Tarih ve Siyaset Tartışması -II-

Tarih ve Siyaset Tartışması -II-

Modernizm
Bu başlıklar ve benzerlerini yerli yerine oturtmak ve bağlantılarıyla birlikte tartışabilmek için bağlamla ilgili gelişmelerin başlangıcına, seyrine ve günümüzdeki neticesine dair kısa bir tarihi özete başvurmakta yarar vardır. Zira kavramların kendilerine has detaylar hariç hemen hepsi modern çağla bağlantılıdır.
Modernizm, tarihsel köken ve süreç itibarıyla Batı’da dine, dini düşünceye, dini değerlere, dini topluma, dine dayalı yasa yapma ve idari düzenleme biçimine, dini siyasete ve dolayısıyla bunların tümünü temsil eden ilahi egemenliğe alternatif olarak ortaya çıkmış sivil bir düşünüş biçimi, dine karşı bir özgürlük hareketidir. Bir zihniyet yapısıdır. Burada dini ve dini bilgiyi temsilen rakip olarak Kilise ve ruhban sınıfı vardır. Bu ikisi de modern çağ öncesi toplumsal biçim ve siyasal bir düzenin parçasıdır.
Modern zihniyete dayalı bilgi ve algılama biçimi dünyayı, eşyayı, varlık âlemini, insanı ve toplumu bir başka manasıyla tanımlamak ve bunlarla kurulacak beşeri ilişkiyi bir başka değerler skalasına göre kurmaktır. Varoluş, amaç ve hedef bakımından otorite kılınmış akla, bu aklın üreteceği bilimsel bilginin sonuçlarını üstün tutmaya dayanır. Bu sebeple Tanrı’dan gelen haberler, kaynağı ve geliş biçimi, onun buyrukları, ondan haber veren peygamberlerin sözlerinin dayanağı bilimsel olarak ispat edilemediği, laboratuvarda test edilip doğrulanamadığı için de ya reddedilir ya da Tanrı, din, vahiy, dini buyruklar bilimsel olarak yeniden yorumlanır.
Sivillik ya da modernlik dinsizlik demek değildir. Burada din, özü, kaynağı ve gelişi itibariyle bu akılla, bu bilgiyle yeniden tanımlandığı için bireyseldir, yani vicdani alana ait, kişisel inanışa, ahlaka ve ibadete hasredilmiş bir inanışın unsurlarıdır. Bu din toplumsal hayata ve kamusal düzene karışmaz. Sosyal örgütlenmeye, iktisadi, hukuki ve siyasi örgütlenmeye müdahale edemez, mesleki faaliyetlere, sanata, müziğe, edebiyata, bilimsel çalışmalara yön veremez. Diğer başka dinlerden ve inançlardan üstünlük iddiasında bulunamaz, siyaseten hükümranlık talep edemez.
Bu hüküm yargıları en başta bu akılla dünyanın, varlık âleminin, evrenin/kozmosun, başlangıç ve sonun kutsal ve kutsal olmayan gibi ikili bir ayrımına, yani düalizme dayalıdır. Ruhani cismani, uhrevi dünyevi, manevi, maddi, Tanrı hükümranlığı, imparator hükümranlığı, Tanrı devleti, hükümdar devleti, Tanrısal yasa, beşeri yasa gibi alanlar bu ikili temel yargıya aittir. Buna insanın ve hayatın parçalanması da denebilir.
Hıristiyanlık Hz. İsa’nın çarmıha gerilip Âdem’in işlediği ilk günahtan onun neslinin kurtuluşunu sağladığı inancına dayanarak, İsa sonrası için yeniden doğuş diye bir şey üretti. Bu vaftiz olanların kurtulacağını, cennete gideceğini müjdelemekti. Bu görev ruhbanlara ve Kilise’ye ait bir tekel kılındı. Kilise başlarda çatıştığı Roma karşısında böylece bir statü elde etti, giderek Tanrısal hükümranlığın temsilcisi, dünyevi krallığın meşruiyet kaynağı oldu. Roma yıkıldıktan sonra bin yıl süren feodal dönemde küçülen kent devletlerinde Hıristiyanlık en güçlü otorite olarak kaldı, birleştirici güç oldu, Avrupa’da siyasi hükümranı, onun yasalarını ve düzenini onaylayacak güce erişti. Aristokrasi ve krallıklarla uzlaşarak siyasetin ve toplumsallığın değişmez üçlü sacayağından birisi olmayı sürdürdü.
Feodalizmin Sonu ve Sekülerizm
Kabaca 15. Yüzyılda başlayan modern çağların başlangıcı feodal dönemin bitişine işaret ediyordu. Yeniliğin en göze batan tarafı eski düzende statüsü, imtiyazı ve yeri olmayan burjuva sınıfı diye tüccar bir sınıfın türemesiydi. O günlere kadar dünyanın her tarafında tüccar sınıfı, kral, aristokrat, asker, çiftçi sınıfından sonra en alt sırada, pek de sevilmeyen bir sınıftı. Bu sınıf, yeni dünyada en güçlü sınıf olacaktır.
Roma’da Kilise’nin yanı başında başlayan sanat ve bilim temelli, “yeniden doğuş” diye tesmiye edilen seküler bir akım başladı. Sanatta ve bilimde Rönesans ve Reform adıyla bilinen bu akım birçok yeniliğin ve gelişmenin tetikleyicisi oldu. Süreç Aydınlanma ve Hümanizm olarak devam etti, liberal iktisadi gelişmelerle birlikte ulus temelli yeni bir sosyal örgütlenme, ordu, anayasal temelli halk meclisleri ve siyasi kurumsallaşma oluştu. Toplumsal bütün işler artık bu yeni sivil/seküler anlayışla çözülecek, din başka şekilde konumlandırılacaktır. Yüzyıllara dayalı bu süreç burada anlatıldığı kadar kolay ve hemen neticelenmedi elbette.
Bu yeni durum, yeni bir insan tanımı, yeni kentler, kentli toplum ve değerler skalasına işaret ederken bundan böyle her şeyin değişeceğine de işaret etti. Nitekim ilerlemeci/lineer bir tarih yorumu, biyolojik ve sosyal bir evrimleşme tasavvuru, cenneti bu dünyada kurmaya ayarlı kalkınmacılık ve refah toplumu kurma hedefi, sürecin belirleyicisi oldu. Bilimsel bilgiyi ve icatları teknolojinin emrine vererek oligopolleşme, serbest ticarete dayalı kapitalist üretim, dağıtım ve paylaşım en temel belirleyici oldu. İktisadi terimle bir pazar tanrısı, bu Tanrı’nın buyruklarıyla yeniden şekillenen iktisat ve siyaset, bu eksende kurgulanan bir dünya sistemi, günlük hayatı dahi etkileyen bir hükümranlık biçimi şekillendi.
Batı, kendi tarihi süreci içinde yeni geçtiği aşamayı yüceltmek için ondan önceki anlayış ve yaşayışı klasik-geleneksel bir dönem olarak niteledi, kendisinin kabulü için de geçmişi aşağıladı. Gelenek ilkelliği, teknik ve toplumsal geriliği, dine-mite-büyüye-rüyaya dayalı bilgi sistemini temsil ediyordu. Karanlıktı. Örgütlenme ve yönetimde zorbalıktı. Barbarlık, köleci topluluktu. İletişimsizlikti, irrasyonaliteydi.
Modernlik bunun tam karşısında ilericilikti, bilimsellikti. Okuma yazma bilmekti. Kentleşme, sivilleşme, özgürleşme ve bireyselleşmeydi. Teknolojiye dayalı üretim biçimi, rasyonalite, ulus temelli endüstriyel toplumdu. Tüketim toplumu, tüketici haklarıydı. Hazcılık, nihilizmdi. Sivil hukuka dayalı örgütlenme, demokratik siyasete dayalı siyasi teşkilatlanmaydı.
Modern Siyasi ve İktisadi Düzen – Yeni Dünya
Bu tarihsel süreç ve toplumsal değişim öncelikle iktisadi olarak Venedik, Ceneviz, Cenova, Milano gibi denize kıyısı olan İtalya kent devletlerinde başlamış, ardından Portekiz, İspanya, Belçika, Hollanda gibi okyanusa açılan ülkelerde devam etmiş, onları takiben Fransa, Almanya ve İngiltere’de nihayetlenip (o devirde henüz böyle ülke adları, sınırlar ve toplumlar yoktur, daha sonra oluşacaktır) en olgun devresine ermiştir. Bu iktisadi gelişmeler sosyal yapıları değiştirecek, belirleyecektir.
Soygun, talan ve sömürü ile ticari sermayeyi biriktirip tekelleşen, kârlı işlere yoğunlaşan ve ondan sonra endüstriyel üretim biçimine geçen bu ülkeler nöbet değiştirerek bayrak yarışını sürdürecek, 1648 Westafalya Antlaşması ile kendi aralarında kendi çıkarlarını korumak ve birbirlerine saldırmamak için uzlaşacak, ondan sonra dünyanın geri kalanını zorla istila ve işgal hareketini başlatacaklardır.
Sanayi için hammadde, sanayide çalışacak iş gücü, mamuller için pazar gerekiyordu. Bilimsel icatları tekniğin emrine verip bunları teknolojik olarak ateşli silahlara, karada ve denizde yüksek savaş gücüne sahip ordulara dönüştüren Batı, sahip olduğu bu maddi ve mali gücüyle tüm dünyanın kaynaklarını, insanlarını, değerlerini, kültürlerini istismar etti, ülkelerini istimlak etti. Batı bunu yaparken kendisini efendi diğerlerini ilkel yaratıklar olarak tasnif etti ve kendisine modernleştirme misyonu biçerek meşruiyet üretti. Batılılar kendi aralarında dünyayı böylece parsellediler.
Bizi ilgilendiren tarafıyla Batı’da I. Dünya Savaşı’na kadar geçen süreçte kapitalist ekonomik sistem, ulusal sınırlar, ulusal bütünlükler sağlanmış, ulus-devletler kurulmuş, sivil kentli toplumlar oluşturulmuştu. Ulusal değerler temelinde inşa edilen uluslaşma aşaması gerçekte Batı’nın kendi içinde ulusal pazarlarını rakiplerine kaptırmamak amacıyla icat edilmişti. Nitekim 16. Yüzyılda başlayan uluslaşma süreci ülkeden ülkeye göre değişen süreçlerde kurulabilmiş, 18. Yüzyılda kurumsallaşmıştı. Bu aşamada Batılı kapitalist ülkeler kendi sınırlarını ve haklarını belirlemek, hatta mümkün olduğunca bunları genişletmek ve artırmak için kendi aralarında birçok savaş yaptılar.
Yüzyıllık iç savaşlar, otuz yıllık çatışmalar, Napolyon’un Fransız Devrimi’nden sonra sürdürdüğü Avrupa, Rusya ve Afrika saldırıları gerçekte ekonomik ve siyasi rekabet gerekçesiyle yapılan savaşlardı. Fakat bu savaşlar tarihe kayıt düşülürken din savaşları veya mezhep savaşları olarak geçirildi. Oysa Avrupa bütünüyle Hıristiyan dinine mensuptu. Ticari rekabet göz önüne alınmadan Roma Kilisesi’nin nüfuzu altındaki Katolik bir ulusun bir başka Katolik ulusla din savaşı yapmasının gerekçesi de, izahı da olamazdı.
Kapitalist gelişmeler sırasında aristokrat sınıf (toprağa dayalı ekonomi ve toplumsal siyasal biçim) ile burjuva sınıfının (sanayiye ve ticarete dayalı ekonomi ve toplumsal siyasal biçim) rütbe, imtiyaz ve otorite konusundaki çatışmaları sonucunda dünya yeni bir şekil almaya başladı. “İngiliz ve Fransız Devrimi” diye nakledilen gelişmeler gerçekte burjuva sınıfının eskiyi devirip yerine yenisini kurduğu bir toplumsallığın ve siyasallığın hikâyesidir.
Bu yeni dünya, serbest ticarete, banka ve borsa sistemine, uluslaşmaya, ulusal iradeye, seçimlere,  halkı temsilen parlamenter yasama meclisine, anayasal devlete ve demokratik siyasete işaret ediyordu. Bu süreçte eski düzeni temsil eden Katolik dini yoruma karşılık yeni düzeni temsil eden Protestan dini yorum öne çıktı. Protestanlık, aristokrasi ve krallık rejimi arasındaki siyaset temelli iç çatışmalar ve savaşlarda burjuvaziden yana bir mezhep oldu. Farkında olsun ya da olmasın ulusal meclislere ve kapitalist sisteme meşruiyet üretti. Zira bunların destekçileri ve koruyucuları kapitalistleşme aşamasına geçmiş prensler ve zaten kapitalist olan burjuva sınıfı oldu.
Protestanlığın meşruiyet bulup yaygınlaşması demek eskiyi temsilen Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesinin sarsılması, uluslaşma önündeki en büyük engel olan ekümenik (sınırlar ve uluslar üstü) Hıristiyanlık inancının yıkılması demekti. Nitekim ulusal kiliselerin kurulması, İncillerin Avrupa dillerine çevrilmesi, herkesin İncil’i okuyup anlayabileceği anlayışının yerleşmesi neticesinde ruhban sınıfının dini anlaşılması ve uygulanmasındaki otoritesinin bid’at ve hurafe başlıkları altında yok sayılmasına yol açtı. Masumane başlayan bu akım giderek kapitalist sistemin parçası oldu, yeni bir dini telakki oluşturdu, bilimsel olarak tanımlanmış yeni bir dini anlayış ile neticelendi. Oysa gerçekte olan şey, Vatikan’ın, eskinin, eski düzenin bir parçası olması sebebiyle teşkil ettiği dayanak noktasının yıkılmasıydı.
Sonuçları itibariyle başka bir şey daha oldu: din savaşları, mezhep çatışmaları olarak ileri sürülen gerekçeler aslında ulusal sınırların tespiti, aynı sınırlardaki insanların ulusal bütünlüğünün sağlanması, ulusal pazarların korunması, gümrüklerin yükseltilmesi, egemen ulus devletlerin kurulması, ulusal dinlerin, dillerin, tarihlerin ve kültürün icat edilmesiydi. Din ve mezhep farklılığı bu gelişmelerde karışık ulusları motive etmek, belli sınırlarda belli bir ulusal bütünlüğü sağlamak ve korumak için kendisinden istifade edilen etkili bir araçtan öteye geçemedi.
Gelişen yeni sürecin devamında Avrupalılar son kozlarını I. ve II. Dünya Savaşlarında paylaştılar. Bu savaşlar onların kendi aralarında son paylaşım mücadelesiydi ve neticede hep birlikte çöktüler. İki savaş arasında ortaya çıkan nasyonal sosyalizm, faşizm ve Sovyet tipi Stalinizm 2. Savaş’tan sonra tasfiye edilmişlerdir. 60’larda ‘Üçüncü Dünyacılık’ akımı başladı ama o da tutmadı. Ondan sonradır ki kapitalist sistem rakipsiz kaldı.
I. Savaş’ta mali ve maddi destekle kendini gösteren Amerika, II. Savaş’ın galibi olarak dünyanın yeni şeklini tayin edecek duruma yükseldi. Amerika, kapitalist sistemi tekrar yüceltti, güçlendirdi ve kendi kurallarıyla temsil etmeye başladı. 1970’lerde finans ekonomisi diye bir şey icat etti, reel ekonomiyi finanse eden ve belirleyen bir sistem kurdu. Bugün dünyada tüm ülkelerin toplam reel üretimi 80 trilyon dolar iken, bunun on katı büyüklüğünde 800 trilyon dolar finans ekonomisi var. Şu haliyle artık bu sistem yeryüzünde “Tanrı” rolü oynuyor.
Buraya kadar özetlenen süreç Batı tarihine özeldir. Fakat gerek emperyal istila sırasında gerekse I. Savaş’tan sonra bu tarih bütün uluslaştırılan milletlerin de tarihi oldu. Onlar da bu tarihin birer parçası kılındılar. Batılı gibi olmak, bilimsel ve teknik açıdan ilerlemek ve kalkınmak, medeniyet ve uygarlığa ulaşmak için bu süreç, talep edilen, amaç ve hedef edinilen bir süreç oldu. Dolayısıyla Osmanlı dâhil dünya devletleri, bu devletlerin yönetici elitleri, eski hallerini terk edip Batılılaşmaya başladılar. Süreç öyle işledi böyle işledi kısmı işin teferruatıdır. Aslolan bu sürece girme iradesinin gösterilmesi, bu yolda ilerlemenin vazgeçilmez kılınmasıdır.
Türkiye’de Olup Bitenler
Türkiye’de olup bitenler dünyada olup bitenlerden bağımsız değildir. Gelişmeleri doğru kavrayabilirsek Osmanlı sonrası burada ne olup bittiğini, bugün nereye geldiğimizi de doğru kavrayabiliriz.
Bağımsız, emperyalizm karşıtı egemen bir ulus-devletten bahsettiğimizde meseleleri sadece içeriden okumuş ya da kendimizi bu yolla motive etmiş olabiliriz ama bu gerçeğin tümünü yansıtmaz. Bu sebeple Türkiye, bugünkü durumu dâhil son iki yüz yılda bir Batılılaşma tercihinin ürünü ve neticesidir. Arada derede kimi farklı müdahaleler yapılmaya çalışıldıysa da ana rotada bir değişiklik olmadı. Netice itibariyle bugünkü halimizle dünya sisteminin bir parçası, kapitalist iktisadi düzenin bir bileşeni durumundayız. Bu bağlamda sanılmasın ki Türkiye diğerlerinden farklıdır. Hayır, dünyada neyse Türkiye’de de benzeri bir durum vardır. İttihatçıların bizi getirdiği yer, sonrakilerin de kurumlaşarak sürdürdüğü yer budur.
Bugünün dünyasında iktisadi adalet, siyasi adalet, sosyal adalet, hukuki adalet diye bir şey yoktur ya da bu adalet bu sistemin adaletidir. Burada maddi güç geçerlidir ve güçlü olan haklıdır. Güç sermayedir. Uluslararası hiyerarşi de bu güçler dengesine göre kuruludur. Realite bu!
Geleneksel dönemde mali, siyasi ve askeri güç olarak egemenlik yüzde onluk nüfusa tekabül eden aristokratlara aitti. Şimdiyse benzer şekilde dünyada yüzde onluk temsille sermaye grubuna aittir. Bu grup kendi içinde oranlanırsa yüzde birlik bir kaymak tabakası tüm dünyanın emeğine, becerisine, birikimine, kaynaklarına, doğasına, çevresine el koymuş, tüm hasılanın üzerine oturmuş durumdadır. Bizde de reklamı bolca yapılan Uzak Doğu’daki gelişmiş Asya Kaplanları da aynıdır. Bu tür bir adil(!) paylaşım, mevcut siyasi ve hukuki adaletle(!) sağlanmakta, NATO ile korunmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye ile ilgili sadece iki örnek vermekle yetinelim: 2016 başlarında Türkiye’de 1 milyar dolar ve üzeri servete sahip olanların sayısı 35 kişidir (bu sayı 2000’lerin başında 10 kişi kadardı). Bunların toplam serveti 35 milyon insanın toplam kazancına eşittir. Bankalarda 1 milyon TL ve üzeri nakit mevduata sahip olanların sayısı 200 bin kişidir (bu sayı 2000’lerin başında 50 bin kişi kadardı) ve bunların toplam servetleri 80 milyon nüfusun kazancına eşittir. Kapitalizmin iktisadi adaleti budur! Geride kalan siyasi, hukuki adaletin ne iş gördüğünü, bilimsel çalışmaların neye hizmet ettiğini söylemeye gerek yoktur.
Bugün biz bu sürecin nesine karşı çıkıyor ya da neden yanında yer alıyoruz? Bunun cevabı önemlidir. Bunu anlamak için dahi yukarıda anlatılanları hatırlamak ve değerlendirmek gerekiyor. Bugün kurulu düzende toplumsal ve siyasal bakımdan gidilen istikamette bir değişiklik yoksa, iktisadi alanda vahşi paylaşım aynen sürdürülüyorsa, buna rağmen mevcudun dışında başka bir yapısallık ve sistem talebi yoksa, bu sistemde küçük farklılıklarla yer tutmak bizi motive ediyorsa, itikadi açıdan neye taraf olacağımızın belirlenmesinde büyük yarar umulur.
Söz buraya gelmişken bize veya kastettiklerimize yönelik Atilla Fikri Ergun’un dile getirdiği eleştirilere hatta yer yer zemmedişlere bir değini yapmadan olmaz.
Sıkça telaffuz edilen albenili kelimelerden özgürlük, medeniyet, bilimsel gelişmeler, tekniğin icadı, uygarlık, uzay çağı gibi ifadelerden tam olarak ne kastedildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Burada herkesçe savunulan özgürlüğü başa alarak bir şeyler söyleyebiliriz. Sanırım bunu da tartışmanın bir sonraki bölümünde yapacağız.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir