Müslümanlık ve Tepkisellik Üzerine

Müslümanlık ve Tepkisellik Üzerine

Müslüman olmak, insani zaaflar nedeniyle her şartta ve her daim olamasa da genel geçer durumlarda, esasa ait hallerde istikrarlı olarak, kendi inancı ve bakış açısıyla nasıl düşünülmesi ve hareket edilmesi gerektiğini bilmektir. Bir olaya, bir gelişmeye veya bir duruma karşı, başka dinlere ait düşünüş ve davranış kalıplarıyla davranmamak yahut tepkisel olarak onlar gibi yapmamaktır da.
Bir Müslüman hayatın içinde, insanlarla ve çevreyle kurduğu her türden ilişkilerinde, her şeye rağmen, diğer insanlara kıyasla gerçekten de farklı muamelesi olan biridir. Gerek yakın gerek uzak çevrede geçmişte yaşanmış bir takım olaylar dolayısıyla haksızlığa maruz kalmış, gadre uğramış olsa da, başkalarına olan kini dolayısıyla bile kendisinin haksızlık etmemesi, diğerleri gibi davranmaması bu nedenledir. İşte bu gibi farklardır onu Müslüman kılan, diğerlerinden de ayrıştıran.
Akraba ilişkilerinde merhamet ve güzel davranmakla ilgili tutum, komşu hukukunu gözetmekle ilgili hassasiyet, ilk elde bir Müslüman’ı diğerlerinden ayıran vasıflardandır. Bunlarla yürüttüğü ilişkilerinde çetele tutmaması, diğerlerinin yaptıkları nedeniyle kendisinin de onlar gibi davranmaması bu nedenle önemlidir. Tepkisel olmamak böyle bir şeydir. Çünkü Allah böyle istemektedir.
Lehte sonuç üretmek ve birilerini kollamak maksatlı veya korkuyla da olsa yalancı şahitliğin yasaklanması, başkalarının malının haksız yere yenmesinin haram edilmesi, ölçüsüzce kazanıp mal biriktirerek insanlara üstünlük taslamanın kınanması, kısas gerektiren hallerde bile adalet sınırının aşılmaması yahut bağışlama tavsiyesi gibi durumlar da bir Müslüman’ı Müslüman kılan veya onu diğerlerinden ayrıştıran doğal özelliklerdendir.
Yetimi yoksulu gözetmesi, düşküne zayıfa kol kanat germesi ne kadar olağansa, zalime ve haksıza karşı durması, her daim hakkı savunması da o kadar olağandır. Hoşa gitmese de, nefse ağır gelse de, insanlar sırf bu tür davranışları nedeniyle kınasa da bile Müslüman, böyle davranabildiği için Müslüman’dır. Diğerlerinden farkı da zaten bu gibi durumlarda açığa çıkandır. Çünkü Allah bu tür davranışlardan razı olmaktadır.
Hak ile hükmetmeyenlere, eline geçirdiği güç nedeniyle tuğyan edenlere, nasıl yaratıldığını unutup azgınlaşanlara, insanları sosyo-ekonomik sebeplerle yahut etnik-dil özelliklerine göre guruplara ayırarak kimilerini gözetirken kimilerini aşağılayanlara, dolayısıyla şirki, küfrü, nifakı iktidar eden zalimlere itaat etmemek de bir Müslüman’ın farik vasıflarındandır. Çünkü burada hak değil batıl geçerli tutulmaktadır. Keza zalime neden zalim olduğunu hatırlatırken emretme makamında olanlara hakkı hak ölçüleriyle haykırmak da onun özellikleridir.
Bu bakımdan bir Müslüman, başkaları gibi değil, insanlardan bir insan gibi değil, diğerleri gibi karşılıklı bir hesap tutarak değil, tepkiyle hareket ederek değil, intikamcı, fırsatçı ve katliamcı gibi değil, olması gerektiği gibi, bir Müslüman gibi düşünen ve davranandır. Tıpkı Allah’ın kendisine bildirdiği öğretmeni ve rehberi peygamber gibi, onu takip edenler gibi. Çünkü insanlar arasından seçilmişlik, seçilmişliğin özellikleridir bunlar…
Batılın ve nifakın muktedir olduğu, azgınlığın ve şirkin yaygınlaştığı, emredicilerin tuğyan ettiği ve dolayısıyla hakkın bastırıldığı bir çağda yaşıyoruz. Şeytanın vesvese verdiği, nefsin iğva ettiği, hak ile batılın karıştırıldığı, hakkın ne olduğunun açıkça bilenemediği, insanın kendisini haklı çıkartacak nice sebepler ve mazeretler bulabildiği, kitaptan ayetler bularak deliller de getirebildiği bir çağ bu. Dolayısıyla esasların göz ardı edildiği, detayların asılmış gibi öne çıkartıldığı, durulacak yerin kayganlaştığı ve insanların kolayca aldatılabildiği acınası bir dünya bu.
Böyle bir zeminde insanlara hak değerlerin şahitliğini yapacak, hakkı temsil ederek açıkça hak budur diyecek, batılı göstererek haktan ayrıştıracak ve üzerlerinde taşıdıkları seçilmişlik özellikleri sebebiyle insanlığa müstakîm yolu gösterecek Müslümanlardan biri olmak, şimdi ne kadar da önemlidir. Burada sözümüz genel insanlığa, diğerlerine değil, onlar arasından seçilmişlik özelliklerini üzerlerinde taşıyan Müslümanlaradır. İmtihan dünyasında, imtihan bilincini, teslimiyetin temsilini, uyarı sorumluluğunu, hayırda öne çıkmanın hesabını tutanlara ve halifelik niteliklerini taşıyanlaradır.
Zihinler karışmış, gönüller batıla dalmış, seküler değerler belirleyici olmuşken, insanlara hak olanı gösterme sorumluluğunu yüklenmesi gerekenler de genel gidişata uymaya başlamış, kalabalıklar arasında kaybolmaya yüz tutmuşlar. Diğer taraftan da her kafadan bir sesin çıktığı, her çağrıcının kendi zanni veya gurupsal doğrusunu öne çıkartıp kendisine çağırdığı, teferruatın aslın yerine geçirildiği böylesi bir durum söz konusu. Bu şartlarda kitabi sabitlerin, amacın ve hedefin dosdoğru örnekliğini gösteren peygamberi pratik, gerçekten hak olanı açığa çıkartıcı aydınlığı dolayısıyla önemsenmelidir. Örneği, öğretmeni ve rehberi peygamber olanlar, kendi işini ciddiye almalı, peygamberini doğru dürüst tanımaya bakmalıdır.
Kurana sarıldığını söyleyenlerin okuduklarını ve anladıklarını doğrulatacak, parçacılığı ve kafa karışıklığını giderecek başka bir yol yoktur. Bunun yanında söz gelimi “en nücuh ven-nezair” konusunu bilmeyen “düz” bir kuran okuyucusu, zanni kanaatleri sonucunda ve belki de hakkı batılla örttüğü bir duruma düştüğünde, dayanak olarak ortaya sürdüğü ayetler olabilir. Ama onun tersine açıklama getiren ayetlerle ve yorumlarla karşılaşınca kafası karışabilecek, inadi bir duruma düşerek tevil yoluna sapabilecek, belki de kibrinden zulme kayabilecektir. Her zaman daha iyi bilen birinin olacağı ilkesiyle başkalarından duyabileceği bir hakka teslimiyet yerine farkında olunmasa da kendi görüşünde ısrar ederek tepkiselliğe kaymak böyle bir şeydir. Böylesi durumlarda dahi sünnet, doğru anlayışı ve uygulamayı gösteren, ihtilaflarda baz alınması, çelişkiyi ortadan kaldırması ve gönülden teslim olunması gereken tek rehberlik olacaktır. Sadece hakkı arayanların başka bir ölçüsü yoktur.
Kuran okuma ve anlama faaliyetleri, kuran İslam’ı gibi masum ama muradı aşan, bir taraftan da dini kısırlaştıran ifadelerle tavsif edilen durumlara dönüştüğünde, bu iddianın aslında bir sürü çamlar devirdiğini görmek ne kadar önemliyse, buradaki tepkiselliği görmek de o kadar önemlidir. Bu tezin bir taraftan geçmiş anlayışlara karşı bir tepki olduğu nasıl sırıtyorsa diğer taraftan da kendisi gibi düşünmeyenleri suçlamak ve dışlamak için de bir gerekçe oluşturduğu açıkça gözüküyor. Kaldı ki geçmiş okuma faaliyetlerinin ürettiği sonuçların kimi yanlışlarından hareketle tümünü yok saymak, modern akledişle gelenek olarak onları biçimlendirip “aşağılamak”, “en doğrusunu” kendimizin bulduğunu iddia etmek ve dolayısıyla “yeni” şeyleri ancak bizim keşfettiğimizi varsaymaktır. Bu durum en hafifinden saygısızlık ve had bilmezlik olarak kayda geçmelidir. İşte bu aklediştir ki durduğu yerde durmayıp farklı görüş sahiplerini rahatlıkla dışlamaya, tepkisel bir tarzla kendi görüşü dışında başka görüşleri reddetmeye kadar “meşruiyet” sağlıyor. Velev ki teferruat konularını zorlama yorumlarla asla dönüştürerek de olsa.
Her ümmetin kendi çağında, kendi şartları çerçevesinde, muhatap olduğu kimi sorunları ve konuları önceleyerek yorum üretmesi, kendiliklerinden bir şeyler katması, kendi hallerine dair sahih uygulamayı açıklığa kavuşturma gayretleri kadar doğal bir şey olamaz. Aynı doğallık, kendi aralarında dahi farklı düşünebilme ve yorumlama yeteneği ve konusunda da geçerlidir. Dolayısıyla esası ve ayrıntıları gözden kaçırıp birbirine karıştırdığımızda, hak olanı örtmüş, tepkisel hareket etmiş, inadi savunmalara geçerek konular hakkında indirgemecilik yapmış, kendi görüşümüzü tek doğru gibi dayatmış dolayısıyla başkalarına karşı haksızlık etmiş, bunu da din adına yapmış olabiliriz. Genel durumda halimizi resmettiğimizde, görüntünün böylesi bir yoruma müsait olduğunu söylemek, bizim coğrafyanın insanının kuran okumalarından bu tarz bir algıyı benimsediğini ve savunduğunu itiraf etmek mübalağa sayılmamalıdır…
Bu durumda sorulması gereken doğru soruyu sormalı ve dürüstçe cevaplamalıdır. Hiçbir zaman tamam artık ben “oldum” denemeyeceğine göre, tepkiselliği aşacak ve vahdete nasıl ulaşacağız o zaman? Tarihselcilikten ve görececilikten sıyrıldığımızda biz bir hayalden, olması muhal bir durumdan mı yoksa bizzat tercih edilerek yapılması gerekenden mi bahsediyoruz? Her konuda ve illa vahdet gerekli midir veya vahdet dediğimiz şey, birilerinin veya sesi gür çıkanın etrafında toparlanma çağrısı mıdır? Ayrıntıya girmeden söylemeliyiz ki, vahdetten ne anladığımız kadar, nelerde vahdet üzere olmamız gerektiğinin ve bu durumun kolaylaştırılması gereken bir sorumluluk olduğunun altı çizilmelidir.
Çokça öne sürülen ve kimsenin karşı koyamayacağı kadar büyük laflarla “ilkeler” başlıklı kendi çıkarımlarımızı maddeler halinde sıralayıp, vahdetin zemini budur diyebilmek ne büyük cesarettir! Teslimiyeti, ahlakiliği, tevazu’u, anlayışı, dağlar kadar yükü omuzlamanın getireceği sorumluluğu ve geceler boyu tertil ile okumayı ve tefekkürü, güzel örnekliği ve teşviki göz ardı ederek; kuşatıcılığı, merhameti, feraseti, kendinden çok kardeşini düşünmeyi, gönüllerin itminanını ve kardeşlik hukukunu yok sayarak yapılan vahdet çağrısı “mekanik” bir çağrı değilse bu nasıl bir yürekliliktir! Böylece bir vahdet sağlanabilir mi, sağlanırsa ne kadar sürecektir? Onlara karşı şefkatli olmasaydın eğer etrafındakiler dağılır giderlerdi, içinizden öyle bir elçi geldi ki size, sizden daha düşkündür, uyarısı bunları hatırlatmıyor mu? Her yerde olduğu gibi bu işlerde de peygamberi örneklik ne kadar önemlidir, anlaşılabiliyor mu?
Bizler için kestirmeden ve kaba hatlarıyla şunlar söylenebilir; din, teolojik ve detay tartışmalardan arındırılıp gerçeği üzere anlaşılmalı, öğrenilen her bir bilginin mutlak bir pratiğe ve somuta tekabül ettiği ve ahlaka dönüşmesi gerektiği bilinmeli. Okumalardan anlaşılabildiği kadar beşeri âlemde din bir teslimiyete, yola, davaya, kişiliğe, ahlaka ve hayat tarzına dönüşmeli. Ben Müslüman’lardanım diyeni vahyi değerler özelde de tezkiye etmeli. Allah’ın dini-davası ve yolu gibi çok temel bir “işin” peşine düşüldüğü kabullenilmeli. Allah’ın ve meleklerin desteklediği ve bu davaya gönül verenlerin de kendilerine örnek sunularak desteklenmesi, takip edilmesi istenen peygamberlik işi doğru kavranmalı. Kulluk ve had bilmeyi, bir gün mutlaka hesaba çekileceğimizi unutmamalı… Kaygı taşımanın ve sinesinde başka bir hesap tutmamanın doğal sonuçlarıdır bunlar. Aynı şekilde seçilmişlik özelliklerini de gösteren özelliklerdendir.
Bundan sonra stratejik düşünme kapasitesine, devlet aklına ve beşeri becerilere ulaşılmalıdır. Bu konuda birbirimizi teşvik etmeliyiz. Çünkü insanlığa söylenecek sözün, şahitliği yapılacak örnekliklerin bu vasıflara ve donanıma ihtiyacı vardır. Bundan sonra “rablerinin davetine icabet edenler” gibi, kendinden öncekiler gibi aynı sürece girerek cemaat olma şuuruna erişmelidir. Bunun için kardeşlik hukukunu tesis etmeli, itaat işini halletmeli, karar alma ve sorun çözmede sadece hakkı bulmak için istişare fıkhına önem vermeli, emredicinin reyinin gizli açık ihtilafları hallettiğini kabullenmelidir. Modern ilkeler ve değerler nezdinde düşünerek tepkisel olmamak ve selim akla ulaşmak böyle bir sonucu doğuracaktır.
İşte bu cemaattir ki kardeşini kendisi gibi gözetir, dini-aklı ve nesli korur, güvenliği tesis eder, sosyo-ekonomik dayanışmasını üretir, zalime itaat ve el açma zilletinden kurtarır, kendi içinde aidiyet bağıyla kula kulluktan kurtulup Allah’a teslimiyeti öğretir, öldükten sonra yeniden dirilişi ve hesap gününü sürekli hatırlatıp hayırda yardımlaşmayı canlı tutar. Namaz vakitlerine göre yeni bir hayat tanzimi inşa eder. Diğerleri arasından seçilmişlik ve farklılık böylece tezahür eder. İnsanlığa çağrı, dine ve Kurana davet, hakkın dillendirilmesi, insanlar arasından seçilmişlik özelliklerini taşıyan bu niteliklerle örnekliği ortaya koyabilmek, toplum içinde böylesi bir cemaatleşme inşa edilerek yapılır.
Her yapıp ettiklerimizin, en ince detaylarına kadar her durumda ne yapılması gerektiğinin sadece Kurandan öğrenilmesi gerektiği gibi kısır ve bir o kadar da gereksiz bir tartışma, risalet örnekliğini dışladığı kadar sahih tecrübeleri de yok sayarak kısır çatışmaları, fantastik tartışmaları besleyen ve gönüllerin başka şeylere kaydığını gösteren günümüze has bir anlayış olmalı. Yapılması gerekenlere dikkat ve hassasiyet yerine tartışma alanlarını çoğaltmak buralardan besleniyor. Zımnında peygamberi devreden çıkartmanın, sadece kendi aklına güvenmenin, tersini telaffuz edip dursa da kendini peygamber yerine koymanın veya başka bir hesap tutmanın yeni durumu bu. Modern akledişin ürünleridir bunlar. Teslimiyet ve itaat böyle olmamalı. O nedenle bu tarz bir yolcunun hem şefkati ve merhameti yok hem de yol haritası yok. Dolayısıyla dinle, insanlarla değil mühendislik ile uğraştığının ve sorumluluk çizgisini aştığının farkında da değil zaten…
Günümüz ortalamasında hem sünnet anlayışı hem de ümmetin düşünsel seyri ve tecrübeleri konusunda sığlık baş gösterince, her okuyucu kendine has yeni “din” icadı veya “dini icatlar” peşine düşmüş. Bu sebeple teolojik tartışmalarla din özünden ve esasından kopartılırken din gerçeği başka bağlamlara taşınıyor, modernizmin kışkırttığı istikamette her konuya cevap yetiştirme “fantezisi” ön plana çıkıyor. Bu durumsa maalesef ahlaka, sorumluluğa ve teslimiyete dönüşmüyor. Böylece sahici Müslümanlık örnekliği de kayboluyor. Bu meyanda yapılan “kuru” ve “anlamsız” çeşitli tartışmalar, ayetler sıralanarak da olsa o tarzı benimseyenlere dolayısıyla rahatlık veriyor. Tartışma alanlarının genişliği ve yeni keşifler, ahlaktan ve Müslüman’ca tefekkürden alıkoyduğu için müddeinin kendi tezini bazı ayetlerle, matematiksel sıralamalarla savunmasına karşılık, din gerçeğini hatırlatanların dışlanması veya dayandığı ayetlerin tevil edilmesi de bir o kadar kolay oluyor.
Bu gibi nedenlerden dolayı cemaatin varlık gerekçesini anlamak, neden cemaat olunması gerektiğinin bilincine varmak önemlidir. Okunanları doğru anlamak, anlaşıldığı kadarıyla olsun ahlaki değişimi sağlamak ve istikameti tutturmak, edebe ve teslimiyete ulaşmak kadar tepkisellikten kurtulmak için de oldukça önemlidir. Dinin gerçeği ve başlangıç besmelesi, uluhiyet ve rububiyet ilkesi, ubudiyet ve teslimiyet pratiğidir. O nedenle, bu aslı göz ardı ederek yapılan okumaların beyhude sonuçlar ürettiği gözlenebilir. Haksız yere hükmedenlere, gücü ele geçirip kendisine itaat bekleyenlere, batılı iktidar edenlere ve fesadı yayanlara karşı, onların gösterdiği pozisyonlarla değil, bireyselleşerek veya sivilleşerek değil, cemaat olmakla ancak hak üzerinde kalınabileceğinin anlaşılması bu nedenle ve bu şartlarda daha da önemlidir.
Tağuttan içtinap ederek kopartılması gereken itaat bağının ve aidiyet ilişkisinin karşılığı, yeni bir dini asabiye üreten cemaat olmakla ancak mümkündür. O halde cemaat olmak, temelde bir sisteme, asla ve meşruiyete karşı olma pozisyonudur. Tüm peygamberler kendi Mekke’lerinde bunu örneklemiş, bu nedenle kavminin ileri gelenleriyle tartışmaya ve mücadeleye bu farklılıkla başlamıştır. Asıl budur. Bundan sonrakilerse bu aslın üzerine bina edilenlerdir. Kuran, bu konuda detaylı bilgiler ve diğer salih kulların benzer kıssalarıyla doludur. Kuran okumaları nihayetinde bu büyük mesajı ve ayrışmayı anlamaya yönelik sonuçlar üretiyorsa, Kuran İslam’ı sözünden ve ilkeler sıralamasından bu din gerçeği çıkıyorsa, teferruatları aslın üzerine dizmeyi sağlıyorsa faydalı ve gereklidir. Aksi halde, genel halimizde görüldüğü üzere, kuran okuya okuya gayya kuyusuna doluştuğumuzun resmidir! Çünkü bunun tersi Allah’a itaati temin etmeyen sorumsuz-biatsız ve cemaatsiz Müslümanlıktır!
Cemaat olunmadığı çağlarda ve dönemlerde, tepkisel pozisyon tutmaların hayrı getirmediği, teferruata dalıp asıldan uzaklaşıldığı, Müslümanların kendilerini, akıllarını, dinlerini ve nesillerini koruyamadıkları bir vakadır. Dolayısıyla kalabalıklar arasında kaybolup bozulma durumu, hem kitapta uzun uzun anlatılan kıssalarla uyarılan ve hem de yaşanılarak da tecrübe edinilen bir hakikattir. Bu bakımdan din, cemaatle yaşanılan bir vaka, ayetlerin cemaat olunarak vücutlaştığı bir canlılıktır. Özetle dini emir, tavsiye ve yasaklar ancak cemaat olunarak uygulanabilir.
Bu gibi temel kuralları ihlal etmek, din gerçeğini anlamamak, aklı otorite kılarak modern akledişin etkisinde kalıp tepkiselleşmeye kaymaktır. Tıpkı hemen herkesin yaşadığı yanlış deneyimler veya acemilikler sonucu ortaya çıkan sui misalin misal olmadığı bilindiği, “kurtların kuzuları” kaptığı yaşanılarak görüldüğü, “bireyselliğin” ve “sivilliğin” Müslüman’ı kendine yabancılaştırdığı, bunların toplamında tepkiselliğin canlı vücudu parçalara ayırarak “öldürdüğü” hallerde görüldüğü gibi. Bu nedenle neden cemaat olunması gerekliliği ve cemaatin varlık gerekçesi üzerinde yeterince tefekkür edilmelidir. Bir cemaatim yoksa, itaat ilişkisi kuramamışsam ben ne yapıyor, hangi zeminde duruyorum kaygısı burada devreye girmelidir…
Günümüzde, Müslüman “bireylerin” ve “sivillerin” kuran okuya okuya düştüğü çağdaş tehlikeli yolculukları görerek hayıflanmamak mümkün değildir. Buna rağmen itiraf etmeli ki, şu işleri birlikte yapmak üzere diyerek bir proğram önerisi olmadan Kurana çağırıyorum diye kendi zanni görüşümüze, teorik ilkeler dizinimize, yorumlarımıza veya gurup asabiyemize çağırmayı, her sözümüzü bir şekilde ayetlerle destekleyip vahdete çağrı diyerek kendimizi aradan sıyırmayı maharet sayabiliyoruz. Aynı yanlışı, benzer mantiki çıkarımla diğerlerini veya farklı bakış açılarını dışlamada meşruiyet üreterek sürdürebiliyoruz. Tüm bunlar ne kadar hatalı ise, tartışma konularını soyutlaştırmaya, anlamsız ve cansız maddeler halinde sıralanan ilkelere dökerek meşrulaştırmak da o kadar hatalıdır. Bu tutum ahlaki de değildir, hak da değildir.
Çağımız ulus devletler çağıdır. Bir tarafıyla cemaatleşme iradesinin terk edilip sivilleşmeye geçiş yapılan bir çağdır. Gerçeğe tekabül etmeyen, karşılığı olmadığı için “üretilmiş” bir “sivil” ulus kimlik anlayışı ve bu kimliğin bileşenleri, karşılığı olan “ümmet ve cemaat” yapısını ve kendine has bileşenlerini parçalayıp yeniden yaratmak üzerine kurulu, modern akledişin bir ürünüdür. Modern akledişse Dini akledişin tam tersi sonuçlar ve tarz üretir. Bir önceki dönemde inanç ilkeleri ve ölçülerine göre cemaat ve ümmet şeklinde kategorize edilen insanlık, modern dönemlerde dil-etnisite gibi yeni ölçülerle yeniden tanımlanıp ulus üst kimliğinde birleşmeleri bu sebepten tasarlanmıştı.
Bu akledişin ürettiği yeni kimlik üzerinden kendini yeniden keşfetmesi istenen insandan, doğal olarak bu kimliğe sadakati istendi. Dolayısıyla her bağımsız “ulusal kimlik”, ötekinden farkını ortaya koymak için kutsallaştırılmış “ulus tarihi”, yüceltilmiş ve “hak” sayılmış “dil-vatan” teorisi ve semboller gibi ilkelerle beslenmek zorundaydı. O nedenle bu ulus kimlik oluşturma çabası mecburen ve çoğunlukla “zora”, giderekte “iknaya” dayalı olacaktı. İnsanlığın dört yüz yılını heba eden bu ulusalcılık zindanı, insanı hapsettiği ulusallık hücrelerine doluşturdu. Bu sapkın çağda görülmesi gereken en önemli şey, tüm bunların dinden bağımsız hatta tam da ona rakip olarak yapıldığıdır. En kötüsüyse, insanlığa örnek olup yeniden asaleti ve izzeti göstermesi gereken dindarın, insanlığı bu cinnetten kurtarması yerine, süreçte şaşkına dönerek, “hak” sandığı yeni kimlik ve bileşenleri üzerinden kendini yeniden tanımlama mücadelesine girişti, o kimliğe sadakat göstermeye başladı ve bunu da hak peşinde koşmak zannederek kendine yabancılaştı ve tepkiselleşti. Böylece ötekisine benzedi de başkalaştı. Tarihin dört yüz yılında nesneleşmek, dört yüz yıl boyunca tarihte olmamak böyle bir şeydir.
Bu çağ aynı zamanda insanlığın cinnet geçirdiği, her bir insanın diğerinin üzerinde batıl değerlerle, batıl ölçülerle yükselip üstünlük tasladığı, riyanın, gösterişin, teşhirin ve dolayısıyla azgınlığın tavan yaptığı modern bir “kültürlenme” çağıdır. Dolayısıyla dini değerlerin içinin boşaltılması sürecinde galip olana benzemenin veya onda var olanı form olarak alıp rahatlamanın, taklitçiliğin veya tepkiselliğin talep ettirildiği bir insanlık halidir. Bir taraftan da küresellik gereği ulus üstü kurumların ulus devletlerin egemenliğini sınırlandırdığı ve daha güçlünün borusunu bir şekilde öttürdüğü küresel özellikler kapıya dayandı. İletişim ve ulaşım teknikleri ve kolaylıkları nedeniyle manipulasyonun çokça kolaylaştığı, kitlelerin kolayca ikna edilebildiği, yalanların gerçekmiş gibi sunulabildiği, yalancıların kendilerine sunulan imkanlarla herkesi yönlendirebildiği bir durum bu. Kısaca fesadın her kulağa hakmış gibi fısıldanabildiği de bir çağ özelliği taşıyor.
Cemaat olmak, bu çağda da, bir Müslüman’ın koruma kalkanı da olacağı için modern örgütlenmelerden ve yönlendirmelerden her yönüyle hem farklıdır ve hem de gereklidir. Çünkü tüm bunlara karşı olmanın ve kendini korumanın tek yolu, sahici cemaat olmaktan, ümmet ufkuna gözleri dikmekten geçiyor. Bunun dışında bir yöneliş hem kendine yabancılaşmayı, hem giderek yalnızlaşmayı ve hem de çaresizliği ve tepkiselliği besliyor. Bireyselleşme, hümanistleşme, feministleşme, sivilleşme, uluslaşma, sekülerleşme ve demokratlaşma gibi zihinsel dönüşümü ve yeni insan tipini sağlayan ve ardından tepkiselliği destekleyen sonuçlar, bu nedenlerin sonucudur…
Böyle bir vasatta, tepkisellik sonucu oluşan taleplerde, yabancılaşmaya ve vahye müstenit bir aslın ve esasın nasıl göz ardı edilebildiği durumlara vereceğimiz aşağıdaki örnekler, aynı zamanda söylemeye çalıştıklarımızın anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır. Verilecek örneklemelerde niyet sorgulaması yapılmadığı, kimi adresleri suçlama kastı güdülmediği, buna karşılık sadece olan bitenlerin tahlil edilmeye ve anlaşılmaya çalışıldığı belirtilmelidir.
Ulus devlet yapılanmasında eğitim ve öğretim sistemini eleştirmek, eğitimin kendisini konuşmak, bilginin değerini, elde edilişini ve amacını tartışmak artık mümkün olmuyor. Onun yerine okula gitme ve modern eğitim alma yarışında kılık kıyafeti nedeniyle dışlananları, doğal olarak dini bilgi edinmenin kısıtlanmasını vs asli dertmiş gibi dertlenerek mücadele alanı açabilmek, bunu da sürgit devam ettirebilmek normalleşiyor. Kapitalist piyasaya eleman yetiştirme temelli, kapitalizmin ihtiyacı olan köleleri üretme fabrikaları olan modern eğitim sistemini ve kurumlarını değerlendirip konuşmak yerine ya formel taklitçilikle modern eğitimin dindarcasını vermeye çabalıyor ya da ilkesellikten vazgeçip şaşkınlaşarak işin teferruatında boğuluyor. Esası gözden kaçıranlar, süreçte bu tür talepleri “direniş” çağrılarına ve “kimlik” ekseninde mücadeleye dönüştürebiliyor. Bu ülkenin muhafazakarı bu tür işleri önemseyebilir hatta sürdürebilir ama bu yazının muhatabı olan Müslüman’ı bu işlerle nesillerin dönüşebileceğini hesaba katmak zorundadır. Tecrübeler bunu göstermiyor mu? Burada, birileri bir şeyleri manipule ederek kalabalıkları yönlendirmek istiyorken masumane bu işlere koşturanlardan nelerin gizlenmeye çalışıldığını düşünebilirsek, devlet aklının ne olduğuna dair tefekküre dalabiliriz.
Benzer tepkisellik, ulus devletin kendisini, niteliğini, varlık gerekçesini ve meşruiyetini anlamadan, neye karşılık olduğunu düşünüp tartışamadan, bu esası gerçeğiyle eleştirip aşamadan teferruata dalıp da; ulus devletin kutsallarını temsil eden bayrağı, andı, marşı, tarihi, törenleri, dili öne çıkartıp asla dönüştürmek, bu uğurda pozisyon alıp aynı eksende alternatif  “hak” taleplerinde bulunabilmek de böyle bir örneklemedir. Burada “asıl” göz ardı edilirken “füruatla” dikkatlerin dağıtıldığı fark edilemiyor. Bu durumda üzeri örtülen gerçek nedir diye sorabilmeliyiz. Farkında olunsun ya da olunmasın, bize gösterilen yolda ve istenilen konularda pozisyon alıp mücadele yürüttüğümüzü sanmak, sonuç olarak esası göz ardı etmek veya tepkisel davranmak değil midir? Bizim kendimize ait esaslı konularımız, pozisyon almak gibi bir derdimiz yok da diğerlerini eksen alarak mı şekilleniyoruz? Burada ilkesellik ne, tepkisellik ne, kendiliğinden olması gereken veya olunması istenen nedir? “Sapla samanın” karıştırıldığı böylesi bir vasatta, dikkatlerimizin dağıtıldığı, enerjilerimizin heba edildiği, nesillerimizin boşa çıkartıldığı zamanların hesabını kim verecek veya soracak o zaman?
Ulus devleti, üniter yapısını, toplumsal ülkü, birlik ve beraberlik ölçüsünü, referansını, hangi kimlik üzerinden insanların kendilerini yeniden tanımlamaları ve o kimliğe sadakat göstermelerinin istendiği gibi can yakıcı ve esasa müteallik konular tartışılamıyor, gündem edilip eleştirilemiyor da; bunlara karşı çıkmak adına tepkisel olarak aynı kimliksel ölçü ve değerler üzerinden hak talep edilebiliyor, gasp edildiğini söylediği bu “hakları” nedeniyle “zulme” uğradığını düşünerek bu uğurda mücadele yolu açabiliyor, bunu da ayetleri istihdam ederek savunabiliyoruz. Kölenin efendisine öykünmesini gösteren böylesi bir durumu, Müslümanların bile hiç düşünmeden benimsediğini görmek, asılla teferruatın karıştırıldığının bir göstergesi olarak görülebilir. Efendiyi konuşmak yerine efendinin uygulamalarını konuşmak ya da tepkisel olmak böyle bir şeydir. Ulus devletin doğal politikalarını eleştirirken bunların nedenlerini ve sebeplerini ihmal ederek hangi gerçeklerin üzerini örttüğümüzü de konuşabilmeliyiz. Aksi halde dikkatleri dağıtırken, esası göz ardı edip dururken, olması gerekeni mi yoksa tepkiselliği mi açığa çıkartmış oluyoruz?
Onlarca yıldır ve haklı olarak bir Filistin davası güdülürken, bu konuyu merkeze aldığımızı unuttuğumuzda sanki birilerinin düğmeye basmasıyla ve periyodik dönemlerde sürekli dikkatler o yöne çekilip gönüller kaydırılırken, Ankara, Mekke, Tahran, Kahire, Şam, Bağdat gibi asıl merkezleri atlamak, oralarda namaz kılanlar iktidara gelince işler yoluna girmiş gibi davranmak da benzer manipulasyonun acıklı sonuçlarıdır. İsrailin bu sebeple ayakta tutulduğu ve alttan alta desteklendiği merkezdekilere de hakkı hatırlatacak olanlar, gerçekte, asla mı teferruata mı dalmış olmaktalar? Geleneği kapı kulu ulema ezberleriyle suçlayarak büyüyen ve çok büyük laflar eden şu nesle bir bakın hele, böyle yapmaya devam ederek kendileri hangi kapıya “kulluk” ettiklerini düşünebiliyorlar mı? Burada da gözlerden kaçırılan bir şeyler yok mudur?
Yeni yapılmakta olan anayasanın kimi maddelerinden medet ummak, özü ve referansı unutup şerh koymaya çabalamak, yerel seçimlere girip bazı belediyeleri kazanacağı umuduyla hedef değiştirip pragmatizme kaymak, çoğunu bulamazsan azından vazgeçme gibi mantık oyunlarıyla durduğuz yeri meşrulaştırmaya çalışmakla, gerçekte ulus devlet gerçeğini, modern toplum kriterlerini aşmış geçmiş mi oluyoruz? Efendi hazretleri biraz yumuşayınca, onun kendisini ve meşruiyetini tartışmadan elde edilebilecek “kazanımları” veya “hakları” hak saymakla, köleliği ortadan kaldırmış mı oluyoruz? Esası ve hak olanı örterek insanları teferruata boğmakla, peygamber sünneti ve örnekliğini mi, indi görüşlerle tepkiselliğimizi mi ortaya sürmüş oluyoruz? Tepkisel tutum ve yöneliş bu değilse, gözleri ve gönülleri batıla yönlendirmek bu değilse, hak olan neydi o zaman?…
Sözlerimiz, öğretmeni ve rehberi peygamber olanlara, yapıp ettiklerini onun örnekliğine benzetmeye çabalayanlara ve insanlığa bir çağrı kaygısı taşıyanlaradır. Kuranı okurken metin okuması değil vahiy okur gibi hakkıyla okuyanlara, yani okuduklarıyla kendilerini değiştirenlere, nefsinde hakkı hâkim kılarak batıla yol verenlere, dini ilkeleri ve asılları ahlak edinenlere, din gerçeğini doğru anlayıp çağdaş sorumluluğunu düşünenleredir. Kıblesini Kâbe’ye dönerek Allah’ın her sözünü üstün tutanlara, kıyamda okuduğu zikre tabi olanlara, itaatini secdesiyle tescilleyenlere, Peygamberlerin Mekke’lerini ve son elçinin hepsini temsilen kendi cahiliye toplumu Mekke’deki stratejisini önemseyenlere, insanlar içinde ve kendi aramızda yapacak işlerimiz var diyenleredir. Öğretmeni Musolini, Hitler, Lenin, Marks, Rousseau, Montescue, Descartes, Smıth, Keynes, Locke, Facoult olanlara, yönünü ve gönlünü Washıngton’a, Paris, Londra, Berlin, Pekin, Moskova, Tokyo’ya ve onları takip eden Ankara’ya dikenlere, tüm dünyaya sözümüz var diyenlerin genel gidişatın dışında başka şeyler demeleri gerekmez mi?
Müslüman olanlar, insanlar arasında seçilmişlik özelliklerini asıl konularda olsun üzerlerinde taşıyanlar ve genellikle tepkisel davranmayanlardır. Bu özellikleri nedeniyle de başkalarından çok şey almaya ihtiyaç duymayanlardır. Diğerleri bir hayat sürüyorlarsa Müslümanlar da kendilerine has bir hayat sürmeli ve insanlığa bu konuda şahitlik etmelidir. Fark böyle açığa çıkacak, hak ile batıl böylece ayrışacaktır. O halde Müslümanlar, kendilerine yakışanı, inançlarının gereğini ve doğal olanı yapmalı, bu konularda başkalarına bakmadan, tepkiselliğe düşmeden, çağdaşlık ve reel şartlar gibi mazeretlere takılmadan, diğerlerini taklit etmeden davranmalıdır.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir