Tarih ve Siyaset Tartışması -I-

Tarih ve Siyaset Tartışması -I-

Tarih ve Siyaset
Tarih, insanlık tarihi boyunca çeşitli insan gruplarının birleşip topluluklar halinde, belirli mekânlarda nasıl yaşadıklarını, iktisadi, hukuki, mesleki işlerini nasıl çözdüklerini, siyasi olarak nasıl örgütlendiklerini, yönetimlerini, savaşlarını ve barışlarını, hükümet ve devletlerin yükseliş ve düşüşlerini anlatır. Bu sebeple kıymetini bilene “tarih talihtir” demişler.
Siyaset, farklı eğilimlere, tutkulara, fikirlere ve reylere sahip insanların toplum halinde bir arada yaşamasını, toplu yaşamın gerektirdiği her türden işleri ve doğurduğu sorunları çözmek için, köylerden mega-kentlere kadar her yerleşim biriminde ve her kademede örgütlenerek yönetim ve idare işini düzenlemek için örgütlenmiş devlettir, hükümettir, otoritedir. Küçük olsun büyük olsun nerede yerleşik bir toplum varsa orada bir siyaset vardır.
Tarih bilmek, tarih felsefesi yapmak önemlidir. Süregelen insanlık tarihinde her devirde ve her şartta yerleşik bir toplumun bir tarihi, bir de siyaseti vardır. Tarihi ve siyaseti olan toplumların bir geleceği vardır. Göçer kavimlerin de bir siyaseti olabilir ama onların bir tarihinden ve geleceğinden bahsedilemez, zira yerleşik olanlar içinde eriyip giderler.
Tarihte “bugün” denen durum veya iktisadi, siyasi, hukuki, mesleki, askeri, sanatsal her tür toplumsal vaziyet, dünden kurulmuştur. Dolayısıyla yarınlar bugünden kurulmaktadır. Dünü bilmeyen bugünü anlayamaz, bugünü anlayamayanın yarını olmaz.
Topluluk yaşamının “kurucu” iradesinden ve “kurucu” ilkesinden bahsedildiğinde mevcut siyasi ve iktisadi düzeni dünden kuranları, bugün o kurulumu muhafaza ve müdafaa ederek yarınlara taşıyan “kurulu” siyasi bir iradeden bahsedilir. Bu sebeple tarihi olmayanların siyaseti de olmaz. Dolayısıyla tarih bir hikâye, bir efsane, bir mit değildir, siyaset de sadece zorbaların, zalimlerin yönetimi ve baskıcı düzenleri değildir. Bu sebeple tarih talihtir, tarihsizlik talihsizliktir.
Tarih ve siyaset, her ikisi de yetkin, erdemli, ahlaki ve adalet kayıtlarıyla sınırlanmış bilginlerin ve yöneticilerin elindeyse, ikisi birlikte doğru bir ilişki ve irtibat halindeyse, insanlar ve toplumlar için başarı, yükselme, mutluluk ve huzur vardır, değilse zorbalık, yoksulluk, baskı ve gelecek kaygısı söz konusudur. İbn-i Teymiyye’nin dediği gibi “kâfir de olsalar adaletli yönetimlere Allah yardım eder, Müslüman da olsalar zalim yönetimlere yardım etmez”.
Türkiye’de yaşayanlar için ibret alınacak, toplumsal yaşamın bugününü anlamlandıracak, bugünkü iktisadi ve siyasi teşkilatlanmanın adalet ya da zulüm üzerine mi işlediğini öğretecek en yakın tarih, eskiye kıyasla keskin dönüşlerin başlangıcını ifade eden 1839 Tanzimat fermanıdır. Onun ardından aynı rotayı takip eden 1856 Islahat, 1876 Meşrutiyet (Anayasallık), 1909 II. Meşrutiyet, 1923 Cumhuriyet, 1960 ABD ve AET aşamalarıdır.
Tanzimat’la başlayan süreç, devleti idari, kurumsal ve yapısal her kademede modern ilkeler ve değerlere göre yeniden düzenleme, devletin kendisini ifade ederken meşruiyet sağladığı, milletler sistemindeki yönetilenlerle kurduğu ilişkileri ifade eden  “şer’i nizamı ve onayı” terk etme hareketinin başlamasıdır.
Bu hareketi siyasi role ve iradeye çevirip, örgütlü bir misyon üstlenerek, eski düzenden ideolojik ve kurumsal manada kopan ve modern projeye uygun bir biçim ve muhtevada yeni bir düzen kuran İttihatçılıktır. Başlatanlar Sultan Halifeler, devam ettirenler bunlardır. Bu isimlendirme Genç Osmanlılardan başlayıp, Genç Türklerle devam eden, Cumhuriyetçiler ve ABD ve AB’cilerle nihayetlenen, birbirini üretip takip eden bir zihniyetin, bir iradenin, bir politik modernleşme projesinin temsilcilerini ifade eder. Topluca Batıcılar ve Türkçülerdir bunlar.
İttihatçılık
Kendi çağının modern uluslaşma fikrine ve ülküsüne saplanan İttihatçılık, çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devletin siyasi, iktisadi ve idari yapısını değiştirirken, her ne kadar bozulmaya yüz tutsa da hâlâ yürürlükte tutulan devletin şer’i hukuk sistemine dayalı meşruiyet arama gerekçesini de değiştirdi. Bunları yaparken amaçları ve hedefleri, Müslüman milletin üstünlüğü üzerine kurulu Osmanlı milletler sistemini, yani sosyal örgütlenme biçimini değiştirip, her milletin “eşit” ama “ulus” temelli, Türk milletinin ise “daha eşit” olacağı yeni bir örgütlenmeyi gerçekleştirmekti.
Bu hedeflerinin önündeki en büyük engel İslam, İslam’ı zihniyet ve siyasi meşruiyet kaynağı olarak temsil eden sınıf ve güç olarak da ulema idi. Burada o sistemin ne kadar İslami olup olmadığını değil mevcudu konuşuyoruz. Bu nedenle bu devleti, devlet-millet ilişkisini yüzlerce yıl ayakta tutan, başarıdan başarıya koşturan İslam dini, devletin çöküş zamanı geldiğinde artık “terakkiye mani” olarak hedef tahtasına kondu. Siyasi, askeri ve iktisadi tüm başarısızlıkların faturası İslam’a kesildi.
İşler buraya geldiğinde İslam, dinin özü, aslı, toplumsallık ve siyasetle ilgili kurucu ve kurulu yapısı bağlamında artık Hıristiyan teolojisine uygun bir şekilde yeniden tanımlanmaya ve konumlandırılmaya tabi tutuldu. Dolayısıyla artık İslam, siyasetten, hükümetten, devletten ve tarih sahnesinden uzaklaştırıldı.
İttihatçılık, modern Batı zihniyeti, ilkeleri ve programına göre hareket ettiği için, Osmanlı “milletler sistemi” içinden çıkartılacak ve Türk unsuruna dayalı kurulacak yeni bir devlet modelinin peşine düştü. Bunların içinde “Kızıl Elma” hedefi ile dünyadaki bütün Türkleri, “Turancılık” hedefiyle yakın coğrafyadaki Türkleri birleştirmeyi düşünenler, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan, Türk olmayan unsurları dışarıda tutarak, sınır dışında kalanları da içeriye toplayarak devletin yeni sahibi olarak bir Türk Milleti oluşturma üzerine hesap yaptılar.
İttihatçıların içinde kısa sürede tasfiye olan, Osmanlıcılık davası güdenler kadar, mevcut devleti veya Hilafeti korumak için İslamcılık davası güden ama Cumhuriyet’le birlikte tasfiye edilenler de vardı.
İttihatçıların modern projeye iman etmiş Batı’cı ve Türkçü kanadının Türk Milleti tanımı, İslam dininin millet tanımından muhteva olarak da, şekil olarak da farklıydı. Bugün çok daha iyi anlaşılan ama o günün koşullarında sadece bilenlerin anladığı Türk Milleti tanımı, öğretmenleri Avrupalı olanların uluslaşmış Nation/Halk tanımıydı. Bu aynı dili konuşan, aynı soya ve tarihe mensup, aynı kaderi paylaşan, aynı ülkeyi vatan saymış, aynı sınırlarda yaşayan bir Türklüktü.
Bu Türk’e bir de din gerekliydi ama bu din, ulusallaşmış, ulusa has, ulusal öğeleri destekleyen ve meşrulaştıran bir unsurdan ibaretti. Bu din, 1960’lara kadar Türk Müslüman, 60’lardan sonraysa Müslüman Türk şekline bir bileşen olarak, şartlara ve ihtiyaç durumuna göre gidiş gelişler yaşadı.
Türk ulusunun/halkının/milletinin böyle tanımlanması demek, modern zihniyet ve proje gereği Türklerin toplumsal işlerini de modern değerler ve usullerle görmesi demekti. Siyasi iktidarın, hükümetin, devletin Türklere ait olması, bürokratik kademede, toplumsal hiyerarşide ve ekonomide Türklerin söz sahibi olması demekti.
Türklük olarak kodlanan ulus tanımı sadece sınırları, vatanı, tekliği ve iktidarı belirlemiyordu. Kapitalist ekonomik sistemde iktisadi örgütlenmeyi, Cumhuriyet tarzı yönetim biçiminde siyasi örgütlenmeyi, laiklik esası içinde yasamayı ve adli örgütlenmeyi, anayasal vatandaşlık temelinde Türk olmayı da belirliyordu. Zira taklit edilen Avrupalı “medenileşirken” tüm bunları gerçekleştirmiş, askeri ve iktisadi bakımdan güçlenmişti. Aynı hedefe varmak isteyenler de bu yolu takip ediyorlardı.
İttihatçıların peşinde oldukları dava nihayet 1924 Lozan ve İzmir İktisat Kongresi ve yenilenen 2. Meclis’le birlikte tescillendi. Bundan sonra en çok dikkat çeken değişikliklerden çarpıcı örnekler vermek gerekirse, Hilafetin kaldırılıp laikliğin, Kur’an alfabesinin kaldırılıp Latin alfabesinin, şer’i ve örfi mahkemelerin kaldırılıp modern usule dayalı tek tip mahkemelerin, İslam’ın üstünlüğü yerine her dinin eşitliğinin, yasamanın dayanağının şeriat olmaktan çıkartılıp akıl, bilim ve çağdaşlık referansının, İslam Milleti yerine Türk Milleti’nin, çoklu eğitimin yerine tek tip eğitimin ikame edilmesini sayabiliriz.
İttihatçılık modern bir zihniyet biçimini, modern ilkeleri ve programı, bu programı pratiğe aktarmak için örgütlenen bir kadro hareketini ifade eder. Bunlar, komitacıdır. Yani haklı olduklarını düşündükleri davalarını siyasi iktidarı ele geçirerek, devlet imkânlarını kullanarak gerçekleştirmek isterler. Bunun için gerekirse zor kullanmayı, şiddeti meşru görürler. İktidara geldiklerinde de yukarıdan aşağıya doğru buyruklarla halkı modernleştirerek “adam” etmek isterler.
İttihatçılık bir zihniyettir derken, bugünün Türkiye’sinde hâlâ onların gölgesi hüküm sürmektedir. Sağcısı Solcusu, İslamcısı laikçisi, milliyetçisi muhafazakârı, ulusçusu globalcisi, Cumhuriyetçisi demokratı olsun, aralarında birtakım farklılıklar olmakla birlikte bunların hemen hepsi İttihatçıdır denebilir. Bu yargımızı desteklemek için şu hususları sayabiliriz:
İttihatçılık militarizmdir. Devlette ve toplumda hiyerarşiciliktir. Buyurganlık, ben bilirimcilik, hesap verilemezlik ve abartılı halde vatanperverliktir. Ülkede kemikleşmiş bu tarz siyaset biçiminde toplumu ikna etmek gibi, meseleleri izah etmek ve şeffaflık gibi, doğruyu eğriyi göstermek gibi, şartları ve alternatifleri tartışmak gibi, geniş katılımlı onay almak gibi bir anlayış ve yöntem yoktur.
İttihatçı zihniyet iktidarı ele geçirdiğinde kutsal devlet mottosu devreye girer, militarizm ve hiyerarşi toplum hayatına da yansır. Bu sebeple devletin imkânları ve kurumsal yapısı kullanılarak parti devlet, devlet partisi anlayışı iktidara muhalefet eden çeşitli kesimleri bastırır, farklılıkları susturur. Bu hiç değişmedi. O gün bugündür her iktidarın işini kolaylaştırdığı için de fazlasıyla kullanışlı oldu.
Ve bu zihniyet, bu kadro anlayışı, bizi I. Dünya Savaşı’na sokarken kararı kendisi verdi, savaş sonunda parçalanıp bugün hâlâ süren sorunlarımızın müsebbibi oldu. Cumhuriyet’i ilan ederken de, Lozan’ı imzalarken de aynı şey oldu. Burada mesele, o günkü şartlarda belki o kararları vermek doğrusuydu ama o kararlar tüm ülkenin kaderini tayin edeceği için tartışılabilmeli, farklı seçenekler konuşulabilmeli, mutabakat sağlanmalıydı.
Bugüne geldiğimiz zaman artık Genç Osmanlıları, Genç Türkleri, İttihatçıları, Cumhuriyetçileri, Avrupacıları ve Amerikancıları illa suçlamak, kaybedilen mevzilerden dolayı onara küfredip rahatlamak ya da onlardan öç almak gibi bir duyguya kapılmayı değil, yanlışlar varsa onları konuşup bundan sonrası için gereken dersleri çıkartmayı düşünmeliyiz. Zira tarih bu tarafıyla yaşanmış, bitmiş, taraflar sahneden çekilmişlerdir. Dolayısıyla bu tarih hepimizin tarihidir.
Doğrusuyla yanlışıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla bu tarih bizim tarihimizdir. O dönemlere ışınlanıp gidemeyeceğimize, gelişmelere müdahale edip değiştiremeyeceğimize göre, bugün oradan çıkartılacak derslerle en azından bugünü kurtarmak, geleceği daha iyi şartlarda kurmak gibi bir irade ve imkâna sahip olabiliriz. İttihatçı zihniyetten kurtulabilir, kutsallaştırılmış taraftarlığı aşabilirsek, tarihin ellerimize sunduğu imkânları fark edebiliriz.
İttihatçı zihniyetin, kendi dönemi ve şartlarında düşündüklerini, ileri sürdüğü fikirleri ve tarafgirliğini, kurduğu ittifakları anlamak, bugünün dünkü kurucularını anlamaktır. Bugünü belirleyen tarihi çizginin mimarları olarak onların bize bıraktıkları mirası neticeleriyle birlikte anlamaktır. Tarih bunun için gereklidir ve yarın kaygısı taşıyanlar için bu şarttır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, siyasi, iktisadi, hukuki bazda halihazırdaki toplumsal vaziyet, onların eseridir. Şu sebeple ki, “kurucu irade”, “kurucu ilkeler” ve “anayasal” temel, bugün o temele ve iradeye dayalı “kurulu irade” olarak bütün işleri yürüten hükümetler, aynı zihniyetle yolda devam etmektedir. Sağcılık Solculuk, İslamcılık laikçilik, milliyetçilik muhafazakârlık birer detaydır, bu detaylar mevcut esaslar dâhilinde bir şey ifade etmezler, edemezler. Çünkü hiçbirinin mevcuda rağmen başka bir mevcut gibi iddiası, ilkesi, programı yoktur.
Burada önemli bir not düşerek konuyu kapatmak gerekirse, İttihatçıların, başkası mümkünken tek millet ve merkezi-üniter devlet ülküsüne dayalı bir siyasi ve idari sistem kurma programı, Osmanlı’dan kopan parçaların da aynı yola girip aynı programı takip etmelerinde örneklik ve model etti. Bu hareket önce Balkanlar, ardından Kafkaslarda bunun önünü açtı. Araplar ve Kuzey Afrikalılar da kendi millet sistemlerine dayalı ulus devletlerini kurmak üzere harekete geçtiler. Çünkü I. Dünya Savaşı’ndan önce söz konusu ulusların önderlerinin çoğu İttihatçı kadro içindeydiler, savaş sonrasında kopanların neredeyse tümü aynen İttihatçıların yaptıklarını kendi ülkelerinde yaptılar.
Lozan’da Ne Oldu?
1921’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı son oturumunda Misak-ı Milli sınırlarını belirledi, kararlarını Ankara’daki 1. Meclis’e yazılı olarak yolladı, Meclis de bunu bir iki kelime farkıyla kabul edip benimsedi. Lakin iki meclisin de bu hususta çıkarttığı bir karar olmadı.
1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayan İttihatçılar idi. Antlaşma sırasında taraflardan her kimin o an itibariyle elinde hangi toprak parçası varsa o ülkeye aitti. İhtilaflı yerlerde Amerikan Başkanı Wilson Prensibi ve Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’nde belirtilen milletlerin kendi kaderini tayin hakkı gereğince “plebisit”, yani oylama yapılacaktı. Lakin bu pek uygulanmadı, çünkü o günün emperyal gücü olan İngilizlerin işine gelmiyordu. Bizim de gücümüz yetmediği için ses çıkartamadık.
Ankara’daki 1. Meclis’in üyeleri Lozan’ı kabul etmeyip “gerekirse savaşırız” derken, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “savaşacak gücümüz kalmadı” diye buna itiraz etmeleri üzerine ortaya çıkan ihtilaf sonucunda Meclis feshedildi. 2. Meclis üyelerinin seçimine kadar geçen arada Lozan görüşmeleri devam etti ve antlaşma imzalandı. Bu, daha sonra toplanan 2. Meclis tarafından da onaylandı.
Misak-ı Milli sınırları Lozan’dan önce çizilmişti. Kabaca Atina’dan başlayarak Bulgaristan’ın üçte birine tekabül eden Batı Trakya’yı, Batum’u, Bağdat’ın 20-30 km güneyinden başlayarak Halep, Şam, Ürdün, Lübnan, Kudüs, Kerkük, Musul, Süleymaniye ve Erbil’i kapsıyordu. Süleyman Şah türbesi Suriye’de güneyden geçen sınır güzergâhını tayin etmekteydi. AK Parti döneminde bu türbe iki kez kuzeye kaydırıldı.
Osmanlı sonrası ayrışmada ve Lozan’da Kürtlerin davranışı ilginçtir. 20. Yüzyılın başında Kürtlerden bazıları ‘Kürt Teali Cemiyetleri’ kurarak, Kürtçe gazete ve dergiler çıkartarak bir Kürt ulusu, ulusa dayalı bir Kürt devleti kurmak için çalışmalar yaptılarsa da bu faaliyet etkili olamadı. İngiliz ve Fransızların aradığı bir halk hareketine ya da plebisitte kazanılacak oy oranına dönüşmedi. Kürtler, Türklerle bir millet oluklarını, Kürt-Türk iki unsurun aynı İslam Milleti’ni oluşturduğunu söyleyerek ayrı bir devlet istemediler.
Bunun içindir ki bugünkü doğu sınırı, 1925’e kadar statüsü belli olmayan Irak’taki Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil, Türk ve Kürt İslam Milleti’nin yurduydu. 1925’de İngilizlerle imzalanan Ankara Antlaşması’yla buralar Irak’a bırakıldı. Buna karşılık 25 yıl süreyle Musul petrollerinden belirli bir pay Türkiye’ye verilecekti. Suriye, Lübnan ve Ürdün Fransızlarla varılan anlaşmayla terk edildi.
Her ne kadar o günün şartlarında petrol rezervlerinin olduğu yerlere İngilizlerin askeri olarak çökmesi ve işgal etmesi belirleyici olduysa da, buradan anlaşılması gereken başka bir husus daha var ki, o da, Müslüman Kürtler Lozan’da, Araplar gibi ayrı bir millet olma iddiasını sürdürselerdi, Wilson Prensipleri ve Cemiyet-i Akvam’ın sinsi planları gereği bugünkü Türkiye’nin doğu sınırları bu halde olmayabilirdi. Devleti ve kurumları elinde tutan ve birinci savaştan yenik çıkan İttihatçıların o günkü şartlarda savaşacak güç ve azmi kalmamış, elde kalanı koruma politikası güderek uluslararası ittifaklara açık hale gelmişlerdir.
Netice Nereye Vardı?
2. Dünya Savaşı sonrası parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve Osmanlı milletler sisteminden ayrılan birçok yeni ulus/millet türedi ve yeni ulus-devletler kuruldu. 2. Savaşa kadar geçen sürede İngiliz ve Fransız emperyalizminden, ardından Sovyet İhtilali’nden de fikren ve fiilen etkilenen ulus-toplum ve devletler boy gösterdiler.
İki savaş arasındaki devrede İngilizlerin bayraktarlığını yaptığı kapitalist liberal ekonomiye ve demokratik siyasete mukabil Nasyonal Sosyalizm, Faşizm ve Stalinizmin militarist siyasi, askeri ve ekonomik politikaları başka bir model olarak öne çıktı. Bu politikalar coğrafyamızda ve yeni kurulan devletlerde kimi diktatörlerin, monarşilerin ve kralların yönetimine örneklik teşkil ettiler. 2. Savaş sonrasında dünya sistemi yeni bir siyasi hiyerarşiye geçerek yenilendi ve Amerika, bu bölgeyi ve ülkeleri kendi nüfuz alanı haline dönüştürmek için operasyonlara girişti.
1960’a kadar kendi nüfuz bölgesinde Sovyetleri tehdit olarak kullanan Amerika, daha sonra İsrail’i aynı amaçla kullanmaya başladı. 1950-60 arasında Türkiye, Mısır, Sudan, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Lübnan, Filistin, Hindistan gibi ülkelerde bir dizi yönetim ve yönetici değişiklikleri yapıldı. Peş peşe gerçekleştirilen ihtilallerle hükümetler devrildi, hükümetler kuruldu.
1980’lerde projelendirilen ancak 11 Eylül 2001’le fiilen yürürlüğe konulan yeni bir düzenleme hareketi başlatıldı. Buradaki yenilik, gerçekte 60’larda başlatılan yönetim katındaki operasyonların bundan böyle halk katında devam ettirilmesidir. Amerika, bu operasyonlar neticesinde Osmanlı’nın son idari düzenlemelerini, 1. ve 2. Savaş sırasında bu düzenlemeler üzerine bina edilen İngiliz ve Fransız koloni politikalarının “hukuki” düzenlemelerini baz alarak yoluna devam etti. Ortadoğu coğrafi olarak nasıl parçalanacak diye merak edenler, Osmanlı idari sistemine ve 1. Savaş sonrası parçalanmaya bakarak fikir edinebilirler.
Bugüne Gelecek Olursak
2. Savaş’tan bu yana epey zaman geçti ama savaş neticesinde dünya düzeni yeni bir hiyerarşiyle yeniden kurulmuştu. 2. Savaş’tan sonra yenildikleri için tasfiye edilen Nasyonal Sosyalizm ve Faşizm, siyasi ve iktisadi devlet sistemi olmaktan çıkartılırken Stalinizm’e orta vadeli bir ömür sunuldu. Süreçte kapitalist sistem kendini yeniledi, daha da güçlendi. 1980’e kadar olan süreçte sosyalist ekonomik ve idari düzen, Stalinist merkezi devlet sistemi ve bürokratik yönetim biçimiyle birlikte planlı ekonomik bir sistem üretmiş, sosyalist bir blok oluşturmuştu.
Sosyalist sistem aslında kapitalizmin dişine göre bir rakip olarak Amerikan nüfuz alanlarının kapitalist sisteme ve demokratik bloğa geçmesi için “öcü” rolü oynadı. Türkiye bu sıkıştırmayı 1945 Moskova notasına karşılık 1952’de NATO’ya girişle yaşadı. 80 sonrasında sosyalizm devreden çıktı ve kapitalist ekonomik sistem tek sistem olarak kaldı. Sovyetlerin devreden çıkmasıyla Cumhuriyet idareleri demokrasiye, krallıklar ve monarşi rejimleri de Cumhuriyet’e dönüşmeye başladı. Bunun bir diğer anlamı globalizmdi, yani küresellik.
Bu kısa özetten sonra artık konuşulması ve anlaşılması gereken şey, dünyanın Amerikan tarzı bir kapitalist iktisadi örgütlenmeye, Amerikan tarzı bir demokratik siyasi örgütlenmeye, Amerikan tarzı bir tüketim kültürünün yüceltildiği sosyal örgütlenmeye, Amerikan tarzı bir insan hakları hukuk sistemine, Amerikan tarzı bir seküler dindarlaşmaya doğru yol aldığıdır. Avrupa, Uzak Doğu ve Asya bu sisteme boyun eğdi, Balkanlar, Kafkas koridoru, Ortadoğu ve Afrika hızla bu sisteme entegre olma yolunda ilerliyor.
Bu Amerikan tarzı sistemin bugünkü şartlarda görünümü tam olarak şöyledir: Finans ekonomisi denen bir sisteme dayalı sermayenin temsil ettiği ve yönettiği tekelleşmiş bir imparatorluk, dünya ölçeğinde “hükümranlık” sahibidir. Para, banka ve borsa sistemi sanal bir iletişim sayesinde fiili serbest dolaşım özgürlüğüne kavuşarak tüm dünyada günlük hayatı ve kararları etkileyecek, insan türünün ilişkilerini, hükümetlerin ve milletlerin kaderini belirleyecek “tanrısal” bir kudrete sahip olmuştur.
Üçüncü Dünyacılık ya da Filme Kısa Bir Ara
Kapitalist iktisadi örgütlenme biçimine ve Sovyetik sisteme alternatif olarak 1960’larda ortaya çıkan ama feri çabuk sönen bir Üçüncü Dünyacılık Hareketi doğdu. Hindistan, Çin, Yugoslavya ve Mısır önderliğinde Amerikan ve Sovyet bloğuna karşılık üçüncü bir alternatif mahiyetinde, siyasi bağımsızlık ve iktisadi birliktelik bağlamında bir çıkıştı bu.
Üçüncü Dünyacıların sayıları 1970’lerden itibaren BM’de her türlü kararı alacak oy çokluğuna da ulaştı. Fakat bunlar ayrı bir blok olarak varlık gösteremediler. 90’lara gelindiğinde bu proje bir umut olmaktan çıkıp nostaljiye dönüşerek tarihe karıştı.
İslamcılık
Dünya tarihinde her devrede imparatorluklar görüldü ama bir imparatorluğun tek başına dünya hükümranlığı görülmedi. İnsanlığın buna karşı arayışı da henüz bitmedi. Üçüncü Dünyacılık denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasından, Sovyet tarzı iktisadi örgütlenme biçiminin devreden çıkmasından sonra, bu dünyaya, bu tarihe, bu devletlere, bu hükümetlere, bu iktidarlara alternatif olarak yeni bir akım çıktı ortaya: İslamcılık.
İslamcılık, ilahi olmak, kitabi olmak, yazılı kaynaklara dayanmak, peygamberleri takip etmek ve tarihsel tecrübeye sahip olmak gibi kayıtlarla, kendine has çağrısıyla ve davetiyle bu dünyada hep vardı. Başından beri vardı. Diğerleri arasında en kadim olanıydı. Hatta diğerleri bu çağrının bozulmuş değişik halleriydi dahi denebilir.
Aydınlanma çağıyla başlayıp 19. Yüzyılda kurumlaşan modern anlayış ve proje, endüstriyel toplumu üretmiş, serbest ticarete dayalı liberal ekonomik sistem, demokratik siyasal bir düzen icat etmişti. Bu proje eşyayı ve varlığı, modern bir zihinsel kavrayışla insanı ve ilişki biçimlerini tanımlamış, modern değerler temelinde üretilen yeni ölçülerle başka bir dünya, başka bir toplumsal biçim kurmuştu. 20. Yüzyılla birlikte tüm dünyaya yayılmaya başlayan bu proje ve pratik, Müslüman dünyayı da etkilemiş, Müslümanları geriye doğru bir veya iki yüzyıl kadar tarihin dışına çıkartmıştı.
Tarih dışı kaldığı süreçte dini inanç ya da kavrayış ve Müslüman’ca örgütlenme biçimi olarak İslam da, tipik bir Batılı anlayışla yorumlanarak, kişisel bir inanç olarak vicdani bir alana ait tercih kılınarak, sadece ahlaktan, sadece ibadetten ibaret bir dine dönüşmüştü. Dolayısıyla binlerce yıldır insana, topluma, devlete, siyasete, iktisada, hukuka müdahale eden, kendi değer ölçüsüyle bu alanları kuşatarak tevhid edip yöneten, sosyal örgütlenme ve idari teşkilatlanma biçimini kendi değerleriyle bütünleştiren İslam, 19. ve 20. Yüzyılda artık sadece bir inanca, o inancın unsurlarına, ahlaka ve şekli ibadetlere dönüştürülmüştü.
Bunun toplumsal ve pratik karşılığı şuydu: İslam bir din olarak siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal örgütlenme alanını belirleyemezdi. Her din gibi o da sosyolojik bir kategori, metafizik bir inanç sistemiydi. Her din veya inanç sistemi gibi o da hukuki statü olarak diğerleriyle eşitti. Bu sebeple İslam da siyasete, devlete, iktisada ve örgütlenmeye karışmamalı, topluma ve kamusal hayata müdahale etmemeliydi.
İslam’ın Tarihe Dönüşü
Kendi doğasına, tanımına, muhtevasına, amacına ve hedefine, toplumsal olarak var oluşuna koyduğumuz şerhleri de göz önüne alarak diyebiliriz ki, İslamcılık, son iki yüzyıla kıyasla yeni bir anlayışı, yeni bir oluşu, varlıklar alanında yeni bir ilişki biçimini ve dolayısıyla toplumsal ve siyasal olarak yeni bir yapılanmayı talep ediyor.
Tarihe ve hayata sosyal adalet, siyasi adalet, iktisadi adalet, hukuki adalet olarak müdahale etmek için teşkilatlanmak istiyor. Bu adalet alanlarını birbirinden ayırmadan tevhit etmek istiyor. Kötüyü ve iyiyi yeniden belirlemek istiyor. Bu haliyle dönüş, yakın geçmişten de, şimdi var olandan da çok farklı bir şeydir. Bu sebeple kendi içinde yaşadığı ve içinden çıktığı krallık, monarşi ve cumhuriyet tarzı siyasi rejimleri, liberal kapitalist tarzdaki iktisadi örgütlenmeleri, laik hukuk temelli idari ve adli düzenlemeleri değiştirmek, Müslümanları kendince yeniden örgütlemek istiyor.
Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kuzey Afrika’da, Yakın Doğu’da, Ortadoğu’da, Hint Alt-Kıtasında hatta göçmenler vasıtasıyla Avrupa’da ve Amerika’da, yukarıda sayılan amaçla bir dizi İslami hareket, bir dizi İslami cemaat kuruldu. Bunların her biri kendi toplumları içinde sosyo-kültürel faaliyetlere, bazı yerlerde milis hareketlerine dönüştü.
Kimi yerlerde daha önce başlasa da (Pakistan, Tunus, Türkiye gibi) genel olarak İslamcılık, 1980’den sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Hint Alt-Kıtası özelinde birer “sivil” siyasi partiye dönüştürüldü. Ülkelerin siyasi mevzuatlarına ve görece özgürlüklerine bağlı olarak seçimlere girenler ya hükümet ya da hükümet ortağı oldular. Seçim yapılamayan baskıcı rejimlerdeyse en güçlü toplumsal muhalefeti temsil etmeye başladılar. İçlerinde İran’da siyasi devrim yapmayı başaran hareket dahi oldu.
Sivillik
‘Sivil’ kelimesi Batı zihniyetine, Batı pratiğine ve Batı tarihsel sürecine ait düşünüş sistematiğinde yer alan bir kavramdır. Özü itibariyle Kilse otoritesinin dışında ya da karşısında olan, Kral’a ait beşeri aklın otoritesini ifade ettiği gibi, Kral’dan yana olmayı da ifade eder. Dolayısıyla sivillik, Kilise’nin ilahi kaynaklı yasa yapma yetkisine karşılık İmparator’un da seküler zihinle yasa yapma yetkisine işaret eder.
Sivillik, siyasi manayı kuşandığında modern toplumsal hayatta dinden bağımsız otonom bir kategoridir. Yasama ve idari düzenlemelerde kendine dinden meşruiyet aramaz. Bu çerçevede dini kontrolü ve denetimi altına alan devlet, dini eğitimi ve hizmetleri de yürütür.
İslam’da siyaset bağımsız bir kategori ve kendi başına bir otorite olmayıp şer’i hukukun bir parçası olarak vardır. Meşruiyetini de ilahi bildirimlerden, şer’i hukuk sisteminden alır. Dolayısıyla yasama faaliyeti ve her kademedeki yöneticilerin çıkaracağı idari düzenlemeler de Şeriat’tan onay almak zorundadır.
Sivillikle ilgili kısa açıklamaların anlaşılması için son zamanlarda ülkemizde sıkça telaffuz edilen “sivil anayasa” tabirini örnek verebiliriz. Bizim millet “sivil anayasa” denilince askeri sınıftan olmayanların yapacağı bir anayasayı anlıyor. Oysa bütün dünyada anayasacılık akımı ve anayasa yapımı, modern olması bakımından “sivil”dir. Sivil olması hasebiyle akla, bilime ve çağdaş şartlara dayanır, normlar statüsünde en üst normu, referans kaynağını teşkil eder. Dolayısıyla askerler de yapsa, siviller de yapsa anayasa anayasadır. Bu anayasanın halkın onayına sunulması bu niteliğine halel getirmez. Türkiye’de 1924’den itibaren yapılan anayasalar gibi yeni yapılacak anayasa da doğal olarak sivil olacaktır.
İslamcı Çağrışımlı Sivillik ya da Partiler
İslamcılığın sivil bir akım olarak dernekçilik ya da particilik olarak sosyo-politik arenada sahne almasını, kendi nesnel gerçekliği, maddi temelleri ve şartları üzerinde doğru değerlendirebilmek için bazı şerhleri düşmemiz gerekiyor. Şu soruları sorarak maksadımızı açık edebiliriz:
İslam, tarihe dönerken bizatihi kendisi olarak, topluma, hayata, devlete, iktisada ve örgütlenmeye müdahil sıfatıyla mı yeniden dönüyor? Adalet talebi doğru ifadesiyle bu kapsamda bütün alanları tevhit eden bir şey midir? Yoksa kolonileşmiş ülkelerin emperyal baskılarına karşı laik, sosyalist, ırkçı veya demokrat bir düzlemde verdikleri bağımsızlık mücadelesine önderlik mi ediyor? Siyaseten diktatörlük rejimlerindeki elitlerin baskısına karşı sivil bir özgürlük hareketini mi temsil ediyor?
Kuşkusuz henüz kendi safiyetine kavuşmasa da bu tür yan etkilerin ve kimi öze ilişkin karışık ve farklı unsurların yanında aslen ve ismen de kendisini ifade etmesi önemlidir. Bizi ilgilendiren tarafı da budur.
Her ne sebeple olursa olsun İslam artık gündemdi, gündem belirlemeye başlamış, insanlara bir umut olmuştu ve sorunlara kökten bir “çözüm” olarak cazip gelmeye başlamıştı. Başka bir deyişle İslam, artık vicdanlardan, kişisellikten, salt inanç, ibadet ve ahlaki olmaktan çıkmış, özüne ve aslına rücu etmeye başlamış, ahiret hayatıyla bağlantısını kurarak dünyevi hayatı yeniden tanzim etme iradesini göstermeye başlamıştı.
Dolayısıyla iktisadi örgütlenmeye, sosyal ve hukuki örgütlenmeye müdahil olmak için siyasi olarak teşkilatlanmaya başlaması kaçınılmazdı. Bu sebeple hemen her yerde ilkin sivil dernekçilik ve particilik boy göstermeye başladı.
Doğrusu Nedir?
Allah tarihe, topluma müdahale eder. O her an yeni bir yaratıştadır. Her an bir iştedir. Kullarının talebini gerçekleştirmekte, kendi iradesini yürütmektedir. İnsanlara rağmen dünyanın da yönetimini elinde tutmaktadır. Bazı nesiller zalimler olarak geçip gitseler de bu dünyadan, bazı nesiller de ilahi nizamın, şer’i hukuk sisteminin ve Müslüman’ca toplumsal ve siyasal yapılanmanın, yani adaletin peşindedir.
İslam dünyaya, topluma, hayata, hükümetlere, devletlere müdahale etmek kastıyla geri dönüyor. Bizatihi hak olarak inzal edildiği için buna hakkı da var, yetkisi de. Dönüşün hareketlendirdiği ilk gelişmeler “sivillik” eksenli yapılarda hissedildi. Bu sürecin sonuna gelindiğini bu tür teşkilatlanmalardan sıyrılmak isteyen yeni arayışlarda görüyoruz. Biz kullar bu konuda acele etsek de bunun ilahi hikmete mebni bir zamanlama meselesi, olgunluk ve sınanma için gerekli bir aşama olduğu da düşünülebilir.
Bu dönüşün sağlıklı mecraya girmesi ve sürecin anlaşılması için bir iki detaya değinmekte yarar vardır. Muradımızın doğru anlaşılması için bu meselelere temas etmeliyiz.
Son Virajların Meydana Getirdiği Hasar
İslamcılığın biri kendi içinden, diğeri de dışından olmak üzere karşı karşıya olduğu iki önemli kamburdan bahsedilebilir. İlkin dışarıdan tebelleş olanına bakalım:
1- Meşhurdur, “İnekler eve gelecek amma mahallenin bebeleri olmasa” demiş Anadolu insanı. İyi bir deyimdir, muradımızı anlatmak için kullanılabilir bir meseldir. İslamcılık hayata dair bütünsel müdahalesi ve iradesiyle geliyor ama önüne çekilmiş ilk bariyer “sivillik”tir. Bunlar dernekçilik ve demokratik particilik olarak adlandırılabilir.
Kanaatimizce İslamcılığın yönü İslamcı çağrışımlı sivil dernekçilik ve demokratik particilik teşkilatlanmasıyla ama dışarıdan bir müdahaleyle bir süreliğine saptırılmış durumdadır.
Nasıl?
İslamcılık hayata ve dünyaya yeniden dönmüştür, dedik. Bunun nesnel ve maddi gerçekliği ortada olduğu, yani herkesin fark edeceği düzeyde somutlaştığı için bu tarafını konuşmaya gerek yoktur. O halde burada konuşulması gereken şey, İslamcılıktan çok İslamcılığı çağrıştıran mevcut yapılarıyla sivillik ve particiliğin ne olduğudur.
İslamcı çağrışımdaki sivillik, -safiyane katılımları yok sayarsak- hepsi gerek tüzükleri, gerek programları ve gerekse yöntemleri nedeniyle, örgütleniş biçimi olarak İslamcı değildirler. Mevcudun içinde birtakım küçük farklarla yer tutmak istiyorlar. Bu örgütlenmelerin içinde yuvalanan kimi elemanların ise İslamcılıkla alakalarının olduğu epeyi tartışma götürür. O halde ilk söylenmesi gereken şey, adil olmayanlardan adalet getirmelerini beklemek doğru olmaz.
Bir diğer husus, İslamcı çağrışımlı sivil derneklerin ve partilerin mevcut halleriyle dünya sistemi tarafından öne sürülmüş ve desteklenmiş olmalarıdır. Bunların dünya sistemine ters düşecek veya itiraz edecek bir tüzüğe, programa ve yönteme sahip olmadıklarından hareketle, global sistem içinde küçük farklarla sosyo-siyasi alanda yer tutmayı amaçlamaları, nüfuz ve iktidarı öncelemeleri doğaldır.
Bir başka husus, İslamcılığın kendi yolunda seyretmesi gerekirken bu işin neden böyle bir yol kazasına ya da manipülasyona uğradığıdır. Bize göre İttihatçılığın ilk dönemlerdeki ikizleri sayılan Genç Osmanlı ve Jön Türk zihniyeti, bunların fikirleri ve programları bu biçimde belirleyici oldu. Toplumsal bünyeye yabancı da gelmeyen bu nüfuz elde etme ve iktidara oynama mücadelesi, ortada var olan devleti muhayyel devlet biçimi olarak gördüğü için, yapısal ve niteliksel meşruiyet meselesini görmezden gelmeyi gerektirdi. Burada son iki yüzyıllık süreçte gayri meşru sayılarak baskı altında tutulmanın, ardından meşruiyet kazanıp “serbest yaşama” alanlarına sahip kılınmanın yeterli olduğu düşüncesi de etkin olmuştur.
İslamcı çağrışımlı sivilliğin, -onu geçmişte kalmış dini telakkiye dayalı akıl yapısının yönlendirdiğini varsayarsak- neden kapitalist iktisadi örgütlenme içinde, neden laik hukuk yapısı içinde, neden modernist sosyal örgütlenme içinde kalarak nüfuz ve iktidar peşinde olmayı seçtiğini daha rahat açıklayabiliriz. Buradan hareketle kendi içinde ya da kendi işlerinde İslami çözümleri yüceltmek yerine bu sistematiğin çözümlerini neden ayakta tuttuğunu, örgütlenme biçimini değiştirmek yerine neden önüne çıkarılan biçimlere itibar ettiğini kavrayabiliriz. Bunu kavrayamazsak çok sürmez, işin bizatihi aslı ve kendisi bize de onlara da bunu kavrattırır.
Konuyla alakalı bir başka husus da şudur: süreci tekrar hatırlarsak, İslamcılığı, gerçekte bu sivil İslamcı çağrışımlı partilerin ihya etmediği, bunların bu işte paylarının olmadığı, partilerinin de bir örgütün partisi olmadığı tespiti yapılabilir. Buradan hareketle bunlar geldikleri yer itibariyle, daha yolun başında iken, geldikleri ve yetiştikleri yerlerden aldıkları kültürle de bir tezat içinde değildiler. Bu sebeple onlar aslında var olan, Allah’ın lütfuyla dipten yüzeye doğru çıkan ve hareket halinde olan bir potansiyelin üzerine konmuş hazır “mirasçılar” idiler. Ya da bunlar, İslam’ın ilerlemesine olumsuz katkıda bulundukları için sistemin nimetlerinden özellikle istifade ettirilen “imtiyazlılar” idiler.
Bu bahisle ilgili son olarak şunu söylemek gerekir ki, bu sivil teşkilatlar ve partiler, kendi alanlarında iktidar ya da iktidar ortakları olduktan sonra, İslamlaşma süreci tersine ivme kazanıyor. Süreç hem kendilerini haklılaştırarak hızla sekülerleştiriyor hem de etkiledikleri çevreleri dönüştürüyor. Dolayısıyla hep birlikte dünya sisteminin arzu ettiği istikamette yol alıyorlar.
Her şeye rağmen olumlu ya da olumsuz katkılarıyla şimdilerde bu sürecin de sonu gözükmüştür. İslamcı çağrışımlı sivillik, günahlarıyla sevaplarıyla geçip gidecek bu dünyadan. Onlar İslam’ın tarihe ve topluma dönüşünün önünde son viraj, engel ve duraktılar. İlahi takdirin ne olacağı bilinmez ama zahiren onların ardından hızla işin aslına rücu etmesi beklenmelidir.
2- İslamcılığın karşılaştığı ikinci engelin içeriden kaynaklandığını belirtmiştik. Kısaca bu, Medine İslam Devleti’nden bu yana geçen zaman içinde değişik sapmalar yaşanmış olsa dahi Hilafet sisteminin, devletlerin meşruiyet gerekçesi ve toplumlarıyla ilişkisi bakımından hep korunduğu devrelerde, İslam inancını, ilahi nizam çerçevesinde ve şer’i hukuk sistemi dâhilinde ihya etmiş, muhafaza ve müdafaa etmiş olan bir gücün, bu gücü temsil eden “âlimler ve seçkinler sınıfının”, modernleşme hengâmesinde yok oldukları gerçeğidir.
Bunlar, geçtiğimiz süreçte Müslüman toplumlar içindeki fonksiyonlarını, statülerini, nüfuzlarını ve güçlerini kaybettiler. Bugüne geldiğimizde -söz konusu sınıfın yeniden ihyasını sağlayacak şartların olmaması sebebiyle- geri dönmeleri de mümkün olmadı, an itibariyle olmayacak gibi de görünüyor. Yeni şartlarda onların yerine geçecek veya yerlerini dolduracak bir güç ise henüz tekemmül ve teşekkül etmedi.
Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz. Yakın geçmişte ileri gelenlerimiz bozulduğu için toplumsal olarak bozulmuştuk, o hal hâlâ sürmektedir. Bozulmuşluğun tersine dönmesi için gereken ise, Müslümanların iman edip salih amel işlemeye devam etmeleri ve Allah’ın bu yeni topluluğa hükümranlık vereceği zamanın beklenmesidir. Tıpkı geçmiş kavimlerde olduğu gibi.
Bu bekleyiş, eski ve yeni her dönemde olduğu gibi mistik bir inanışa, münzevi bir içe dönüşe, ruhani ve filozofik bir soyutluğa, sivilleşip bireyselleşerek sistemden razı olmaya dayalı bir bekleyiş değildir. Tam tersine sahih İslam’ın dayandığı hanif tevhit inancının, onu talep edenlere dönmesini beklemektir. Bu kaçınılmaz bir şeydir ve muhakkak vuku bulacaktır.
Hanif dinin inancı odur ki, iman bütün unsurlarıyla hayata dönecek, toplumsal hayatla bütünleşecek, iktisadi, hukuki alandaki şirkten ve küfürden arınmış olarak her kademede siyasi olarak teşkilatlanacaktır. Bu imandır, şu hak, bu batıl, şu doğru, bu yanlış diye hayata müdahale edecek, müdahale hakkını ve yetkisini kullanacaktır. Tıpkı Hz. Peygamber zamanında, sahabe zamanında, salih topluluklar zamanında olduğu gibi.
Tarihin Bekleyişe Katkısı
Şirkten, küfürden ve günahlardan arınarak hanif/saf hale gelmiş iman, İslam’a dönüşür. İslamlaşma aşaması teşkilatlanma aşamasıdır. İnsanlar arasından seçilmişlik vasıflarıyla hayata müdahale etme aşamasıdır.
İslamlaşma süreci, tarih bilinci, tarihin talih olduğunun kavranmasıyla güçlenir, donanımlı hale gelir. Bu donanım, tarihe mü’minler topluluğu olarak müdahale etmiş salihlerin geçmişte iman tarafında nasıl sınandıklarına dair gelişecek bir vukufiyet, kendi çağını ve dönemini yaşayan inananlara bilgi, özgüven ve güç kazandırır.
Tarih devletlerin, hükümetlerin, iktidarların ve toplumların yükseliş ve düşüşlerinin örnekleriyle, ibretlik veya örneklik halleriyle yol göstericilik yapar. Tarih, insanlık tarihinde ve sınanma alanı olan bu dünya hayatında iman-küfür çatışmasının anlamını ve karşılığını kendi sahnesinde canlı olarak gösterir.
Dönemsel olarak zaman dilimleri, toplumsal şartlara ve iyi-kötü örnekliklere rağmen tarih kendi içinde deveran edip durmakta, nesiller de imtihanlarını verip gitmektedir. Dolayısıyla iman-küfür çatışması kendi taraflarıyla birlikte bu tarih içinde devam etmektedir. Şu halde söylenmeli ki, Müslümanların kendi tarihleri talihleridir.
Kur’an ve Sünnet’e Dönmek ya da  Siyaset
Modern çağın İslamcısının en bariz özelliği, Kur’an’a ve Sünnet’e dönüş çağrısıdır. Bu dönüş kendi içinde sorunlarını da birlikte taşıyarak yapılan bir dönüştür. Bu bağlamda mahzuru ve hasarı yeterince fark edilememiş iki tip sorun vardır.
Bunlardan ilki, modern zihniyetin yapısını fark etmeksizin doğrudan yapılan dönüş, doğrudan gerçekleştirilen Kur’an okuma faaliyetidir. Modern değerlerin, ölçülerin ve kültürün etkisiyle Kur’an’a dönenler, sanki Kur’an nazil olmamış, hakikat bildirilmemişçesine modern bir okuma biçimiyle ellerinde var olan yazılı bir metni kendi şartlarına uygun olarak yeniden inzal ettirmek istiyorlar.
Bu okuma biçimi, işitip itaat etmeye, hakikati kabul etmeye ve şekillenmeye dayalı sahih bir okuma biçimine yükselmiyor. Onun yerine bizi hakikati yeniden tanımlamaya yönlendiriyor. Tercüme ve literatür kısırlığının da beslediği bu tarz okuma biçiminde öznesi kendisi olan okur, okuduğunu sandığı Kur’an ile aslında bir metin tahlilini yaptığını, okuduğu metni kendisince biçimlendirdiğini fark etmiyor. Bu tarz okuma tekrar ettikçe kelime ve kavramlarla sınırlandırılan anlam dünyasında “fantastik” ayet yorumlarına geçiliyor.
İkincisi, bu zihin, usuli’d-din, usul-i fıkıh, kelâm, hadis ve siyer konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olmadığı, yaşadığı çağı doğru değerlendiremediği, buna da gerek duymadığı için, zamanı ve tarihi aşarak doğrudan Kur’an’a gitmek zorunda kalıyor. Bu gidiş, İslam’ı anlamaktan çok tarihsellik tuzağına düşmesine sebebiyet veriyor. Modern çağın İslamcısı, döndüğü şartları ve dönemi fark etmediği için de soyut, afaki tartışmalar ve hayali çatışmalarla zaman kaybediyor.
Kur’an ve Sünnet’e dönenlerimiz, bu dönüşte ilk olarak iman etmenin teolojik, zihinsel ve kişisel bir şey olmadığını fark etmeliler. Bu fark ediş, inancın özünün ve dinin kendisinin ne olduğuyla ilgilidir. Bu temas doğru bir seyirle iktidar ve itaat ilişkisinin gerçekliğini kavratır. Bu kavrayış, diğer buyrukların ve bildirimlerin bu temel kabul üzerinde anlamlı olduğunu öğretir.
Her hayat ve her toplumsallık, kendi şartları ve çağdaşlığında iktidar ve itaat ilişkisi temelinde ve ekseninde yaşanır. Bu yaşam, yaşanılan bir tarih içinde, kendi zaman diliminde ve kendi sosyal şartlarında pratikleşir, toplumsallığa ve siyasete dönüşür.
Bu denli köşeli ifadelerle işi fazlasıyla siyasallaştırdığımızı ve dinin özünü değiştirdiğimizi düşünenler olabilir. Bu tür itirazlara karşı söylenmelidir ki, burada sadece siyasi olan bir şeyden bahsetmiyoruz, ancak siyaset olmadan dini emir ve nehiylerin anlamsız ve karşılıksız kalacağını belirtmeye çalışıyoruz.
Nitekim ilahi mesaj, siyasi olarak Kur’an’da, hadislerde, şer’i hukuk sisteminin bir parçası olarak usul-i fıkıhta ve kelâmda üzerinde titizlikle durulan bir meseledir. Siyaset, imani akde dayalı toplumsal işlerin düzenlenmesiyle alakalı olduğu için, Allah ile yapılan misakla, -bunun ferde ve topluma yansıyan tarafıyla- biatla, hukukla, adaletle ve bunların hepsini anlamlı kılan ahiretle doğrudan alakalı ve bağlantılıdır.
Siyaset, yönetim veya devlet olarak ümmetin boynuna yüklemiş farz-ı kifayedir. Öz olarak toplumsal bir emanettir. Yapılana kadar ümmetin tümünün sorumluluğundadır. Bu farzın yerine getirilmesi için -ümmetin kendi içinden birini bu işle görevlendirmesi, emaneti ehline vermesi şartıyla- görevlendirilenin toplumsal şartlara ve ihtiyaçlara göre siyasi, iktisadi, idari, adli, askeri, mesleki işleri yürütmek üzere kademe kademe görevlendirme yaparak teşkilatlanmaya gitmesidir. Bunun sıfırdan icadı gibi bir şey söz konusu değildir, tersine zaten var olan orijinal modelin ihyası ve geliştirilmesiyle bu işler çözülür.
Yönetim işi ferdi hayatı da kuşatarak etkilediği için, gerçekte bütünüyle toplumsaldır. Toplumsal olduğu için de siyasaldır. İslam’da siyaset farz-ı ayn manasında her ferde yüklenmiş bir sorumluluk değildir. Fakat siyaset aracılığıyla, siyasi teşkilatlanmayla ve siyasetin kendisiyle ancak çözülebilecek toplumsal işlerin görülebilmesi için gereklidir, dolayısıyla farzdır. Bu bakımdan siyasetin çözeceği veya yapacağı işler, ancak kendisiyle görülebilecek işlerdir. Marufun emri, münkerin nehyi gibi en temel vazife ve işler siyasetle alakalıdır. Bundan dolayıdır ki, siyaset işi tüm ümmete yüklenmiş bir emanettir. Emaneti ehline vermekse ümmetin işidir. Ki bunların tümü farz kategorisindedir. Şimdi muhtasar olarak biraz detaya girelim.
İslam’da Devlet Neden Gerekli?
Bizim tarihimiz, kaynaklarımız, bütün mezheplerimiz ve âlimlerimiz ihtilafsız olarak bu işin Kur’an’dan çıktığını, Hz. Peygamber’den görülerek öğrenildiğini belirtir. Dört Raşit Halife’nin ve güzide sahabenin icma, yani ittifakla bu işi çözdüklerini anlatır. Yine ihtilafsız olarak bu işin Kur’an’ın hak olarak inzal edilmiş hükümlerinin yüceltilmesi ve uygulanmasının gereği olarak yapıldığına işaret eder.
Âlimlerimiz bu konuda değerlendirme yaparken insanın yaratılış amacı ve şartları gereği sosyal bir varlık olduğundan, kendi başına yaşamaktan ve ihtiyaçlarını gidermekten aciz bulunduğundan hareketle, insanı başkalarına muhtaç bir varlık olarak tarif eder ve insan yaşamının toplu olarak sürmesinin zorunluluğunu belirtir. İnsanın bu muhtaçlığı ancak topluluk halinde yardımlaşma ve dayanışmayla giderilebilir. Yardımlaşma, insanın tek başına gideremeyeceği çok çeşitli ihtiyaçlar için farklı alanlarda sanat ve imalatı, dayanışma ise güvenlik ve adaleti gerektirir.
Başkalarıyla yaşamak küçüklü büyüklü bir toplumsallığı, toplumsallık bir teşkilatlanmayı, teşkilatlanma bir düzeni, düzen insanların ve grupların üzerinde bir hukuku ve hukuk da bir otoriteyi, otorite de teşkilatlanmayı icap ettirir. Bu siyasettir, egemenliktir, hükümettir, devlettir. Burada tüm mesele bu otoritenin neye dayanacağı, meşruiyetini nereden alacağı meselesidir. İman-küfür çatışması, itaat ve iktidar ilişkisi buradan doğmaktadır.
Kur’an, hangi tarihsel dönem ve şartlarda olursa olsun toplumsal bir hayatın kendi buyrukları çerçevesinde nasıl tanzim edilmesi gerektiğinin esaslarını belirlemektedir. Peygamberler bu işin nasıl olacağını göstererek örneklemişlerdir.
Hiçbir peygamberin kendi dönemindeki bir krala (Nemrut karşısında Hz. İbrahim), hanedana (Firavun karşısında Hz. Musa), senatoya (Roma karşısında Hz. İsa), oligarşiye (Kureyş karşısında Hz. Muhammed) itaat ettiği görülmemiş, anlatılmamıştır. Çünkü itaat ilişkisi uluhiyet, rububiyet ve ubudiyet ilişkisidir, dinin özüdür, kendisidir. Bu ilişki toplumsal muhtevada olduğu için de siyasaldır.
Bu kısa özetten sonra toplumsal bir yaşamın bir devleti zorunlu kıldığını, devletin siyasetle, siyasetin insan ilişkileriyle, ilişkilerin bir değerler sistemiyle ilgili nesnel ve somut karşılığa dayandığını söyleyebiliriz. O halde şimdi burada anlaşılması gereken meseleye bakabiliriz.
Devlet, varlık gerekçesi, meşruiyeti ve görevi bakımından kendisiyle yapılması gereken işler için olmazsa olmaz olandır. Bu durum İslam’da da böyledir, diğerlerinde de böyledir. Şu halde devlet, kendisiyle toplumsal hayatın tanzimi için, ihtiyaçlara ve şartlara göre teşkilatlanmış siyasi bir araçtır.
Sosyal bir varlık olan insanın yaratılış icabı ve işin doğası gereği, insanların tek tek farklı tutku, görüş ve reylerde oldukları, bu sebeple kendi içlerinde ittifak sağlayamayacakları, kendi başlarına bir düzen kurmalarının ve adaleti sağlamalarının -yapısal özellikleri gereği- mümkün olamayacağı (nitekim böyle bir şey olursa Haricilere göre devlete ve imama gerek yoktur, diğer fırkalara göre ise bu durum teorik olarak böyledir, ancak pratikte mümkün değildir), böyle bir şey olursa güçlünün zayıfa, çeteleşenlerin diğerlerine üstünlük sağlayıp zulmedeceği, bunu önüne geçilemeyeceği bir durum ortaya çıkar. Bunun yerine fertlerin ve çeşitli grupların da üstünde herkesin itaat edeceği bir güce, otoriteye, o otoritenin de itaat edip uyacağı adil bir yasaya ihtiyaç vardır.
Bu otorite ya da siyasi güç meşruiyetini bu yasadan alır. Klasik eserlerde yasa, önemine ve korunması gereğine binaen “namus” olarak tanımlanmıştır. Bu yasa ya da hukuk sistemi neye dayanmalı, nereden çıkartılmalıdır?
İslam’a göre ilahi bildirimlerden çıkarılmalıdır. Ümmet kendi içinden asaletli, dürüst, cesur, ahlaklı, bağımsız, bilgili ve toplumsal meselelerde maharet sahibi olanları, bu işleri çekip çevirmekle görevlendirir ki, bu iş emanettir, emanet ise ehil olarak bilinen ilim erbabı ve ileri gelenlere teslim edilir, denmektedir. Raşit Halifeler devrinde bu vasıfları taşıyan halifeler ve şûrâ, emanetin sahipliğini temsil etti, onlardan sonra söylediğimiz ilim erbabı ve ileri gelenler söz konusu oldu.
Burada bir hususun altı çizilmelidir. Emanet olan iş, din değil, dini temsil değil, dini anlayışın, ilahi buyrukların birilerine teslim edilmesi ve onun otorite olması değildir. Emanet, siyasettir, siyaset işidir. Topluluğun dünya ve ahiret saadetini sağlamak, toplu yaşamanın gereklerini ilahi nizama göre çözmek üzere birilerini vekil tayin etmektir. Vekilin ve vekillerin de aynı hukuka tabi olmaları buradan gelir. Nitekim Raşit Halifeler, Hz. Peygamber’in halifesi olduklarında, onun dini misyonunun değil siyasi misyonunun halifesi olmuşlardır. Sahabe bu işin ve ayrımın çok iyi farkındaydı. O sebeple kendi siyasetlerini icma ile çözdüler. Bu konudaki karışıklık daha sonra ortaya çıkacaktır.
‘İleri gelenler’, kendi sahalarında erbap olanlarda aranan vasıflarla belirlenir. Öyle ki bu insanlarda aranan vasıflar, seçilecek veya tayin edilecek bir İmam’da veya Halife’de olması gereken vasıfları taşıyanlardır. Yani bunların her bir birer halife kapasitesine sahip olanlardır. Çünkü devleti ve her düzeydeki görevlileri denetlemesi ve yanlış varsa düzeltmesi gerekenler bunlardır.
Ehl-i Hal ve’l-Akd, Seçici Kurul, İstişari Heyet de denilen bu grup, ya kendiliğinden oluşur -ki bu durumda taşıdıkları vasıflar gereği tanınmışlıkları ile toplumda belirginleşir, kabul görür- ya da meşru bir halife tarafından sabit olmamak kaydıyla atanır. Bunların icması ile ilk tayin yapılır, ondan sonra ümmetin onayına sunulur. Ümmetin sorumluluğu da böylece biter. Bu mekanizma Müslüman toplumda meşruiyet işini çözer.
Adı her ne olursa olsun İslam dışında kalan diğerlerine göre meşruiyet meselesi farklı şekilde cereyan eder. Tarihsel dönemler, çağdaş şartlar ve toplumsal durumların icabına uygun olarak meşruiyet soydan, kandan, hanedanlıktan, oligarşiden sağlanır. Çağımızda akıldan, bilimden ve çağdaş gereklilikten ya da bu değerlere dayalı yapılan anayasalardan sağlanmaktadır.
İslam dışı toplumsallıklarda genellikle bir yenisi kurulana kadar “kurucu bir irade” ve “kurucu ilkeler” vardır, en üst normu o belirler. Kurucu iradenin ve ilkelerin kurduğu veya düzenlediği yazılı anayasal normlara uygun olarak siyaseti ve yönetimi üstlenmiş olanlar, “kurulmuş bir irade”yi temsil ederler. Kurulmuş iradeyi temsil edenler ister seçimle gelsinler ister atamayla iş başına gelmiş olsunlar fark etmez, kurucu normlara dayandıkları sürece kendi meşruiyetlerini sağlamış olurlar.
İslami Siyasetin/Devletin Görevi Nedir?
Kuruluş gerekçesi, varlık sebebi ve meşruiyet işini anlatmayı becerebildiysek, şimdi de siyasetin ne iş yapacağını ve görevlerini anlatmaya çalışalım. Bu vesileyle ilk belirtilmesi gereken husus, İslam nizamında siyaset asıl değildir. Kendi başına bir kategori, otonom bir güç değildir.
Siyaset İslam’da hiçbir şekilde kutsallığa bürünemez, mutlak itaat ilişkisini dayatamaz. Dini belirleyemez, dine müdahale edemez. Tam tersine kendisi dinden meşruiyet alır. Dolayısıyla siyaset, kendisi aracılığıyla yapılacak işler için bir emanet ve vekâlet işidir. Bu sebeple siyaset, İslam hukukunda bir bölümdür. Bu sebeple siyaset de herkesin uyacağı kurallara, hukuk sistemine uymakla yükümlüdür.
İslam’da bu çerçeveyi aşan siyasete zorbalık deniyor, İslam bunu zulüm olarak nitelendiriyor. Çünkü bu yönetim işi asli olarak bir şekilde hak edilmiş bir yetki ve imtiyaz değildir, vekâleten o işi yapmak üzere vazifelendirilmiş olanların emanetçiliğidir.
Siyasetin ana görevi, dini korumak, ihya etmek ve yaymak, insanların dünyada felahını, ahirette ferahını temin edecek toplumsal düzeni sağlamaktır. İlahi nizama dayalı siyasetin en belirgin vasfı budur.
Ardından fertlerin hayat hakkını ve can emniyetini teminat altına almaktır. Topluluk işlerinin güven ve huzur içinde işlemesi için herkesin yaptığının sonuçlarını önceden bilmesi gerekir. Bu sebeple idari ve adli teşkilatlanmayı tesis etmek, bilgilendirmeyi ve denetlenmeyi esas almaktır.
Bu iş, insanların yapacağı tüm sözleşmelerin geçerliliğini, her türden taahhütlerin yapılabilmesini, alacak ve borç ilişkisine girilmesini, kâr ve zarardan doğacak işlemlerin yapılabilmesini, üretimin ve ticaretin temlikini ve serbestliğini, her çeşit mübadelenin ve dolaşımın güvenliğini, mülkiyet ve sarf işlerinin denetlenmesi ve korunmasını, insanlar arasındaki ihtilafların çözümünü, Cuma ve Bayram namazlarının kıldırılmasını, cihadın yapılmasını, toplanan vergilerin, elde edilen gelirlerin ve ganimetlerin adalet ölçüsüne göre dağıtılmasını, gelir artırıcı düzenlemelerin yapılmasını, borçluların köle olmaktan kurtarılmasını, güçlülerin zulümlerinin engellenmesini, yoksulların ve zayıfların gözetilmesini, hastaların ve kimsesizlerin korunmasını, şehirlerin imar ve ıslahını, çevrenin ve hayvanların korunmasını vs. sağlamak, bütün bunları yüklenmektir.
İlahi nizama uygun bir siyaset, şer’i hukuk sistemine dayalı bir hükümet, tüm bu toplumsal, iktisadi ve hukuki işleri çözmek için vardır. Şeriat bunlar için, bu işlerin çözümünün Şeriat’a uygun olarak yapılması gerektiğini benimseyenler için gönderilmiştir. Bu işlerin tümü emanettir. Yönetici ümmetten bu işler için vekâlet almıştır. Bu işleri bu çerçevede çözmek adalettir, başka türlü çözmek zulümdür, zorbalıktır.
Şayet Müslümanlar arasından birileri bu işleri yapmıyorsa, bu sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi teşkilatlanma sağlanmamışsa, her bir Müslüman bu işten tek tek sorumludur. Farz-ı kifaye farz-ı ayn’a farza dönüşmüştür. Bu sebeple işler yoluna konulana kadar herkes günah içindedir. Bu durumdayken ölenler cahiliye ölümü üzere ölürler.
Bu işin iki şekilde kurtarır tarafı vardır: Ya Müslümanlar bir topluluk kuramamışlardır, acziyet içindedirler ya da gayrimüslimler arasında, onların siyasi nizamında yaşıyorlardır!
Nereden Çıkarttık Bütün Bunları?
Bu naklettiklerimiz bizim anlayışımızdan kaynaklanan öznel kanaatlerimiz değildir. Usuli’d-din konusunda ve bu işin aslı hususunda bütün mezheplerimizin ittifak ettikleri görüşlerden bir derlemedir. Bilinmelidir ki, bu meselede mezheplerimiz arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Onların ihtilaf ettikleri yer, Halife’nin/Emire’l-Mü’min’in/İmam’ın seçimi veya tayini konusundadır. Bu ise esasa bağlı detaylar bölümüne girer. Bu tür detaylarda ihtilafa düşülmesi de gayet doğaldır. Bu ise ayrı bir bahistir.
Son olarak belirtmek isteriz ki mezheplerimizin ittifak ettiği esasa dair nakledilecek dayanaklardan biri, bu işi en iyi bilen ashaptan bir misaldir. Bu misal, Hz. Peygamber’le uzun dönem birlikte bir hayat yaşayan ve icma ile işlerini çözen örnek bir nesildendir. Olay, müsteşriklerin kafa karıştırıcı yorumlarıyla değişik anlamalara ve bilmeyenlerin aldanmasına sebep olduğu için tarafımızdan özellikle seçilmiştir.
Hz. Peygamber vefat etmişti. Cenazesi henüz Mescid’de, Hz. Aişe validemizin odasındaydı. İnsan halidir bu, olayın etkisiyle sahabeden kimisi şaşkın, kimisi üzgün ve bitkin, kimisi endişeli ve kaygılı, kimisi de telaş içindeydi. Örf gereği Hz. Peygamber’in akrabaları ve en yakınları cenaze işleri ile meşgul olmaya başlamışlardı, cesette olabilecek kusurların herkes tarafından görülmemesi için titizlik gösteriyorlardı. Hatırlanmalı ki, İslam fıkhında cenaze işleri, özel kimi durumlar sebebiyle ölünün en yakınları tarafından halledilir.
Bu sırada gerek Ensar’dan gerekse Muhacirlerden orada hazır bulunan ve ileri gelenlerin çoğu Sakife-i Beni Saide’de bir araya gelip toplandılar. Siyaset işini çözmek, ümmetin riyaset işini halletmek üzere istişare ettiler. Aralarında tartıştılar, fikirlerini açıkladılar. Sonunda bir karara varıp, icma ettiler ve bu işi çözdüler. Onlar bu işin böyle olacağını Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdi. Yine hatırlayalım ki orada çözülen iş dini bir mesele değildir, dine dayalı siyaset işidir.
Bu olayla ilgili olarak değişik yorumlara nispetle, her birimiz kendimize şu soruların cevabını vererek daha da aydınlanabiliriz: Hz. Peygamber vefat ettikten sonra, farklı kavim ve boylara mensup olan sahabe, bu iş burada bitti diyerek niçin grup grup ayrışmadı veya eski siyasi hallerine geri dönemdi de bir an önce siyasi işlerini karar bağlamak için harekete geçti? Neden geldikleri yerin, bağlı oldukları kavim geleneklerinin usullerine, statülerine, siyasi idare tarzlarına ve yöntemlerine dönmediler?
Sakife’de toplanıp siyasetlerini İslam’a göre yürütmek üzere icma edip karar alanlar, bu işi o anda mı düşünüp icat ettiler, yoksa bu çözüm onların dinden anladıkları ve kimilerinin başından beri, kimilerinin de Medine dönemi boyunca Hz. Peygamber’den öğrendikleri miydi?
Daha Hz. Peygamber’in cenazesi ortada iken, siyasetsiz ve biatsız geçen her anın günah olduğunu, öyle bir anda ölenin cahiliye ölümü üzerine öleceğini Hz. Peygamber’den öğrenenler, elbette yapılması gerekeni, aciliyet durumuna göre doğrusunu yapmış, öncelik ve zamanlama sırasına göre de işlerini kolaylaştırmışlardır.
Sakife toplantısında varılan icma, sahabenin içinden ehil olanların bu işi üstlenmesiyle diğerlerinin sorumluluğunu ortadan kaldırmış, hayat normale, doğal akışına dönmüştü. Emaneti yüklenen Hz. Ebu Bekir, ertesi gün Mescid’de ümmetin onayını almak üzere insanların huzuruna çıkmıştı. Bunu yaparken gelişmeleri toplantıda olmayanlara anlatarak, onların ittifakla onayını almayı murat ve temin etmişti. Nitekim o süreç de usulüne uygun olarak tamamlandı.
Bu olay siyaset işinde kendilerinden sonrakiler için bir çeşit modeldir. Önemine ve aciliyetine göre ise işin nasıllığı ile ilgili olarak en doğru örnek olacaktır. Sakife’deki toplantıyla ilgili tartışılanlar, oryantalistlerin veya modernistlerin tesiri altında kalmış olanlara aittir. Çeşitli bağlamlarda işi başka yerlere çekenler de yine zihinsel olarak oryantalistlerin veya modernistlerin tesiri altındadır.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir