Modern İdeolojiler ve Müslümanlar

Modern İdeolojiler ve Müslümanlar

TARİF VE TANIMLAR
Modernlik, Latince “modernus”dan geliyor. MS 5. Yüzyılda mefhum olarak toplumsal karşıtlık çerçevesinde kullanılıyor. O dönemde Pagan-Hıristiyanlık ayırımını belirtiyor ve eskiyi temsilen paganlara karşı yeni olan Hıristiyanları ifade ediyordu. Günümüze gelindiğindeyse geleneksel-modern bağlamında,  eskiyi, geriyi temsilen geleneğe karşılık ileriyi, yeniyi, çağdaşlığı ifade eden modernliği anlatıyor. Görüldüğü üzere yine bir karşıtlık var.
Kavram modernizm olduğunda, bir düşünüş biçimi, zihniyet yapısı olarak bu temelde bir anlam yükleniyor. Dünyayı, varlığı, eşyayı, insan kalabalıklarının sosyal örgütlenme biçimini, ekonomik üretim tarzını, Pazar ilişkisini ve rasyonaliteyi ifade ediyor.
Bu günkü modernliğin tarihsel kökü 16. Yüzyıla dayanıyor. Avrupa toplumu ve tarihiyle dolayısıyla feodal toplumun ulus topluma dönüşümü ile ilgilidir. Bu çerçevede burjuvalaşma, kapitalistleşme ve ulus devleti içerir. Sınıfsal bir toplum ve özel mülkiyet anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Bu bağlamda Osmanlı-Türk modernleşmesiyle örtüşmez çünkü Osmanlı ve Cumhuriyette özel mülkiyet ve özek statüde sivil toplum olmamıştır…
İdeoloji, siyaset felsefesiyle ilgili bir kavram olarak 18. Yüzyılda üretilmiştir. Üzerinde anlaşılmış bir tanım olmasa da öne çıkan ve yaygınlaşan bazı tanımlar şunlardır: İdeolojiler renkli ve numaralı gözlükler gibidir, olguları nasıl görmemiz gerektiğini şekillendirir… Algımızı önceleyen ve etkileyen zihinsel kategorilerdir… Yorumlarımızı önceleyen ve etkileyen ön yargılardır… Gözlemlerimizi önceleyen ve etkileyen kuramlardır.
Olumsuz manada ideoloji dogmatiklik, aşırılık, tutuculuk, bilimsellikten uzaklığı ifade eder. Olumlu manada yol haritası veren, tercihleri belirleyen inançlar, normlar ve değerler bütünü, bir dünya görüşünü ifade eder… Tariflerde ortak anlam bilgi, hakikat algısı ve değer yargısına ve oradan hareketle dünya hayatı ve yaşam tarzına işaret vardır.
İdeolojiler, modern devlet-iktidar erkinin meşrulaştırılması bakımından oldukça önemlidir. Her iktidar bir şekilde meşruiyet arar ve ideolojiler de bu işi görürler. Başka bir açıdan bakıldığında modern ideolojiler, feodal dönem sonrası kendi devletlerini kurdular ve birer yenilik yarattılar.
Devletler ve iktidarlar, iki aracı kullanarak ayakta kalır ve kendisini korurlar. İlki, baskı araçlarıdır. Zora dayanır ve doğrudan etkiler. Polis gücü, mahkemeler, hapishaneler gibi. İkincisi, ideolojik araçlardır. İknaya dayalıdır ve dolaylı olarak etkiler. Eğitim sistemi, hukuk, din, sendikalar, sivil toplumlar, iletişim araçları ve kültür gibi.
Devlet ve toplumsal yapıyı, sosyo-ekonomik ve siyasi bakımdan açıklamak için toplumun sınıflı veya sınıfsız olmasına göre “merkez-çevre” ilişkileri veya “güç dengeleri” parametreleri ile açıklamak mümkündür. Bu bakımdan batı toplumlarında güç dengeleri, doğu toplumlarında merkez çevre ilişkisi olarak ideolojik araçlar oldukça önemlidir…
Bu gün dünya ve insanlık alemi tek bir yöne doğru akmakta, İslam dinine göre batıl bir yolda ilerlemektedir. İnsanlık kendi elleriyle kurduğu devlet ve düzenlerle fesadı yaygınlaştırmakta, fıtratları bozmakta, dünya hayatında zulmü ayakta tutmaktadır. Buna karşı aykırı bir ses vermesi, Allah’ın kullarına hak budur demesi ve hakkın şahitliğini yapması gereken Müslümanların da genel olarak kalabalıklara uyduğu ve esasa dair ciddi bir itiraz getiremediği görülmektedir. Buna rağmen modern olana karşı koyma, onu aşıp sahih olanı inşa çabaları cılız da olsa sürmektedir. Bu durumu anlamak ve verili devlet-mülk ilişkisinin dolayısıyla toplumsallığın batıllığını açıklayabilmek için ilk bölümde Batılı toplumsal evreleri izaha çalışacağız.
 MODERN İDEOLOJİLER
Batılı tarihsel süreçte, Ortaçağın sonlarına doğru, feodal toplumda üç kez “ütopya” yazılmıştır. Ütopyalar, yazıldığı dönemde devlet mülk anlayışına, toplumsal adaletsizliğe dair birer eleştiri ve daha adil bir toplumsallık önerisidir. Bu ütopyaların üçü de zaman içinde kendi ideolojisini üretmiş ve bu ideolojiler kendi devletlerini kurmuşlardır. Bu ideolojiler sırasıyla liberalizm, muhafazakârlık ve marksizmdir.
İdeolojiler en temelde devletin kimin olduğuna, mülkü kimin ve nasıl yöneteceğine, kuralları kimin koyacağına dair karar veren birer ön kabul, bir genel tercihtir. Aralarındaki çatışmada temel fark da, mülkiyetle, mülkün-devletin kimin, hangi sınıfın elinde olacağıyla alakalıdır. Bu bağlamda mülkiyet anlayışı, insan tanımından başlayarak sosyo-siyasi örgütlenmeyi, toplumu-devleti-kültürü-hukuku şekillendirir.
Liberalizmde üst yapı altı, Marksizm’de alt yapı üstü belirler, şekillendirir. Özü itibariyle bu yapı mülktür, mülkle kurulan ilişkinin niteliğidir, iktisadiyattır. Dolayısıyla bu mülkiyet anlayışı ekonomi politiği, sosyal örgütlenmeyi, hukuku, kültürü ve siyasi iktidarı dönüştürmeyi, yeniden şekillendirmeyi ifade eder.
Liberalizm ve Marksizm devrimcidir, radikal yenilikçidir. Toprağa dayalı ekonomik yapıdan ve aristokrasiden endüstriyel üretime dayalı kapitalizme ve burjuva medeniyetine geçişte, eskiye, feodaliteye, geleneğe karşıdırlar. Muhafazakârlıksa değişimci ve yenilikçi olmasına rağmen geleneği radikal ve hızlı şekilde terk etmeye karşıdır. Toplumsal dengelerin sarsılmaması için yeni durum içinde ahlaki değerlerin de yaşatılmasını ister.
Bu üç ideolojinin üçü de modern ve sekülerdir. Dinin kamusal hayattan ve devletten çıkartılmasını, vicdani alana çekilmesini savunur. Dolayısıyla geleneğe, geleneği temsil eden monarşiye ve geleneği meşrulaştıran “dine” karşıdır, yenilikçidir. Üçü de ilerlemeci ve kalkınmacıdır. Sosyal Darvinist’çi, evrimcidir. Tarih yorumları determinist, pozitivist, bilimseldir. Bilimsel devrimle akli bilgiyi nakli bilgiye, kitabi hakikati bilimsel hakikate tercih eder… Faşizm burada bir ideoloji midir yoksa kapitalist paylaşım kavgasından türemiş ara bir yönetim tarzı mıdır, tartışmalıdır.
Marksizm’in devreden çıktığı günümüzde modernizm ve küresellik neo-liberal ve muhafazakâr ideolojiyle artık tüm dünyayı etkilemekte, toplumları peşinden koşturan ideolojik değerleriyle itibarını sürdürmektedir. Bu ideolojilerin ardında güçlü devletler olması modernizmin yayılmasında etkin unsurlardan birisidir. Mülk ve kazanç anlayışının maddi olarak ve nitelik olarak değişmesi, ekonomik kalkınmışlık, teknolojik üstünlük de burada belirleyici unsurlardır.
İnsanlık âlemini kuşatan bu dönüşümün ve yeniliğin anlaşılması için modernizmin menşei olan batının tarihsel sürecini, geçirdiği evreleri anlamak önemlidir. Burada hatırlanması gereken şey, her dönemin bir sonrakini kendi içinde üretirken, kendi içinde kendi karşıtını üreterek yoluna devam etmiş olması, kendini yenileyerek yeniyi inşa etmiş olmasıdır. Ve bu günkü sistemin merkezini oluşturan toplumsal modelliğin Yunan felsefesi, Roma hukuku ve Hıristiyan kültürünün ürünü, toplamı, geliştirilmiş şekli olduğunu akılda tutmaktır.
TARİHSEL SÜREÇ
ANTİK YUNAN
Kent devletleri ve doğrudan demokrasinin beşiği olarak bilinir. Ekonomi tarıma dayalıdır. Araziler coğrafi yapı nedeniyle büyük değil ve ortalama bir yurttaşın arazisi 40 dönümdür. Toplum paganisttir. Hukuk basit ve somuttur. Emek zihinsel ve bedeni olarak ikiye ayrılmıştır. Bu nedenle filozofi değerli, beden emeği değersizdir. Emek bol ve ucuz olduğu için teknolojiye de ihtiyaç yoktur. Sanatçının değersiz, sanat eserinin değerli olması da bu sebepledir.
Sınıflı bir toplum yapısı var. Yurttaş, mülkün sahibi, üst sınıftır, hak sahibidir, imtiyazlıdır. Arazilerde üretilen ürünlerin büyük kısmı bunların, vergiler bunlarda toplanıyor. Bunların sayısı oldukça azdır. Devletin de sahibi bu sınıftır. Kadınlar, çocuklar, köleler ve köylüler alt sınıftır ve bunların hakları yoktur. Çalışmak ve vergi vermek bunların görevidir. Yurttaşlar, kent meydanı “agorada” toplanır, siyasi ve ekonomik kararlar alır, toplumsal sorunları çözerler. Halkın güvenlik, adalet ve kamusal işlerini yürütmek üzere, aralarından seçtikleri yurttaşlara görev olarak dağıtırlar. Halk, bu işlere karışmaz, karışamaz. Devlet, burada mülk sahipliği demektir.
ROMA
İmparatorluktur. Roma, farklı dil ve renkte kıtaları, hayli kalabalık insanları yönetmektedir. Geniş arazilere sahiptir. Ekonomi tarıma dayalıdır. Teknolojik gelişmeye çok ihtiyaç duyulmaz çünkü emek hem ucuz hem de boldur. Yine sınıflı bir toplum var. Senatörler imtiyazlı gurup, üst sınıftır. Bunlar mülk sahipleridir. Bir senatörün ortalama arazisi 200 bin dönümdür. Devlet bunlardır. Aralarından biri imparator seçilir. Paganist bir yönetimdir ve imparator aynı zamanda tanrıdır.
Senatörler senatoda toplanır, siyasi, ekonomik kararlar alır, sorunları çözerler. Diğerleri alt sınıftır. Toprağa bağlıkölelerdir. Hizmetleri yürütmek, eğlendirmek, tarlalarda çalışmak, vergi vermek alt sınıfın görevidir. Finans işleri burada gelişmeye başlamış, faiz ve para üzerinden kazanç yaygınlaşmaya başlamıştır. Kamusal işler, güvenlik ve adalet, senatoda görevlendirilmiş senatörlerce yürütülmektedir. Burada da mülkün sahibi devletin sahibidir.
İlişkiler, ürün çeşidi, üretim, dağıtım ve vergi işleri karmaşık ve daha gelişiktir. Arazi hukuku, ürün çeşidi, ticari işler, güvenlik ve adalet işleri daha detaylı hale gelmiş, tüm ayrıntılar belirlenmiş ve tanımlanmıştır. Bu nedenle hukuk, soyut ve kavramsal sistematiğe bağlanmış, tüm sorunlara cevap verecek detaylara, niteliğe ve kavramsal hiyerarşiye kavuşturulmuştur. Günümüzde bile hala Roma hukuku, hemen her yerde genel geçer hukuk olarak kullanılmakta, toplumlar sorunlarını bu hukukla çözebilmektedir.
Roma’nın son döneminde Hıristiyanlık resmi din olmuş, Kilise, ayrıca örgütlenmiş, kurumsallaşmıştır. Teolojik olarak yenilenen Hıristiyanlık, Roma’dan fazlasıyla etkilenmiş, paganist toplumsal yaşama teslis inancıyla cevap verebilmiş, paganist Roma toplumuna böylece uyum sağlayabilmiştir. Hıristiyanlığın bu yorumunda İsevi Müslümanların Roma’da gördüğü ve 250 yıl süren kovuşturma, dışlanma, işkence ve katliamların da etkisi olduğu düşünülmelidir.
FEODAL DÖNEM
Roma parçalandığında küçük devletler çıkmış, kent devletleri, prenslikler, kontluk-lordluk-senyörlük gibi feodal beylikler dönemi başlamıştır. Bu aşamada da sınıflı bir toplum vardır. Yöneticiler, üst sınıf olarak yine devletin ve mülkün sahipleridir. Yönetici kendi bölgesinde özerktir, bağımsızdır. Güvenlik, adalet ve kamusal işleri adamlarıyla yürütüyor. Köylüler serf adıyla, hukuksal bir kişiliğe de sahip olarak alt sınıftır. Yaşadığı topraklarda veya bölgede araziyi işleten kiracı gibidir. Hangi yöneticinin arazisine bağlıysa orasını terk edemez. Sınıf değiştiremez.
Serf, kendisine kiralanmış araziyi ekip biçiyor, elde ettiği üründen senyöre vergi veriyor. Ayrıca, angarya denilen sistemle senyörün arazisini de ücretsiz olarak ekip biçmekle görevli. Serfin kısmi de olsa özerkliği, mülk edinme hukuku var. Burada senyör, bir krala bağlı değil. Vergi verdiği bir üst yönetim yok dolayısıyla bağımsız ve özerk durumda. Bu senyörler toprağın sahibi olarak aristokrat bir sınıftır. Bu devrede savaşlar, araziyi genişletmek için yapılıyor.
Kilise, Katolik dini yorumla bu sistemi meşrulaştırıyor. Yönetici ile müttefik durumda. İtaati ve sadakati sağlıyor. İnsanlar cemaat aidiyetiyle dine bağlılar. Bu teolojide çalışmak önemsiz, beden dünyayı temsil ettiği için değersizdir. Ruh, ahiret, ibadet önemli, ahlak ve sadakat değerlidir. Bilgiyi kilise üretiyor, değerleri o belirliyor. Arazi savaşları kilise tarafından meşrulaştırılıyor… Feodal dönem 1000, 1200 yıl sürüyor ve istikrarlı bir düzen halinde devam ediyor.
AYDINLANMA-KAPİTALİSTLEŞME
Keşifler ve buluşlar tarihi olarak “yutturulan” dönemlerde tarih sahnesine yeni bir “sınıf” çıkar: Burjuva. Klasik dönemlerde kullanılan karasal ticaret yollarının aksine gemilerle okyanuslar aşarak tarihin yönünü değiştireceklerdir. Bunlar ulaştığı ülkeleri soyup talan eden, başlangıçta tüccar sermayedarlık yapan maceracı, katiller ve hırsızlar “çetesi”dir. Bu sermaye birikimiyle kilise ve monarşinin egemen olduğu kentlerde sanayiciliğe başlamış, kent yönetimlerini ele geçirmişlerdir.
Burjuva, kralla birleşip aristokrasiyi, sponsorluğunu yaptığı aydın ve sanatçılarla birleşip kiliseyi mağlup etmiştir. Nihayet, endüstriyel üretime geçtiği aşamada işçi açığı çektiği için iflas ettirdiği tarım, hayvancılık ekonomisi mağduru köylüleri şehre çekecek, köylülerle birlikte, şehirde iflas eden zanaatkarı da işçi yapacaktır. Ve bu işçi sınıfını yanına alarak monarşiyi de yıkacaktır. Bu süreç feodal dönemin kapanmasıyla birlikte Rönesans ve reform olarak bilinen “aydınlanma” adıyla da meşhur edilen bir dizi yeni gelişmeyle sonuçlanacaktır.
Rasyonalite, sekülerleşme-sivilleşme, bilginin amacının, nesnesinin ve sisteminin değişmesi, insan kalabalıklarının ulus toplum olarak yeniden birleşmesi, laik hukuk, parlamenter siyaset ve ulus devlet en başat gelişmelerdir.
Artık tarım arazileri, hayvancılık ve ürünleri mülk-kazancın kaynağı olmaktan çıkmış, üretim ve ticaretin şekilleri ve yolları değişmiş, köylü toplum arazisinden kopartılarak sanayi kentlerine taşınmıştır. Bunun sonucunda o mülke sahip aristokratik üst sınıflar ve devletler yıkılmıştır. Bunların yerine fabrikalar, makineler, hızla gelişen teknoloji, endüstriyel üretim, Pazar ilişkileri, yeni ticaret yolları, finans işleri ve kurumsal yapılar geçmiştir. Bunun sonucu olarak da yeni mülkün sahibi burjuva, modern devletlerin de sahibi olacaktır… Feodal dönemden yeni döneme geçiş sivilliktir, modernliktir, sekülerliktir. Bu modernliğin karşıtı da geleneksellik, dine bağlılık, cemaat şeklinde örgütlenme yani feodalitedir.
Bilginin nesnesi artık İncil sahifeleri değil doğadır, gözlemdir. Kitabi bilgi akli bilgiye dönüşmüş, rehberlik veya mürşitlik kitaptan akla ve bilime geçmiştir. Böylece, dış dünyayı dikkate almayan, kitabın sahifelerinden ve kavramlardan bilgi üreterek hayatı yorumlayan, değer üreten, eleştirilemeyen ama yeni üretimlerle sadece eski bilgileri doğrulayan skolâstik dönem kapanmıştır. Bunun yerine bilgiyi kitaptan bağımsız dış dünyadan üreten nominalist, rasyonalist, seküler, bilimsel dönem başlamıştır.
Bu süreçte Hıristiyanlık Protestan yorumla yeni duruma uyum sağlayacak, kilisenin otoritesini yıkacak, din, devlet ve kamusal hayattan geri çekilerek vicdani-ahlaki alana ait kılınacaktır. Yeni anlayışın kutsalları çalışmanın ibadet oluşu, beden-dünyanın keşfi, haz, konfor, özgürlük, sivillik ve bireyselliğin öne çıkışı olacaktır. İdeolojiler bu dönemde devreye girerek yeni durumda insan topluluklarını ikna edecek, eskinin reddi yeninin kabulünde başrol alacaklardır. Artık gelenek kötüyü, geriyi, ilkeli, değersizi temsil ederken modernlik çağdaşlığı, uygarlığı, ilerlemeyi, kalkınmayı, adaleti, eşitliği, özgürlüğü ve dünya cennetini temsil edecektir.
Bu geçiş dönemi ideolojilerinin asıl görevi, paranın, sermayenin, mülkün ve devletin kimin olacağının, bunları kimin yöneteceğinin kavgasını vermek olmuştur. Liberalizmin de, Marksizm ve muhafazakârlığında amacı budur. İnsan kalabalıklarını bu yönde ikna etmek ve bu uğurda kurulan devletlere meşruiyet sağlamak da onların varlık gerekçesidir. Bir anlamda feodal dönemde kilisenin işini modern dönemde ideolojiler yapmıştır.
MODERNİZMLE OLAN NEDİR?
Feodal dönem sonrası gelen modern dönem yeni bir durumdur. Yeni bir bilgi, yeni bir insan tanımı, insan kalabalıklarının yeni bir örgütlenme şekli, yeni bir devlet ve yeni bir toplumsallıktır. Modernizm esas olarak üç alanda kendini belirginleştirir:
1-İktisadi alan. Kapitalizmle ilgilidir. Sermayenin yoğunlaşması, üretimin, dağıtımın, pazarın ve mülkün tekelleşmesidir. Teknolojik ilerlemeyle emeğin değerinin düşürülmesi ve insanlığın ortak mirası kaynakların, çevrenin ve insanların sömürülmesidir. Serbest Pazar ilişkileriyle ve geliştirilmiş finans enstrümanlarıyla milyarlarca insanın kaderiyle oynanması, onların aciz bırakılarak modern kölelere dönüştürülmesidir.
2-Sosyal alan. İnsan kalabalıklarının din referanslı cemaat aidiyeti ve birlik yapısından ulusal değerlerle ulus topluma, sivil toplum aşamasına geçişidir. Kadının kamusal alana çıkışıyla geleneksel ailenin çözülmesi, ekonomik nesneye dönüştürülerek doğasından uzaklaştırılmasıdır.
3-Politik alan. Feodal beylikten ulus devlete geçiştir. Aristokrasi yerine kapitalist sermayedar sınıfın devleti ele geçirmesi ya da yenilemesidir. Devletin ve kamusal alanın dine referanstan vazgeçmesidir.
Modernleşmenin ikincil parametrelerine kısaca baktığımızda şunları söyleyebiliriz. Akletme, rasyonalizasyon. Dünya algısının ve insan yaşamının örgütlenmesinin rasyonelleşmesi… Kültürel değişim. Zihniyet farkıdır. Geleneksel toplumdaki cemaat yapısında bilgi, verilmiş, hazır bilgi birikimidir. Kuşaklar boyu eleştirilmeden aktarılır. Yeni durumdaysa yeni bilgi ve yeniden üretim vardır… Akıl yürütme. Dogmatik duruma dayalı verili doğruları yeniden ve tekrar doğrulama vardır. Modern toplumdaysa bilim devrimiyle yeni bulgular çıkacaktır. Akıl her iki duruma göre farklı çalışmaktadır… Sivil toplum. Politik toplumun yani devletin yönetim erkini kendinde toplayan, örgütleyen erk yanında sivil toplum özerkleşmiş, mülke sahip olmuş, kent yönetimine el koymuştur. İlk sivil toplum ticaret burjuvasıdır.
Sivil toplum, devletle vatandaş arasında bir ara yapıdır. Avrupa’da 13. Yüzyıla kadar tek erk varken ondan sonra sivil toplum ayrıca erk oluyor. Sivil toplum burjuva kapitalizmiyle doğrudan ilişkilidir. Bunun için sivil toplum moderndir, sekülerdir, özerktir.
KÜRESELLEŞME YA DA POSTMODERNİZM
Modern dönemin kendi içinden kendini yenilediği yeni bir aşama. Buradaki karşıtlık modern olanla onun “postu” arasındadır. Sınırların şeffaflaştığı, devletlerin küçüldüğü, sermayenin ve mülkün alabildiğine geniş ve karlı gördüğü tüm alanlara yönelip piyasada tekelleştiği bir dönem olarak adlandırılıyor. Ulus devletin egemenlik alanlarının sınırlandırıldığı, ulus devlet erkinin daraltıldığı, ulusal egemenliğin ulus üstü üst kurumlara devredildiği ve sivil topluma geniş alanlar açıldığı bu yeni dönemde, yenidünya artık küresel bir köye dönüşmektedir.
Modernizm sonrası gelişen bu devrede evrensel doğru yok, tek doğru yok. Bunun yerine çoklu doğru, çoğulculuk var. Total bir ideoloji yok. Hak din de yok. Her din hakkın bir kısmını söylüyor. Tarih yorumu ve insan tanımı farklı. İnsan kalabalıklarının örgütlenmesi de farklı. Hayat parçalı yaşanıyor. Bu nedenle insan zihni de parçalı düşünüyor. Parçanın bilgisi bütüne ait bilgi kılınıyor. Kamusal alanda her parçanın ayrı bir “rabbi” var, her birisinin otoritesi farklı, kuralları da dolayısıyla farklı. Paganist dönemdeki gibi çoklu tanrı, çoklu inanç, çoklu ibadet ve çoklu doğrular var. Dolayısıyla yönetim erki de çok başlı.
Bu aşamada kapitalizm kendini yeniledi ve yeniden üretiyor. Finans enstrümanları ve çeşitliliği, yeni teknolojik ürünlerle yeni kazanç alanları üretti. Bilgiyi, teknolojiyi üretiyor, verileri topluyor, kararları veriyor. Gücünü iyiden pekiştiriyor yani. İletişim ve ulaşım teknolojisi burada belirleyici oluyor.
Söz gelimi, saat farklılığıyla dünyada günde yirmi saat finans sektörü çalışıyor, iki trilyon dolar işlem hacmiyle finansal varlıklar spekülatif amaçlarla bir günde el değiştiriyor. Bu hareketliliğin reel hiçbir karşılığı yok. Buna rağmen bir günde yapılan bu işlemler sonucu, hiçbir şeyden habersiz, günlük nafakası peşinde koşturan milyarlarca insan yoksullaşıyor, sefalete düşüyor. Dünyanın kaderiyle oynaşılıyor, devletler batırılıyor, krizler üretiliyor.
Sistemde batan şirketlerle merkez ülkeler zarar görmüyor, kendileri batmıyor. Onun yerine Asya’nın, Afrika’nın, Ortadoğu’nun devletleri batıyor, milyarlara varan insanları sefalete sürükleniyor. Açıklayıcı olsun diye, Çin’in hazinesinde 1,5 trilyon dolar nakit veya kıymetli kağıt olarak bulunuyor, daha küçük ülke Türkiye’nin merkez bankası kasalarında 140 milyar dolar rezerv bulunuyor. Bunun neden olduğu sorgulanmıyor ama bulundurulan dolarlarla piyasaya müdahale edilebildiği için övünülmeye devam ediliyor…
Bir önceki dönemde insan kalabalıkları kırsaldan kente göç ettirilerek, modern eğitim ve hukukla kuşatılarak ve kadınlar kamusal alana çekilerek modernleştirilmişlerdi. Parlamenter demokratik rejimlerde oynanan seçme seçilme haklarıyla tiyatro oynatılan, bu oyuna da inandırılan insanlık, yeni aşamaya geçişin de yoğun propagandası altında kalmıştır. İnsanlar alakasız gündemlerle oyalanırken arka planda başka işler çevrilmektedir.
Bu devrede devletler minimalleşmiş, kamu görevlerinin çoğunu terk etmiştir. Bu nedenle insanlar ucuz emek, sömürü nesnesi olarak korumasız şekilde sermayenin kucağına itilmiştir. Bu devrede iletişim aletleri, ulaşım imkânları, alışveriş merkezleri modernleştirici rolü üstlenmiştir. Dolayısıyla bir önceki dönemde ulus devletin tekelindeki güçlü modernleştirme araçları olan kentleşme, eğitim kurumları ve sistemi artık sermayeye veya kendi deyimleriyle sivil topluma devredilmiştir. Çünkü insanlık yüzde doksanlara varan ölçüde kentlerde yaşamaktadır artık. Bu aşamanın insanı, birey aşamasından özne varlığa dönüşmüş, kadın, dönemin değiştirici aktörü olmaya başlamıştır.
SORGULAMA
Bu devrede mülk ve devlet ilişkisini anlamak için sorulması gereken soru, kamusal alanın kime ait olduğudur. Devlete mi, sivil topluma mı aittir? İnsanlığın batı yakasındaki gelişmelerde devletin ve sivil toplumun modern, seküler olduğunu hatırlarsak, cevap çok şeyi değiştirmeyecektir ama detay bir farklılığa dikkat çekilmelidir. Batı toplumsal gelişimin evrelerini yeniden hatırladığımızda soruyu şöyle yenilemeli; Mülk, mülkün yönetimi devlete mi, burjuvaya mı aittir. Yahut devlet erki karşısında özerk olan sivil-burjuva toplumuna mı aittir?
Modernliğin küresellik aşamasında ilginç bir gelişme yaşanır; modern dönemin reddedip yok sayarak tarihe yolladığı değerler ve bilgiler, çoklu hakikat anlayışı gereği yeniden çağrılır. Fakat bu dönüşler, yeni sistem içinde, sisteme, meşruiyete muhalif olmadan dönmek zorundadır. Dolayısıyla geri dönenler, kendini yenileyerek, yeniden inşa ederek, kendine açılan alanlara dönmektedir. Özne olan insan ve özerk aklı, tarihsel değerlerini ve referanslarını bu nedenle yeniden yorumlayacak, yeniden inşa ederek var olacaktır.
İşte bu nedenle, küreselliğin ve serbest Pazar ilişkilerinin devlet yapılarını değiştirip sınırlı devlete dönüştürmesi, kamusal alanda ve piyasada geniş alan bulan modern dönemin muhaliflerinin mevzi kazanmasına, eskiye kıyasla güç kazanmasına sebep olmuştur. Kamusal alanın sekülerleştiği, devletin sınırlı bir erke sahip olduğu bu aşamada parçalı yaşamın parçaları, totallikten ve özellikle dinden bağımsız meşruiyet bulmuştur.
Bu durumda kazanıldığı düşünülen bu mevziler, gerçekte kazanılmış mevziler midir yoksa değiştiği ve dönüştüğü varsayılan muhaliflere devletin bile isteye yeni durumda bıraktığı alanlar mıdır? Ya da kazanılan mevzilerden hareketle kamusal hayatta gelişebilecek muhalif iradeyle devletin ve mülkiyet ilişkilerinin değişeceğini söylemek mümkün müdür? Müslümanları yakından ilgilendiren bu sorunun cevabını sağlıklı verebilmek için biraz daha zamana ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz.
Belki de bu aşamada söylenebilecek olan şudur: Bu sorunun cevabı, doğrudan sistemin kendisine ve meşruiyetine yönelik bir itiraz taşımadan, sistem içinde kendisine açılan oyun alanında oynaşmayı ve daha güçlenerek oyun alanını genişletmeyi tercih eden diğer tarihsel muhalefetlere rağmen, bizzat sistemin kendisine karşı olması gereken Müslüman iradesinin tercihi, söylemi ve duruşu belirleyici olacaktır.
MÜLK VE DEVLET İLİŞKİSİ
Yazı boyunca devleti ve mülkü aynileştirdik. Antik yunandan bu yana süren gelişmelerde bu ilişki biçimi detay değişikliklere uğrasa da esasta aynı biçimini koruduğunu yorumladık. Modern dönemde ve özellikle küresellik aşamasında insanların dikkati bu esası tartışmaktan uzak tutuldu. Bunun yerine modernitenin ikincil parametreleriyle meşgul edildi. Küresellik döneminde devlet ve mülk sahibi birbirinden ayrışmış görüntüsü verse de hala devletin mülkün-sermayenin sahiplerinin olduğunu düşünüyoruz. Doğunun, özellikle Müslüman toplumların tarihsel sürecinin ve geleneğinin tersine Batıda devlet geleneğinin ve özel mülkiyet anlayışının bu kanımızı onayladığını düşünüyoruz.
Devlet ya da mülk konusu neden önemlidir. Tarihin batı yakasında gelişen ama artık tüm dünyayı kuşatan bu gelişmelerde mülk-devlet ilişkisi ve erki, İslami açıdan “La İlahe”nin karşılığı “illallah”dır. Modern devlet, gerek neyin iyi neyin kötü olduğunu belirlemenin tekeli bendedir, nihai otorite benimdir derken gerekse insan vücudu üzerinden kurduğu sofistike hâkimiyetinden dolayı “Allahlık taslamaktadır”. Bu bağlamda kendi vatandaşlarına, “kullarına” nasıl düşüneceklerini bildirmekte ve nasıl davranacaklarını emretmektedir. Kendisine itaat edene mükafaat, isyan edene ceza vermektedir.
Küresel sistemde ABD, AB, Japonya gibi merkez devletler, çevreyi oluşturan yerel devletler üzerinden aynı otoriteyi, emredicilik vasfını dayatmakta, kullanmaktadır. Ve bu merkez devletler, kendilerine itaat etmeyen çevre devletleri bir şekilde cezalandırırken, itaat edenleri de ödüllendirmektedir. Cezalar, sefalete sürükleme, iç savaşlar çıkartma, işgaller ve savaş açma gibi olabilirken, ödüllerse, sermaye ve teknoloji transferiyle kalkınmaya, sivil özgürlükler alanını genişletmeye dönüktür.
Bu nedenle ilahlık ve rablik yapmak modern devletin en önemli vasfıdır. Bu durumda, devletin böyle bir şey olduğunu anlamak önemlidir. Dolayısıyla ben Müslüman’ım diyen bir insanın evveliyatla ve ilk elden devleti, küreselliği, mülkiyet ilişkilerini tartışmaya açması gerektir. Ve bunlara, sen bu yetkiye sahip değilsin, böyle bir hakkın ve de meşruiyetin yok diye eleştirmesi esastır. Çünkü Müslüman olmak, bunların sahip oldukları yetkiyi ve otoriteyi Allah’a vermek, devleti ve mülk sahiplerini de bu hakikate çağırmaktır. Asli görevi, varlık gerekçesi budur. Ve çaresiz, mahrum kalmış insanlığa bir ses vermektir.
Bu bağlamda, son peygamberin mücadelesinin ve rehberliğinin bu merkezde geliştiğini hatırlamakta yarar vardır. Onun Mekke’de, Kureyş elitlerine götürdüğü davetin ve buna karşı gördüğü sert muamelenin sebebinin bu olduğunu, mücadelesini de sürekli bu çerçevede yürüttüğünü bilmeliyiz. Burasını anlamak önemlidir. Çünkü dinin aslı ve gerçeği budur.
Kureyş elitlerinin aynı zamanda mülkün ve dar’ün nedve’nin de sahipleri olduğunu hatırlamak, ne demek istediğimizin anlaşılmasını kolaylaştırır. Bilindiği gibi, diğer peygamberlerin de kendi dönemlerindeki mücadelesi de aynı merkezde başlayıp devam etmiştir.
Burada hatırlanması gereken başka bir hakikat ise, ne düşünüldüğü kadar ne yapılması gerektiğinin altının çizilmesidir. Modernle cebelleşirken bu amaç ve hedef gözetilmeksizin yapılan kaynağa dönüş, kaynağı yeniden okuma ve anlama faaliyetleri, eğitim çalışmaları, tebliğ faaliyetlerinin neye ve kime yaradığının anlaşılması gerekmektedir. Sözümüz, rehberi peygamber olanların dikkatini çekmeye dairdir.
Devlet ve mülk konusunda işin temelini oluşturan rablik ve ilahlık bağlantısını anlayamamak, ya da dikkatlerden uzak tutmak, İslam’ı, Kur’anı ve peygamberin örnekliğini doğru anlamamaktır. Bu durumda modernizmle karşılaşan Müslümanların modernizme karşı cevap üretirken “kaynağa dönüş”, “öze dönüş” ve “anlama” çabaları ve çağrıları, insan kalabalıklarını tevhidi temelde yeniden örgütleme faaliyetlerine dönüşmeli, nihayetinde İslam devleti kurma hedefinde buluşturmalıdır.
Devleti, mülkü merkeze almayan çabalar Müslümanlara değil modernizme fayda sağlamakta, modernizm içinde manevi hazzı sağlarken dini de ahlakçılık dinine dönüştürmektedir. Çünkü bir Müslüman’ın dünya hayatında varlık gerekçesi ve imtihan bilinci olarak nihai amacı devlet kurmak, bu güç-mülk ve devletle fitneyi yeryüzünden kaldırmaktır. Bunun sonucunda dinini tam olarak yaşamak ve insanlara hak daveti ulaştırmaktır.
Bu nedenle bir Müslüman bilir ki, devleti olmayan Müslüman, her tür tehlikeye açık durumda sokakta çıplak ve korumasız kalan insan gibidir. Çünkü o şartlarda dinini, neslini ve aklını koruyamaz. Nihayet kenti, toplumu ve devleti dönüştüremeyen Müslüman bu nedenle kendini dönüşmüş, dinini değiştirmiş, kavmi içinde helak olanlarla birlik olmaya razı olmuş halde bulur.
Buna rağmen özne rolüne soyunan günümüz insanının kaynağı yeniden okuma adına, geleneğe karşı durarak var olma çabası doğru rotayı takip etmemektedir. Kaynağa dönüş, yeniden anlama ve eğitim çalışmaları, devlet ve mülk gerçeğine temas etmediği, bunu gündem ederek aşmaya ve yapılanmaya çalışmadığı her durumda, detaylarda boğularak modern kalmaya mahkûmdur. Modernin içinden, modern düşünüş ve parametrelerle gelenek eleştirisine dayalı var oluş, modern akledişle üretilen her bilgi, türedilik üretecek, küreselliğin içinde sistemi besleyen sonuçlara yol açacaktır.
Diğer taraftan, devlet ve mülk konusunu eksene almadan, konuyla bağlantılı donanıma sahip olmayı düşünmeden, bu uğurda eksiğini gediğinin halletmeye çabalamadan, olup bitenlere bigane kalarak teolojik tartışmalarla rahatlamayı kar saymak gibi bir anlayışın önünün açıldığına da şahit olmaktayız. Geleneğimizde gördüğümüz haricilik, tekfircilik ve elfaz-ı küfür bahsinin yeniden canlandırılması bu. Devlet ve mülk sahipliğiyle mücadeleyi merkeze alması gerekenler, onun yerine selamı yaygınlaştırmak, Allah’ın kullarına hakikati tebliğ etmekle sorumlu olduğu ahaliyle teolojik kavgayı sürdürerek hedef şaşkınlığı yaşamaktadır. Dolayısıyla enerjisini, bilgisini, neslini doğru hedef yerine modernizme sunmaktadır.
Nitekim küresel sistem, devlet ve mülk konusuna temas etmeden yapılan kuran çalışmalarının sözcülerine ve ürünlerine geniş alanlar açmakta, teolojik tartışmalar yanında gelenek eleştirisini teşvik ederek bu anlayışın yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Teolojik tartışma konuları, yeniden yeniden anlama çabaları masumane niyetlerle devam etse de sistem bu gibilere kendi içinde meşruiyet alanları sağlayarak nesilleri boşa çıkartmaktadır. Devletin stratejik aklı biliyor ki teolojik tartışma çerçevesini aşmayan yeni telakki üretimleri, ne yapılması ve nasıl yapılması aşamasına geçemeyecektir. Buysa İslam’ı ve Müslümanlığı anlamanın önünde en büyük engel olmaya devam edecektir.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir