada uğratılmasından da bahsedecekler ki bu işlerin maliyetini hesaplayabilelim.
Teknolojiden, bilimden, medeniyetten, uygarlıktan, kentten bahsedenler, tekniğin, tekelleşmenin, sermayenin ve devletlerin emrine girmiş bilimden, bilimsel çalışmalardan, üniversitelerden ve memurlaşmış kadrolardan, bürokratik mekanizmaya dönüştürülmüş adli sistemden, bunların sistemin parçası olması dolayısıyla sistem eleştirisi yapamayacaklarından, adalet dağıtamayacaklarından da bahsedecekler.
Refahtan, kalkınmadan, üretimden, egemenlikten, bağımsızlıktan, milli iradeden, güçlü devletten,  liderlikten bahsedenler, dünyanın her yerinde, her ülkesinde tüm insanlığa ait kaynakları kullanıp, üretilmiş servetin içeride ve dışarıda yüzde 80’ine sahip yüzde 1’lik kaymak tabakasından da bahsedecekler. Soygundan, sömürüden, iç savaşlardan, kandan, kıtalden, insanların aldatılmasından, hükümetlerin yıkılıp hükümetlerin kurulmasından da bahsedecekler. Bunların sebeplerinden ve sonuçlarından bahsedecekler. Sanılmasın ki bu durum sadece üçüncü dünya ülkelerine mahsustur, hayır, gelişmiş ülkelerin kendi içinde de aynı şeyler geçerlidir.
Bu sisteme ayak uydurmak ve içinde bir şekilde yer tutmak ve hisselerine düşeni kapmak isteyenler, katliamdan, soygundan ve zulme bulaşan ırkçılıktan, abartılı vatanperverlikten, ulusalcılıktan, özgürlükten, demokratikleşmeden, insan haklarından, İslamcı çağrışımlı İslamcılıktan, devletten, NATO’dan ve işgalci ordulardan da bahsedecekler.
Biz bu tartışmada Allah’ın dinini yaşamak ve yaymak kastı güden, hayatı, toplumu ve dünyayı ilahi nizama uygun olarak teşkilatlandırmak ve yönetmek isteyen, bu sebeple yeryüzünde fesadı ve zulmü bitirmek isteyen, Allah’ın kullarına iktisadi adaleti, siyasi adaleti, hukuki adaleti, sosyal adaleti sumak için teşkilatlanmış bir sosyal varlıktan, dünya düzeninden bağımsız bir hükümetler yapısından mahrum olduğumuzu anlatmaya çabaladık. Retorik olarak bu amaçlar için hareket ettiklerini söyleyenlerin dahi kendi ülkeleri içinde adil olmadıklarını gözlediğimiz için yapısal eleştiriler getirdik. Farklılık olması gerekiyorsa önce içeride sonra dışarıda bu yolun takip edilmesi gerektiğini, bunun ise işaretlerinin olmadığını hatırlattık.
Bu tartışma vesilesiyle farklı ufukların açılmasını, meselelere bakış açısının belirlenmiş zeminlerde değil belirlenmesi gereken doğru zeminlerde oluşmasını sağlamış olmayı umut ederiz. Dikkatleri çekebildik ise mutlu oluruz.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir