Subhanallah

Subhanallah

 İslam ikmal edilmiş son dindir, başından beri Allah’dan gelen tek dinin tamamlanmış son halidir dolayısıyla kendinden önce gelenlerden sahih olarak elde her ne var idiyse onlar Kuran’da tekrarlanmıştır.
Duyarak, okuyarak, yaşayanlardan görerek ve doğrusunu bularak kendisinden dini anladığımız ve öğrendiğimiz son elçi Hz. Muhammed’e selam olsun, bize onun öğrettiği ve gösterdiği dini din edinmek, onun davasını destekleyenlerden olmak yakışır ki bu Kuran’ın sözüdür.
Tevhid dini İslam’ın Müminleri en temelde sahih bir Allah anlayışına ve inancına sahiptir. Kalpte, gönülde, zihinde, hissiyatta ve düşüncede Allah’a iman ederek bir değişiklik yaşar, Allah’ın güvenlik alanına girer, onu veli edinir, başka bir insan tipi olurlar. İçte başlayan bu itminan, tasdik ve değişim dışarıya, fiiliyata, toplumsal alana ve ilişkilere salih amel olarak çıkar.
Salih amel, imani unsurların dünya hayatında, toplumda, doğada, çevrede, kentte, siyasette, ekonomide, mesleki hayatta, örgütlenmede, sanatta, mimaride, müzikte, evde, sokakta, işyerinde vs olduğu gibi kâr ve zarar hesabında, sevgi ve buğuzda, izzet ve alçaklıkta da hakim olmasıdır. Allah’ın bildirdiği ölçüler ve değerlerin üstün tutulması, uygulanmasıdır. Nuh(s)’un diliyle ‘bize gelen ayetler kavmimizle aramızı açtı’ çünkü gelen ölçü ve değerler, terkedilenleri uygulayanlarla doğal olarak ayrıştırır, farklılaştırır. Bizi onlara değil onları bize hasım kılar.
Tevhid en genel manada Allah’ı bir’lemektir. Allah’ı bir’lemek, sayısal olarak iki ya da üç değil de bir saymak değildir. İnançta ve pratikte Rablik ve İlahlıkta ona eş, ortak ve yardımcı koşmamak,  ebeveyn ve evlat isnat etmemektir. Ondan gelenleri doğrulamaktır. Dinde eksiltme yapmamaktır. Uluhiyet ve Rububiyetin Allah’a, ubudiyetin insana ait olduğunu bilmektir. Bu içsel olarak tasdik, his ve düşünce tarafında olduğu kadar, dışsal olarak vücut ile yapılan fiiliyatın toplumsal her alanda, işte ve ilişkide de sadece Allah’ın sözünü dinlemek, bildirdiği ölçülere uymaktır. Sadece ona itaat etmekte budur. İman edenler bu sebeple Allah’ı eksiklik ve acizlikten arındırır, onu yüceltir ve tenzih ederler: ‘Subhanallah.’
İslam’ın Müminleri, diğer dinlerin ve ideolojilerin ‘Mümin’lerinden en temelde bu inançları nedeniyle, ardından da bu inanç unsurlarının toplumsal alandaki ilişki biçimlerinin ve  uyguladıkları değerler sisteminin farklılığı nedeniyle ayrışırlar. Böylece insanlar arasından ‘seçilmişlik’ vasfını kazanırlar.
Her namazda tekrarladığı Fatiha suresinde ‘bizi dosdoğru yola ilet’ diyenler, ‘ancak sana itaat eder, ancak senden bekleriz’ diyerek Allah ile ahit tazeleyenlerdir. ‘Gazaba uğrayanlar’ ve ‘dalalette olanlar’la yollarının ayrışacağını taahhüt edenlerdir.
TOPLUMSAL YAPILAR
İnsan kalabalıkları bir değer temelinde birlik olur, tarihsel referansa, geleneksel ya da rasyonel hukuka dayalı siyasi bir irade eliyle toplumsal bütünlüğünü sağlar. Rastgele bir kalabalık olmaktan çıkıp bir toplum olma bilinci ve hissi bu sayede oluşur. Toplumu bir yapan, aynı ideal üzerinde bütünleştiren ve ortak bir geleceği paylaştıran temel değer her ne ise, toplumsal işler de o değere referansla yürütülür. Bir toplumu toplum yapan değer klasik dönemde genelde kan bağı, inanç bağı, bir krala bağlılık iken çağdaş dönemde bu, ulus bağına dönüşmüştür.
Son elçi Hz. Muhammed’in zamanında insanlık toplumsal olarak iki genel kategoride biçimlenmiş, toplumsal işlerini de o kategorik değerler sistemine göre yapıyorlardı. İlki, ellerinde okudukları, işlerini görürken müracaat ettikleri ‘kutsal’ bir kitabı olmayan, kendilerine gelen kitap ve elçilerle aralarında uzunca bir zaman geçmiş, dolayısıyla hanif tevhid inancı bidat, hurafe ve şirk unsurlarıyla karışmış bir dini anlayış ve uygulama üzerinde olan ‘Müşrik toplum.’ Tarihsel referans ya da atalar yolu, kabile değer sistemine dayalı hukuk, toplumsal ideolojidir.
Diğeri, ellerinde bir kutsal kitabı olduğu halde aralarından bir ruhban sınıfı çıkartmış, ayetleri ve kelimeleri değiştiren Ruhbanların anlayış ve yorumlarını ‘din’ bellemiş, onları ilahlar ve rabler edinmiş, Allah’a ebeveyn ve oğul isnat etmiş ‘Kitap ehli toplum.’ Bunların kültürel birikimi, geçmişe dair anlatacakları hikayeleri, geleceğe dönük öngörüleri vardır. Toplumsal ve siyasal işler o ‘kitabi’ değerlere göre yürütülür.
A- MÜŞRİK TOPLUM
Müşrik toplumun en temel niteliği, dünya hayatında Allah’a eş, yardımcı ve ortak isnat etmesidir. Bu inanışta Allah yücedir, soyuttur, maddi dünya işlerine karışmaz. O işleri tayin ettiği ortakları ve yardımcıları eliyle yürütür. Allah’ın yardımcıları ve ortakları yaşayan yöneticiler ve azizlerdir veya bunlardan ölenlerinin putları, simgeleri ve ilkeleridir. İnsanlara bunların özel oldukları, Rab katında onların sözlerinin geçerli olduğu anlatılmış, nesiller boyu insanlar da buna inanmıştır.
Müşrik toplum dediğimiz insanlar grubunu bir arada tutan, toplumsal olarak bunları birlik yapan değer, kan ve soy bağıdır. Kavim değer sistemi atalar ve azizler inancıyla birlikte toplumsal birliği ve siyasal bütünlüğü sağlıyor. Karya (site, kent, şehir, devlet) yerleşim yerini ve birimini, toplumsal bir düzeni ifade ediyor. Toplumsal birlik ve siyasal bütünlük şirk değerleri temelinde kurulduğu için toplumun diğer bütün işleri de şirk değerleri ve ölçüleri üzerinden yürütülüyor.
Bu kategoride işlerin şirk değerleri üzerinde yürütülmesine örnek olsun diye şunları söyleyebiliriz: Burada hiyerarşi ve değerler skalası, ‘çokluk’ ve ‘asil kan’ üst değerine göre dizilir, iktidar ve itaat ilişkisi buna göre kurulur. Ticaret, mülk ve servet; nüfus, millet ve sayısal olarak çokluğa sahip olanlar, asil kan taşıyan aristokrat/kralla birlikte en üstte; savaşçılık tekeline sahip askerler ve din adamları ortada; esnaf, zanaatkar, köylü (serf veya köle) sınıfı en alttadır. Üsttekiler siyasi karar merkezini de ellerinde tutar. Hukuki sistemleri geleneksel ölçülerdir. Din, geleneksel ahlak ve töre içinde toplumsal unsurlardan bir unsur, atalardan devralınan bir mirastır. Burada insanlar dinsiz de, ibadetsiz de değildir.
 B- KİTAP EHLİ TOPLUM
Kitap ehli toplumun en temel özelliği Allah’a evlat, anne ve baba isnat etmesi, ellerinde kitap olduğu halde aralarından ruhbanlar icat edip onları ilahlar ve rabler edinmesidir. Bu kategoride insanları bir arada tutan ve bütünleştiren değer, inançtır. Aynı dinden olanların siyasal olarak bütünleştiği, toplumsal olarak birleştiği, işlerini de inançlarına göre yürüttükleri bir toplumsal yapıdır.
Bu tip toplumda hiyerarşi, tahrif edilmiş kitaptan meşruiyet alan değerler skalasına göre dizilir. Kutsallaştırılmış ‘Mabed’in sorumlusu Ruhban üst sınıftır. Ardından cemaatin siyasi lideri, askeri ve eğitim sorumluları gelir, çiftçi ve tüccar ‘müminler’ onların ardında sıralanır.
Bu toplum kategorisi, hanif inanç üzere iken izzet bulmuş, salihler önderliğinde örgütlenip kendi bağımsız İslami devletlerini kurmuştur, Yusuf(s), Yunus(s), Davud(s), Süleyman(s) zamanı gibi. Fakat bu hal, enderdir. Bu toplum tipinde daha sık görülen hal, bozulmadan sonra ortaya çıkmıştır. Genellikle imparatorluk veya karyelerden biriyle uzlaşarak onların bir parçası olmuş, seküler yöneticilere itaat etmişlerdir. Nemrut, Sümerler, Firavun, Roma, Feodal kent devletleri ve çağdaş demokratik cumhuriyetler dönemlerinde olduğu gibi. Bozulmuş din, bu tarzı, bu zilleti, bu toplumsal biçimi meşrulaştıran bir araçtır.
 HZ. MUHAMMED NE YAPTI
Son peygamber Muhammed(s)’de istisnasız diğer tüm kardeşleri gibi Risalet görevini aldıktan sonra, bu toplumsal kategorilerden birine ait olmadı, bunlardan birinin parçası olarak da kalmadı. Bu toplumsal biçimlerin yöneticilerine ve üst tabakasına itaat etmedi, değerlerine itibar etmedi, yollarında yürümedi. Onlardan koptu, yeniden ihya ettiği hanif inanç temelinde kendi cemaatini kurdu, iktidar itaat ilişkisini değiştirip arkadaşlarıyla siyasal bütünlüğü sağladı. Bu yeni toplum kendi işlerini ve diğerleriyle olan ilişkilerini kendi değerleriyle yürüttü.
Hz. Muhammed, kendi toplumunu kurduktan sonra insanları, ait oldukları bağlarından kopmaya, iktidar itaat ilişkisini değiştirmeye, dinlerinden dönmeye, değer sistemlerini terk etmeye çağırdı. Bize katılın dedi. Hak bu dedi. Onun çağrısı ve daveti bu maddi temeller üzerine oturuyordu. Bundan sonra siyasi çatışma başladı, teslim oluncaya kadar kafirlerle uzlaşma yapılmadı. Kuran hep bu süreci, şartları ve gelişmeleri anlatır. Kıssalarla örnekler verir. O halde bu işin nasıınla dair kısa bir özet yapalım:
Muhammed(s) önce kendisi, sonra kendisine bağlanan ilklerle birlikte Allah’dan gelenlere iman ettiler, bildirilenleri tasdik ettiler, düşünceleri, değerler sistemi, amaçları ve hedefleri değişti. Bunun sonucunda doğal olarak şirkten, küfürden, günahlardan ve kötü huylardan arındılar. Böylece başka bir insan tipi oldular. Velayet bağı ve itaat ilişkisi değişince Kureyş’le olan aidiyet, asabiyet ve hukuki bağları koparttılar. Onun yerine iman bağıyla Allah’a, maddi olarak da yeni bir toplum içinde birbirlerine bağlandılar. (İleriki zamanlarda Yesrib’de bu defa kitap ehliyle ilgili olarak aynısı tekrarlanacaktır)
Bu gelişmeler olurken Mekke’de iman edenler ve etmeyenler olarak iki parçalı bir yapı oluştu. Bunların itaat ilişkisi, değerleri, bağlantıları, amaçları, yolları ve akıbetleri farklılaştı. Burada yeni kurulan toplumun eskisine kıyasla niteliği ve yapısal farkı şuradaydı: İman toplumu nasıl toplumsal birliği ve siyasal bütünlüğü tevhidi değerlere göre kurduysa, toplumsal işlerinin ve diğerleriyle olan ilişkilerinin tümünü de aynı değerlere ve ölçülere göre yürüttü. Din zaten budur. Dinden bahis bunlardan bahistir. Kuran anlattıklarının tümüyle bağlamı budur.
Tevhidi değerler sistemine göre oluşan ve işleyen yeni toplumda, toplumsal hiyerarşi, değerler skalası, takva ölçüsüne göre yeniden düzenlendi. Üstünlük ölçüsü değiştiği için eskinin sosyal, siyasal ve iktisadi hiyerarşisi tasfiye edildi. Artık herkes aynıydı. Ayırım yapmaksızın herkes aynı hukuka, ilgiye ve hakka tabi idi. Mescid’de saf tutup birlikte namaz kılanlar bu söylenenlerin maddi şeklini ve uygulamasını gösterdiler. Medine örneğinde olduğu gibi İman edenler siyasi yönetici olarak, toplumsal planda karar mercii olarak, yukarıdan aşağıya her derecede en yüce ahlaki değerleri yaşatanlar olarak diğerlerinden üstündü. İnansın inanmasın herkese ‘hak ettiği’ veriliyor, zulme, fesadın üretilmesine ve yayılmasına fırsat tanınmıyordu.
Artık ne kan bağı ne asil kan, ne tanrının yeryüzü temsilcisi yönetici, ne servet çokluğu ne sayısal fazlalık, ne kitap ehlinin ne müşriklerin değerleri, değer değildi. Dünya hayatının, imtihan yurdunun, tek ümmet olarak yaratılmayışın hikmeti gereği, müminler topluluğu bozuluncaya, kitap ehli toplumu statüsüne düşünceye kadar şirk içeren bu değerler hiç işe yaramadı.
VE ÇAĞDAŞ TOPLUM
Modern çağda klasik toplumsal yapılar nitelik olarak yenilendi, endüstriyel toplum denen yeni ve başka bir biçime dönüştü. Modern toplumsal yapı üretim sürecine ve planlamasına göre örgütlendi. Zaman ve mekan anlayışı ve kullanımı buna uygun olarak yeniden düzenlendi. İnsan da bu yapının bir elemanı olarak şekillendi, modern değerlere göre değerlendi.
Uzunca süren bu geçişte toplumlar modern nitelikli değerler temelinde aynı fakat iki farklı yönetim tarzıyla birbirinden ayrıştılar. Tüccar burjuvanın üstünlüğünde kurulan, kapitalist ticari değerlerin her şeyi belirlediği seküler, liberal, demokratik toplumlar (İsveç, Hollanda, İngiltere, Amerika gibi). Geleneksel ordu-devlet yapıları nedeniyle, birinci ve ikinci dünya savaşı süreci ve şartları sonucunda askeriyenin belirleyici olduğu, militarist değerlerin yeni toplumu şekillendirdiği laik cumhuriyet tarzı toplumlar (İkinci dünya savaşı sonuna kadar Almanya, Japonya, İtalya, Sovyetler, Türkiye; halen devam eden Çin, Rusya, K. Kore, Türkiye ve Ortadoğu krallıkları gibi).
Kendi içinde yeniden kurumlaşıncaya kadar son bir kaç yüzyıldır diyelim, modern çağa geçişte toplumlar kendi tarihsel geleneklerine, süreçlerine ve şartlarına uygun biçimde değişim ve dönüşüm yaşarken, yeniden şekillenişte de kendini eski yapısallığının üzerine oturdu. Sonuçta değişimin aktörlerinin yukardan aşağıya doğru cebren veya aşağıdan yukarıya doğru uzlaşma yoluyla vardıkları liberal-militarist toplumsal kategori oluştu.
İki kategoride oluşan modern toplumlar, demokratik veya militarist kültüre göre yeniden şekillenip bütünleşirken aslında aynı nitelikteki değerlere, ölçülere, amaçlara ve hedeflere yöneldiler. Bunları, modern hatta pozitivist bilim, teknoloji, tek dilde eğitim, sanayileşme, kentleşme, laiklik, sivilleşme, ilerleme, kalkınma, refah toplumu olma, güçlü devlet ve güçlü orduya sahip olma şeklinde sıralayabiliriz. O halde bu toplumlar arasındaki temel fark, bu işleri yapar, bu hedeflere koşarken uzlaşmalı demokratik yoldan mı, ordu öncülüğünde bürokratik kanalla yukardan aşağıya mı şeklindeki yöntem farklılığıdır.
İlk toplumsal biçimde burjuva öncüdür, bunlar aristokratı, orduyu, kiliseyi, köylüyü yanına almış uzlaşmıştır. İkincide, geç modernleşmenin de etkisiyle Batı tarzı modern eğitimden geçmiş kurmay subaylar öncüdür, bunların halk tabanı olmadığı için ‘cahil’ halk ve olmayan ya da değersiz sayılan tüccar sınıf yerine okumuş bürokratik sınıf ve medya ile ittifak yapmıştır.
Modern toplumların en temel niteliği, ‘ulus toplum’ (bizde millet) temelinde birlik olmaları, ‘ulusal değerler’ (bizde milli değerler) çerçevesinde siyasi bütünlüğü sağlamalarıdır. Bu işte ilk yapılan şey, ulus devlet kurulduktan sonra o devletin ulusunu bir araya getirip bütünleştirmek olmuştur. Klasik toplumlardan bu sebeplerle de ayrışırlar.
Modern toplumsal aşamada siyasal bütünlük, oluşturulması gereken yeni bir ‘millet’ gerektirdiği için öncelik dil birliğinin sağlanmasına verilmiş, bunun için mecburi ve süreli eğitim sistemi getirilmiştir. Ardından yeni milletin geçmişte yaşadığı dini dönemleri aşarak milli tarih anlatısı ve öğretilmesi, eğitimle sağlanmış ortak kültür, vatan, marş, bayrak, milli ekonomi, milli ordu ve milli devlet gibi temel değerler sıraya girmiştir. Modern toplumsallığın başlıca ve en temel amacı ve ulaşılması gereken hedefleri bunlar olmuştur.
Millilik, milli değerlerle sınırlı bir çağrıya ve form’a sahip olduğu için dini kendisine rakip olarak görür çünkü dinler, milli sınırları ve değerleri aşan ve insanları farklı ve çok daha üst bir çerçevede kuşatan bir çağrıya sahiptirler. Bu sebeple modern toplumlarda dinler, uzlaşılması veya kontrol edilmesi, olmazsa baskılanması veya reforme edilmesi gereken tek rakiptir. Bu günlere geldiğimizde dinlerin millileşmiş oldukları söylenmelidir.
Bu kısa özetten sonra söylenmeli ki, klasik toplumsal biçimlerde kategorize edilen (müşrik ya da kitap ehli) toplumsal yapılar, modern çağda artık aynı toplum içinde, o toplumun bir parçası olarak vardırlar. Ulusal form ve uluslararası sistem çerçevesinde birlikte yaşıyorlar. Artık bunların birbirlerine karşı üstünlük iddiaları kalmadı. Tipik olarak sürece sonradan giren modernleşmiş İsrail ulus devletini ve Yahudi toplumunu örnekleyebiliriz.
Modern toplumlar dini ölçülere ve kan bağına göre değil milli/ulus değerler temelinde birlik ve milli siyaset çerçevesinde bütünlüğü sağladıklarına, toplumsal işlerini de bu değerlere referansla yürüttüklerine göre, Hz. Muhammed’in yaptıkları tarihte kalmış, bu güne uzamayan örneklik olarak sayılabilir mi? Dikkat edilirse eskisi yenisi toplumsal yapılar ve siyasi bütünlükler, şeklen farklı olsalar da İslami bakımından nitelik ve meşruiyet olarak aynıdırlar. O halde değişen bir şey yok. Bu soruya Hz. Muhammed’in yerel, tarihsel şartlar ve dönemle kayıtlı bir peygamber olmadığını aksine tüm insanlığı, tarihsel dönemleri, şartları ve toplumları aşan bir örnekliğe sahip olduğunu hatırlayarak da cevap verebiliriz.
Hatırlamalı ki vahiy, tarihsel zamana, şartlara, belirli toplumlara değil insanlara inmiştir. Burada tarihsel olan vahiy değil şartlar, zaman ve toplumlardır. Çünkü vahiy ne tarihsel şartların ve dönemlerin ürünü ne de bunlarla kayıtlı olan bir hakikat değildir. Vahyin belirli şartlarda ve dönemde inmesi başka şey ki buna hanif din diyoruz, o şartların ve dönemin ürünü olması başka şeydir ki buna da kitap ehlinin dini diyoruz. Vahiy gerek geldiği gerekse sonrası için tüm bu şartların, zamanların ve toplumsal yapıların üzerinde ve ötesindedir. Bu durumda bulunduğu dönemi, şartları ve toplumsal biçimi vahye göre yönetecek, vahye göre düzenleyecek olan insandır. Zira vahiyden sorumlu olan da insandır.
Klasik veya modern toplumsal biçimler, İslami değerler ve ölçülerle değerlendirildiğinde nitelik ve meşruiyet bakımından razı olunmayacak yapılardır. Razı olmamak başka bir arayışın peşinde olmayı gerektirir. Kaldı ki modern toplumlar siyasi düzen, ekonomik sistem, örgütlenme modeli, hukuki yapı ve kültür olarak dine dayanmadığını anayasa maddesi yaparak ifade ve tescil etmişlerdir. Çağdaş insan tipi ve toplumsal ilişkiler bakımından geçerli ölçü ve değerlerse zaten İslami değildir
SONUÇ OLARAK
İman edenlerin Hz. Muhammed’in yaptıklarına dönerek, o modeli esas alarak kendi çağlarına uyarlaması lazım şarttır. Bundan doğal bir amaç olamaz. Zira ona yön veren, sürecini ve şartlarını tayin eden vahiy, onun kadar bizleri de sorumlu tutmaktadır. Şu halde nas elimizde, örneklik önümüzdedir.
İman etmiş bir müminin, Allah’ı inançta ve toplumsal hayatta bir’lemiş olduğunu düşünürsek, yani ortak ve yardımcıdan tenzih durumu, ister tek kalsın ister kendisi gibi olanlarla müminler topluluğunu oluşturmuş olsun, bunların farklı bir iradeye, yola, amaca ve geleceğe sahip olmaları, imanlarının bir gereğidir. Buna göre iman edenlerin kendi toplumlarının bir parçası olmayacakları, yollarında yürümeyecekleri, taptıklarına tapmayacakları, aynı gelecek peşinde koşmayacakları da bir gerekliliktir. Zira Müminlerin ölçüleri ve değerleri farklı olduğu için bu gelişmeler doğaldır.
Müşrik, kitap ehli ya da ulus ölçekli bir toplumdan razı olmamak, o biçimleri, değerlerini ve işlerini hak bulmamak ilk elde imani bir çıkarımdır, sorumluluktur. Şirkten, küfürden ve günahlardan arınmanın maddi plandaki karşılığı budur. Bu imani temelden hareketle gerisi vüsata, beceriye, azme dayalı mücadeleye ait, öznel şartlarla sınırlı ve süreçle ilgili sınanmayla alakalıdır.
Hz. Muhammed’in bize öğrettiği dine göre öncelik imanımızı şirkten, küfürden ve günahlardan arındırmak, ardından sorumluluk sahibi olmaktır. Sorumluluk, içinde yaşadığımız modern toplumsal biçimde tevhidi değerlere göre ilişki kurmayı ve tutum takınmayı gerektirir. Buysa bir süreçte ayrışmayı tetikler. Müminlerin bu dünyada var oluş sebebi, amacı, eksikliğini hissettiği için peşinden koşturacağı şeyler farklılaşmış, bu sebeple mevcut toplumsallığa esastan muhalif olması, mevcudu aşıp kendi yapısını kurmaya çalışması imani sorumluluğudur
Müminler için eksik olan şeylerin en başında küfre karşı iman tarafında yer alması, ondan sonra da bu dünyada elde edeceği şeylerin ve varacağı yerin, imani ölçülerin ve değerlerin onayından geçmiş olması gelir. Söz gelimi haksız yere başkalarının canına kıyarak, malına, namusuna el atarak, ellerindekine göz dikerek varılacak bir yer, elde edilecek bir kazanç yoktur. Bir mümin haklı davasına haksızlık karıştırmaz. Tepkisel hareket etmez, öç alma duygusuna kapılmaz.
Bu bağlamda iktidar, servet ve sayısal çokluk, nüfuz, statü gibi değerler, müminler için tek başına bir şey ifade etmezler çünkü bunlar üstünlük ölçüsü değildir. Zaten bu dünyada bunları her şekilde elde etmek için de var değildirler. Allah’ı tenzih edenlerin, diğerlerinin yollarından ayrışacağını beyan edenlerin yapacağı işler, her aşamada haklılık kazanmak durumundadır. Çünkü ayrışmanın ve farklılığın maddi şartları ce sonuçları bunu gerektirir.
Bu çağda, mevcut yapılar içinde, Hz. Musa’nın geldiği dönemdeki İsrailoğulları gibi dağınık ve parçalanmış vaziyette bulunabiliriz. Onlar gibi toplumsal ölçekte zillete düşmüş, fısk içeren işlerimiz nefislerimizin hoşuna gidiyor olabilir. İktidar itaat ilişkisinde bocalıyor da olabiliriz. Buna rağmen ne kötü arınarak imanımızı koruyabilir, o imanla eksiğimizi gediğimizi giderme yoluna girebilir, ilişki biçimimizi değiştirmeye başlayabiliriz. Bunun için mevcudun içinde yok olmamak, mevcudun bir parçası olmayı sindirmemek gerekir. Allah’ı tenzih edelim, Ramazan ayını bu yolda bereketlendirelim inşallah.
Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir