Sönen Ateşin Dumanı

Sönen Ateşin Dumanı

İslamcılık, modern dönemler boyunca derinden yanan bir “ateşti”. İslamcı akım, Müslümanların bir taraftan çöken devletleri, ilga edilen hilafet yönetimi, parçalanan toprakları, yok olan İslami toplumsal kimliği ve ayrışarak uluslaşan halklarıyla “yakıcı” bir derde düşmüştü. Öte taraftan hakkı hatırlatma sorumluluğu gereği insanlığa, hayata ve dünyaya başka bir algı ve yaşam tarzını teklif etmek gibi de bir yükümlülük altındaydı. Şaşkındılar, mevcudu değerlendirme ve yeniden ihya olma bakımından “dertliydiler”. Dolayısıyla İslamcılık yer kürede Müslümanların kaybettikleri “güçleri” nedeniyle toplumsal travma yaşadıkları ağır şartlarda oluştu ve gelişti.
Bu dertti onları yakan, onların da yaktığı ateş. Varlık gerekçesi olarak Batılı boyunduruktan kurtulup bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşmak, yeniden ümmet olmak ve elde edeceği güçle insanlığa hitap etmek istiyordu. Bunun için verdiği mücadeleydi onu yakan. Onun yeniden yaktığı ateşti etrafı parlatan. Bu ateşin aydınlığı ve ısıtma gücüydü insanlığı etkileyen yeni güç akımı. Bu nedenle hakkında çokça tartışma açıldı, büyümeden etkisi kırılmaya, yanlışa sevk edilerek gözden düşürülmeye çalışıldı.
Varlık âleminin insan sorumluluğu ve iradesi dışında kalan diğer kısmında, beşeri bir müdahale söz konusu olamadığından ilahi bir düzen, yaratıcının egemenliği altında uyumlu-çelişkisiz bir işleyiş vardır. İnsanın halifelik sorumluluğuyla yaratılışı ise, kendi iradesi, egemenliği ve tercihi altında olan beşeri hayatı, bu ilahi düzene uyumlu hale getirmeleri içindi. İnsan bu görevini yapmazsa şayet, yeryüzünde, karalarda ve denizlerde bu nedenle bir bozulma olurdu. Fesadın çıkması ve yaygınlaşması, insanın, yaratıcısıyla olan bilgi, hakikat ve teslimiyet bağını kopartıp hevâsını ilah edinmesiyle oluşurdu. Ve modern dönemlerde olan buydu.
İslamcılık öz itibarıyla, bu dünya hayatının beşeri tarafını bütün açılımlarıyla vahyi referanslara göre yeniden tanzim etmek, böylece dengeyi kurmaktı. Varlık âlemi dediğimiz kozmosun insan-insan, insan toplum, insan çevre, insan Allah ilişkileri dâhil toplumsal yapıyı kuşatan beşeri kısmını yeniden tanzim iradesiydi bu nedenle. Buna karşılık modern dönemlerde insanoğlu, yeryüzünde kendi eliyle fesat üretmiş, kendi yanından ürettiği modern bilgi-algı ve pratikle dünyayı bozmuş, şirki iktidar etmişti. İslamcılık bu nedenle modernizme, modern algı, ilke ve pratiğe bir başkaldırıydı.
İslamcılığın, modernizmin içinden çıkmış, ondan etkilenmiş, modern dönemlere ait bir başkaldırı veya ideoloji olarak kodlanması dolayısıyla Müslüman’ın artık sırtından atması gereken bir kambur gibi gösterilmesi, günümüz post modern algısının etkisiyle oluşan-oluşturulan bir durumdur. Oysa İslamcılık esas olarak modern akledişin ürettiği beşeri hayattaki fesada ve küfre karşı bir çıkıştı. Bu nedenle İslamcılığın temel tezi, Kuran’a ve sünnete yeniden dönmek, kâinattaki dengeyle beşeri hayatı yeniden uyumlu hale getirmek ve bunun için yaratıcıdan gelen “aynı kaynağa” yeniden müracaat etmekti. İslami hareketlerin bu dönemlerde, işgal altında kalan Müslüman coğrafyanın bir kurtuluş çağrısı olması da bu gerekçeye dayanıyordu. Geçen yüzyılda Pakistan ve İran üzerinden gerçekleştirilen acı-tatlı deneyimi, bu hareketlerin çalışmalarının bir ürünüydü.
Modernizm, birçok bakımdan insanlık tarihinde bir kırılmadır. İnsanlık âlemi, tarihte birçok kez olduğu gibi, bu dönemde de, topyekûn olarak vahye sırtını dönmüş, vahyi bilgiyi, hakikat algısını değiştirmiş yani sorumluluğunu ihmal etmiş, yeryüzü ilahlığına soyunmuştu. Kadîm sekülerlik dünyaya yeniden dönmüştü. Aklediş değişmişti. Yönetim katından ve yeni devlet biçimlerinden başlayarak siyasi iktidar, ekonomik alan, ideolojik yönlendirme, sosyal kategorizasyon, insan-varlık tanımı, varlık-yaratılış gerekçesi, varlıkla kurulan ilişkiler, haklar, özgürlükler ve eşitlik gibi ilkelerle, yaratılış amacına ve hedefe yönelik her alanı yeniden tanımlamış ve tanzim etmişti. Nihayet dünyada zulmü, şirki, küfrü ve fesadı bu nedenle egemen kılmıştı. Dünyanın batı yakasından başlayarak hemen her tarafı kuşatan ve köklü değişimleri tetikleyen bu yenilik, Müslüman coğrafyayı da doğal olarak etkilemişti. Modern ideolojinin ardında güçlü devletler vardı dolayısıyla ekonomik güç, askeri yapı, siyasi-ideolojik ve teknolojik üstünlüğe sahipti.
Güç, doğal olarak itaat ister, yayılmak ister, egemenliğini her alanda geçerli tutmak ister. Gücün, güç olmanın doğası budur. Bu bakımdan güç, bozar ve yeniden düzer. Bu bozma ve yeniden dizme işi, güçle olur ancak. Burada güç, gücün meşruiyeti, gücün tanımıyla, referansıyla ve niteliğiyle ilgili, güce yüklenen anlamla bağlantılıdır. O halde önemli olan meşru güç olmak, gücü meşru amaçlar için kullanmaktı. Dolayısıyla Müslüman’ın da amacı ve hedefi, hem düştüğü durumdan kurtulmak ve hem de dünyaya asaleti, insanlar arasından “seçilmişliği” göstermek için bu güce sahip olmaktı. Modern dönemlerde olduğu gibi gücün bâtıl olması, bâtılı temsil etmesi, bâtılı egemen kılması ve yayması verili bir durum idiyse, bu aynı zamanda hakkı söyleyenlerin, hakkı temsil edenlerin, haktan yana olanların ortada olmadığının, hakkı egemen kılacak bir güce sahip olmadığının da bir göstergesiydi.
Hak varsa ve gücü temsil ediyorsa bâtıl yoktur veya bastırılmıştır. Meşru güç veya hakkın hâkimiyeti budur. Tersi durumdaysa, bâtıl varsa ve gücü temsil ediyorsa bu defa da hak yoktur ya da bastırılmış demektir. Gayri meşru güç veya fesadın iktidarı da budur. Bu nedenle İslamcılığın siyasi amaç ve hedefleri önceleyerek ortaya çıkması, İslami hareketler olarak örgütlenip İslami “devlet” kurmak için mücadele vermesi doğal bir durumdu çünkü gücü temsil eden şey devletti. O halde zalim nitelikli güce karşı meşru nitelikli güçle karşılık verilmeliydi. O nedenle İslamcılığın siyasi ilkeleri, siyasi vizyonu öne çıkarması olağandı. Kaldı ki İslam coğrafyası bâtıl güçle işbirliği yapan, bu gücün yayılması ve etkinleştirilmesi için çalışan yerli “acenteler” eliyle teslim alınmıştı.
Modern dönemler, dini bilgi, dini telakki, dini irade, dini ölçü ve dini meşruiyete dayalı toplumsal yapıyla da cepheden zıtlaşmıştı. Müslüman toplumlar da benzer sebeplerle ama şirk ekseninde yeniden diziliyordu. “Laisite modelini” taklit eden Müslüman coğrafyadaki devletler eliyle İslam’a karşı sıcak ve soğuk savaşın başlatılması da bu nedenleydi. Batının tersine buralarda tarihsel şartlar, toplumsal kimlik, sosyal kategori ve meşruiyet konusunda İslam hala egemendi. Bu nedenle her yapılıp edilenler o güç eliyle yukardan aşağıya ve zorla yapıldı. Dolayısıyla yeni ihdas edilen yerel iktidarların ve yönetimlerin tek rakipleri, karşısına alacakları muhalifleri, sadece dindar guruptu. On yıllar boyu yukardan aşağıya ve zorla sürdürülen reform ve yenilik dayatmaları sonucunda dine karşı üretilen “liberal-ırkçı-sosyalist” ideolojiler ve “laik mezhepli” toplum icat etme uygulamaları, bu nedenle taban tutmamış, halk bunlara itibar etmemişti.
Bu coğrafyada laik devletle, diktatörlük ya da cumhuriyet gibi rejimlerle, devleti temsil eden iktidar ittifaklarıyla İslami hareketler arasında sürgit devam eden mücadele uzun yıllar aldı ve nesillere sirayet etti. Bu mücadeleler çoğu zaman İslami hareketler aleyhine sertlikle, acımasız bastırmalarla devam etti. Can, mal ve nesil güvenliği açısından zorlu geçen dönmelerde, süreç, Müslümanların zihinsel değişimlerine, taleplerinde değişikliklere yol açarak devam etti. Seküler ideolojinin etkisini göstermeye başladığı Türkiye gibi yerlerdeyse, bu mücadele hedef değiştirmeye başladı ve bu durum devlet tarafının yumuşamasına, dinle barışmasına etki sağladı.
Tarafların seküler vasatta bu karşılıklı buluşmasında, eski döneme ait ulus devlet, ulus toplum yapılanması ve din-devlet, din-laiklik, din-ekonomi, din-kamusallık gibi temel ilkelerde ve politikalarda ortaya çıkan büyük değişimlerin rolü, son küresellik döneminde daha bir yoğunlaştı. İçerde gelişen bu yumuşama belirtilerinin üzerinde, yeni durumda ortaya çıkan post modern akledişin pratiği olarak küreselliğin, dış etki olarak “belirleyici”, “yönlendirici” etkisi veya “katkısı da” akılda tutulacak kadar önemliydi.
Küresel yeni dönemde sermayenin küresel dolaşımının, serbest ticaretin, yerel siyasal katılımın sağlanması için demokrasinin gelmesi, kapitalist yeni üretim ve paylaşım tarzının yerleşmesi için sosyo ekonomik yapının değişmesi, kurumsal entegrasyonun sağlanması için de toplumsal akledişin yenilenmesi gerekmekteydi. Kentsel dönüşüm ve yeni göç hareketleriyle yeni kentli toplum ve kent kültürünün oluşması çabaları bu gerekçeyle devam etmektedir. Dolayısıyla insan hak ve özgürlüklerinin savunulduğu, bireyselliğin ön plana çıktığı, politik toplum denen devletin minimize edildiği, eşitlik, adalet, sivillik ve hümanist insaniliğin cezp edilip talep ettirildiği yeni bir durum gerçekleşti.
Bu bakımdan geride kalan döneme ait etnik aidiyete, ulus bilincini besleyen tekçi ulus kutsallarına, dile, vatana ve dine dayalı kimlik tanımlaması, artık belirleyici olmayacaktı. Bu yeni dönemin tek gerçeği, tek aktörü, tek örgütlü toplum ve iktidar sınıfı haline gelen, küresel sermayedir. O nedenle dünyada politik iktidarı, sosyal yapılanmayı ve zihinsel algıyı dönüştüren ve belirleyen, örgütlü tek toplumu temsil eden gurup, artık sermayedir. Ve Marks’ın 19 yüzyılda söylediği gibi bu nitelikli sermayenin “dini-milliyeti” yoktur.
Küresel kaynakları talan eden, Çin örnekliğinde görüldüğü üzere insanlığı “sürüngenler” gibi sadece karın doyurma derekesine mahkûm eden, arzda canlının yaşaması için zorunlu imkân sağlayan doğayı, çevreyi, suyu, bitkiyi, hayvanı, atmosferi bile bozan ve sadece kendi çıkarını korumak için hareket eden bu yeni yapılanma, küreselliğin doğru konması gereken diğer adıdır. Marketing sistemiyle hem pazarı tekeline alıp hem sadece üretmeyi, daha çok üretmeyi, kazanmayı ve daha çok kazanmayı tek amaç edinen serbest ticaret, kapitalist mantık, acımasız rekabet gereği üretim maliyetini ucuza, en ucuza düşürmek zorunda kaldığı için her şeyi sömürüyor, tüketiyor. Kârdan başka bir şeyi düşünmediği için böyle yapıyor.
Sistem bu. Bu sistemin ahlakı bu. Sermayenin yapısı bu. Bunun için tekelleşerek, çok uluslu şirketler kurarak, küresel dolaşım yoluyla örgütlü güç haline geliyor ve tüm muhaliflerini değiştiriyor. Artık güç, sadece sermaye yani. Bu güç sayesinde yerel ve bölgesel üretim, tüketim ve paylaşım düzenleri alt üst oluyor, sosyal doku bozuluyor. Bunun için emeği, doğal kaynakları talan ediyor, devlet gücünü, kültürleri, örgütlü sivil gurupları yeniden üretiyor, yönlendiriyor ve kullanıyor. Nihayet sermaye insanlığı, toplumsal yapıyı ve dinleri de kendince yeniden dizerek muhalefetsiz kalarak yoluna devam ediyor.
Sermaye düzeni, tüm bu yapıp ettiklerini, ideolojik üstünlüğü ele geçirdiği, kendi doğrularına küresel çapta herkesi “ikna” ettiği için kurabiliyor, etkinleştirebiliyor, sürdürebiliyor. Bu ikna kabiliyetini ise; sporu, sanatı, müziği, sivilleşmiş her türden toplumları, şirket-piyasa mantığını özümsemiş ve sivilleşmiş cemaatleri, think-tank (araştırma) kuruluşlarını, medyayı, aydınları, uzmanları, danışmanları, piyasaya uygun eğitim veren üniversiteleri ve tabii ki ilahiyatçılar eli ile başarıyor. Başka bir deyişle riya temelli “teşhir kültürü”, münafıklık üreten “görsellik” dönemi veya “harama hilenin katılmadığı” yeni şirk düzeni bu.
İnsanlık çaresiz, nesneleştirilmiş ve kuşatılmış durumda. İnsanlık tarihinde paranteze alınacak bu dönem, kabaca 400 yıla tekabül ediyor. Karşıtını da kendine benzeten bir özelliği nedeniyle şu an hiçbir ideoloji, hiçbir din karşı çıkmıyor, karşı koyamıyor bu sisteme. Farklı bir şey söyleyen de yok gibi. İnsanlar kendini Hıristiyan, Yahudi, Şintoist, Budist hatta Müslüman olarak ifade ediyor, dini kimliğini ve kültürünü bu aidiyetler üzerinden ifade ediyor ama bireysellik, hak ve özgürlükler, demokrasi, sekülerizm, serbest ticaret, halkın iradesine dayalı yönetimler, katılımcı siyaset, sözleşmeli toplum, eşitlik, adalet vs gibi modern ilkelerle kurulu bu hayatı talep ve yaşama konusunda aynileştiler. O nedenle hemen hepsi aynı ülkünün peşinde, aynı ilkeleri savunuyor, aynı amaçlar peşinde koşturuyor. Bu bağlamda yok aslında birbirilerinden farkları ama kimisi Müslüman, kimisi Hıristiyan. Kimisi Yahudi, kimisi Şintoist veya Budist.Modern dönemlerden bu döneme miras kalan farklı tek düşünce, farklı tek öneri İslamcılıktır. Çeşitli problemlerine rağmen İslamcılıktır. Bu fark, potansiyel olarak hala vardır ve hep olacaktır. Diğerleri, gerek dinler olsun gerek ideolojiler, bütünüyle kaybettiler. Hepsi değişti ve dönüştü. Onların bâtıl olmaları bir yana, aklediş olarak, düşünüş ve algılama biçimi olarak tekleşmeleri bunu göstermektedir. Geriye kalan ya da insanlığın tek şansıysa, değişmemiş, bozulmamış ve korunan bir kitabın, Kuran’ın insanlığın elinde olmasıdır. Çünkü Kuran, şartlara değil, dönemlere değil, insanlığa hitap etmektedir. Bir bakıma kitabı doğru okuyabilen Müslümanlıktır. Hemen akabinde bu kitabın dolayısıyla insanlığa gönderilmiş son elçinin, hakkın doğru öğretisi ve sahih temsili olan Hz. Muhammed’in sünnetidir. Tarihi tecrübe olarak sahih hattır. Birikimdir. Bunun dışında başka bir söylem, başka bir dünya hayatı önerisi kalmamıştır.
Post modern dönem İslamcısı, zihinsel olarak dönüşmüş bir fotoğraf veriyor. Modern dönemdeki “öteki” algısını yitirerek, usulü, yöntemi ve birikimini terk ederek dönüştüğü gözlemleniyor. Rasyonalizmi benimseyerek, aklı otorite yaparak, hümanistçe insanileşerek, her şeyi anlayacağını, hakikati yeniden keşfedeceğini sanarak dönüştüğünü fark etmiyor. Oysa vahyi yeniden tanımlamaya, kutsalı bu yaklaşımla yeniden okumaya başlayarak bu noktaya geleceğini, dolayısıyla diğerlerine benzeyerek dönüşeceğini kestirebilirdi. Birikimi ve tarihsel tecrübesi buna müsaitti. Buna rağmen o da kendine zıt olan bir yola girdi.
Kuran’i tarih yorumuna, beşeri tarih felsefesine sahip olmadığı, birikimini de reddettiği için bu duruma kolay düştü. Bu tarz İslamcılık kendi literatürüne de yabancı kalınca “türedi” bir Müslümanlık icat etti. Sonuçta dünyayı, hayatı ve varlığı bu yeni akılla yeniden okudu ve bozulmaya, fesada çanak tuttu. Dinle dünya, dinle devlet, dinle ekonomi, dinle sosyal hayat ilişkisini koparttı ve nihayet dini, teolojik alana, itikadi tartışmalara hapsederek “ruhbanlaştı”. Beşeri alandaki sorumluluğunu unuttu. Bu dönemde, bu şartlarda ve bu nedenlerle uzay boşluğuna düştü çünkü kendini tanımlarken farkını ortaya koyacak “öteki” algısını yitirdi. Böylece zemini yok oldu, duracağı yer, karşı çıkacağı şey yok oldu. Bu nedenle o da bireyselleşti, o da sekülerleşti. Ve insanlar arasından seçilmişlik özelliklerini yitirmeye başladı.
Müslüman dünyada post modern döneme geçiş, küresellik pratiği, Müslümanlar eliyle gerçekleştiriliyor. Diğer ideolojik veya dini sınıfla, sosyal tabanla bu mümkün değildi çünkü etkisi yoktu onların. Bu gerçekçi de olmazdı. Müslümanların bu değişimi ve süreci itiraz etmeden benimsemeleri için gereken stratejik çalışmalarınsa bir dönemden beridir yapıldığı bilinmekteydi. Ahalinin itibar edeceği ilahiyatçılar, dini önderler, siyasetçiler, aydınlar ve medyanın yanında “İslami” think-tanklar, uzmanlar, araştırmacılar, sivil örgütler vs de bu işlerde istihdam edilmişlerdi. Bir önceki despotik, baskıcı dönem devlet tecrübeleri, katı laiklik uygulamalı devlet-din ilişkisi, dindar sınıfın gayri meşru sayılıp dışlanması gibi sertlik yanlısı uygulamalar, yeni durumun tartışılmasını ve eleştirilmesini gölgeledi. Eski durumların tersine bir rotada yürüyen yeni din-devlet ilişkisi, dindar sınıfın meşru görülmesi, iktidar ortağı kılınması, sosyal hayatta ona pratik alanlar açılması gibi durumlar, yeni durumun benimsenmesini kolaylaştırıcı ve önemli bir unsur oldu.
Bu dönemlerin İslamcısı, doğal olarak akledişi değiştirdi, rasyonelleşti, hümanistleşti. Dolayısıyla dini telakkiyi yeniledi. Varlık âlemi, dünya ve hayata dair Müslüman’ca bakışında ve taleplerinde esaslı problem yaşıyor olması bu nedenledir. Post modern, neo-liberal ilkelerin belirlediği bu süreçte, İslamcının devletle kurduğu yeni ilişkileri, ona şimdilik “balayı” hayatı yaşatıyor. Hatta değişimin ve dönüşümün aktörü oluyor. Bunu, İslamcının iddiası ve talebine bakıldığında rahatlıkla görmek mümkündür. Neo-Liberal ilkelerden halkın iradesine dayalı, katılımcı ve sosyal sözleşmeli siyaset ya da demokrasi talebi, kapitalist-serbest ticaret, hümanizm temelli ve insan merkezli hak ve özgürlükler, Feminist temelli kadın-erkek arasında eşitlik, tevhidsiz adalet gibi fütursuz talepleri, bu uğurda kurulan “sivil” örgütlenmeler ve verilen mücadeleler vs, bunun göstergesidir. Öte yandan bu talepler, seküler din algısının da neticeleridir. Küresellik zaten bu ilkelerle yayılıyordu ve küresel ikna, ideoloji de buydu.
Post modern dönemde bu tür iddiaları dillendiren İslamcının önü normal olarak açılacak, yeni sisteme bu dolayımdan katılımı sağlanacaktı. İslamcının yeni durumda yönetime ortak edilmesi, sosyal ve iktisadi alanda görünür olması, meşruiyet probleminin çözülmesi sonrasına tekabül eder. Böylece bu dönemin İslamcısının muhalefeti, “kraliçelerinin” muhalefetidir. Esasa, niteliğe ve meşruiyete yönelik değildir. Sesleri gür çıkan, sivil ve resmi alanda etkili olan, medyada ve sosyal hayatta şöhret edilen İslami çalışmaların ardında bu değişimler yatmaktadır. Bu nedenle, modern dönemde yanan Sahici İslam ateşi sönmüş, şimdiyse o ateşin dumanları yükselmektedir. Bunca hareketlilik ve canlılık, yeniden körüklenen ateşi değil, sönmüş ateşin dumanını göstermektedir. Dumansa aldatıcıdır, zehirler, sağlığa ve bünyeye zarar verir.
Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir