"Dava" Meselesi

"Dava" Meselesi

Hemen her memlekette hemen her insanın peşinde koşturduğu kişisel veya kendisi gibi olanlarla birlikte sürdürdükleri toplumsal bir davası vardır. Kimi dava vardır geçicidir elde edilince biter, kimisi daha büyük çaplı ve uzun erimlidir bir ömür sürer, kimisi de var ki tüm davaları kuşatır, anlamlandırır, yönlendirir ve hayat tarzına dönüştürür. Ayırıcı olsun diye dava var dava var diyelim ve kişisel olanı da toplumsal yapana bakalım.
Hayat tarzı deyince kişisel, bireysel, soyut ve gönül işi olandan değil toplumsal olandan, var oluşu anlamlandırandan bahsetmiş oluruz. Olması gerekenden yani. Bu durumda davanın adını doğru koymaya, çerçevesini çizmeye, ayaklarını yere bastırmaya başlar, kendine has bir amacı, stratejisi ve siyaseti olanı konuşmaya başlamış oluruz.
Meselemiz İslam davası olunca bu davanın iman temelli en yüce ahlaki değerleri genel geçer kılacak bir amaca, bir stratejiye ve bir siyasete sahip olan iddia söz konusu olur. İddia ise ispat ister. Bunun anlamı vahyi bilgiye dayalı teslimiyet, bütünsellik, tutarlılık, dürüstlük, dayanışma, paylaşma, merhamet, tevazuu gibi kimliğe yansımış bir içsellik, para dışında başka değerle iş yapmak, pazar kurallarını iptal etmek, iktidar olup kötülükleri engellemek ve herkese hak ettiğini verecek adaleti ayakta tutmak gibi toplumsallık gerektirir. Yani imani unsurları toplumsal hayatla bütünleştirmektir.
Dünya hayatını bir iman küfür çatışma alanı olarak kabul edenler, hayatını haram helal ölçülerine dikkat ederek düzenleyen, toplumsal alanda fesadı yayanlara, küfrü hükümran edenlere, şirki üstün tutanlara karşı birlik olarak karşı çıkanlardır. Bu sebeple diğerlerinden ayrışan, insanlar arasından seçilmişlik vasfını kuşananlardır. Her aşaması İslam olan, İslam damgası taşıyandır. Dava budur.
Böylesi bir dava peşinde koşturanlar iktidar olmak dahil elde edeceği her şeyi, ulaşacağı her aşamayı haram ve helal ölçülerine titizlikle riayet ederek elde etmeyi, elde ettikleriyle de İslami değerleri hükümran etmeyi ‘amaç’ edinenlerdir. Sayısal ve maddi güce erişmeyi amaç edinerek, bunları da araç olarak kullanıp diğerlerine üstünlük sağlama peşinde değil, her hal ve şartta haklılık peşinde olmayı, Allah’dan gelenleri doğrulamayı amaç edinenlerdir…
Bundan sonrası için önce bir tespitte bulunalım: Modern çağda kendi siyasetini güden toplumsal bir davadan bahsedildiği zaman, modern devlet biçiminde ve laiklik ortak temelinde uzlaşmış militarizm, muhafazakarlık, emek taraftarlığı ve sermayecilik gibi kategorilerden/ideolojilerden, bunların iktidar amaçlı siyasal örgütlenmelerinden bahsedilir. Buna karşılık Kilise, Havra ve Cami cemaatlerinin siyasi/toplumsal manada Hıristiyanlık, Yahudilik ve ‘İslam’ diye bir davasından bahsedilmez çünkü bu çağda dinler ‘dünya işlerine’ karışmazlar. Dava olarak yürütülenlerse yukardaki kategorilerden birinin taraftarlığıdır.
Buna göre bizim memlekette özellikle 70’lerden sonra adı daha sıkça duyulmaya başlayan “İslam”  davasının gerçekte adlandırıldığı gibi olup olmadığını anlamak istersek, bunun kendine has siyaseti olan toplumsallığı olup olmadığına bakarak, İslami değerlere ve ölçülere referans yaparak anlayabiliriz. Bu ölçü ve değerler aynı zamanda bu davayı diğerlerinden ayırt etmeye, kendine haslığını ortaya koymaya da yarar.
Böyle bir iddia varsa, iddiasının peşinde koşan örgütlü bir yapı, işlerinin de bir siyaseti var demektir. Bunlar mevcut toplumsal yapının bir parçası olmaktan çıkmış, onların inançlarını, değerlerini, yollarını terk etmiş, kendi toplumlarını kurmuş demektir. Bu toplumsal grubun varlık alemi ve dünya hayatı ile ilgili anlayışları İslam kaynaklıdır. Kendi aralarındaki ilişkileri İslami değerlere (Kur’an ve sünnete dayalı) göre yürütüyor, sorunlarını aynı değerlere göre çözüyorlardır. Dolayısıyla diğer toplumsal gruplarla ve modern nitelikli devletle kurdukları ilişkileri de aynı değerlere uygun olarak kurulmaktadır.
Bütün bunlar apaçıktır. İnsanlara sundukları ile, nihai hedefleri ile, yöntemleri ile açıktır. Davaları haktır, yolları ve akıbetleri haktır. Haklı davalarına haksızlık karıştırmazlar.
“Hüseyin’e selam söyle, gönlümüz ondan yana ama kılıçlarımız Ben-ü Ümeyye’den yana” diyen Kufe’lilerin davası ile Hz. Hüseyin’in davası bir ve aynı mıydı? Yargılandığı mahkemede “Evet, ben Türkiye cumhuriyetinin laik anayasal düzenini İslam şeriatına göre değiştirmek ve düzenlemek üzere çalışıyorum” diyen Ercümend Özkan’ın davası ile mevcut anayasal düzene göre biz bu devleti yönetmeye talibiz diyen partililerin ve kendilerine açılan alanlarda ‘sahiplendikleri’ imkanları ‘kâr’ sayan sivillerin davası bir ve aynı mıdır?
MODERNLEŞME NE GETİRMİŞTİ
 Şu meseleye yaşadığımız çağdaş şartlar, verili dönem ve kendi toplumumuz açısından bakarak bazı tespitler yapalım, neyin ne olduğunu anlamaya çalışalım. Umulur ki yanlışın nerede ve neden yapıldığının anlaşılmasına katkı sağlamış oluruz.
Modern çağdaş dünyada, son bir kaç yüzyıldır endüstriyel aşamaya geçmiş toplumlarda, cumhuriyet ve demokrasi tarzı yapılanmış devletlerde, iktidar sınıfları tanımlıdır: Burjuva, işçi sınıfı ve ordu. Hükmedenler bunlardır. Buraya nasıl gelinmişti?
Atlas Okyanusunda kıyısı bulunan Avrupa ülkelerinin demokrasilerinde Burjuvalaşmış Aristokrasi, Aristokratlaşmış Burjuvazi (bunlar homojen olmasa da topluca sermaye sınıfıdır) ve emekçi/işçi sınıfı ayrı bir kategori, kurulan sistemde bunların emrinde olan ordu ayrı bir kategoridir. Bu sistemde yeni olan şey “para” için üretim ve ticarettir, emeğin ücretli hale getirilmesidir, rekabetçi pazarın kurallarıdır, tekelciliktir, kişiselleştirilmiş dindir. Bu ülkeler özgürlükçü ve sekülerdir.
Kıta Avrupa’sında siyasal birlik, güçlü devletçilik esastır dolayısıyla iktidar sınıflarında ordu ilk sırada, burjuva ve işçi sınıfı onun gerisindedir. Dolayısıyla militarizm, güçlü devletçilik ve ulusal bir’likçilik  belirleyicidir. Üretim, ticaret, emek, pazar, ulus devleti güçlendirmek içindir. Bu ülkeler militarist ve laiktir, ikinci dünya savaşına kadar da din karşıtıdır.
Anglosakson’lar ile diğerleri arasındaki bu fark, her birinde toplumsal ve tarihi süreç olarak gelişmelerin farklı seyretmesi, o farkların modernleşme sürecine yansıması, iktidar sınıfları arasındaki uzlaşmanın devletin şekillenmesine, toplumsalın dengesine de etkisidir.
İmparatorluk kurmuş İngiltere ve Amerika’da da ordu vardır, daha da güçlüdür fakat ordu piyasaya, siyasete, iktidara karışmaz, gücünü bu sistemin lehine kullanır.
Modern devletlerde klasik iktidar sınıflarından hangisi yönetici olursa olsun devletin yapısal ve niteliksel olarak değiştirilmesi, toplumun başkalaştırılması söz konusu olmaz. Militarizmle sivillik arasında içerde yaşanan bazı gel gitler, sistematik olarak oturmuş modern bir ülkede iç dengelerin gözetilmesinden başka sonuç doğurmaz.
Daha yakın zamana kadar planlamacı ekonomiye, proleter diktaya, kamusal mülkiyete dayalı sosyalist devlet modelinin tarihe karışması nedeniyle iktidar sınıflarından işçi sınıfı artık bu misyonunu terk etti. Sovyetlerin çökmesine ve Marksist ideolojinin itibarını yitirmesine sebep olan şeyler kuşkusuz ekonomide üretim biçiminin değişmesi, finans ekonomisinin gelişmesi, bu gelişmeye paralel olarak kol gücünün beyin gücüne yenilmesidir. Bu süreçte özgürlükçü demokrasi daha da gelişmiş, işçi sınıfı yapısal olarak da dönüşmüştür.
Şu halde çağdaş dünyada kentli, endüstri toplum aşamasına geçmiş toplumlarda yapısal olarak uyumlu gelişen cumhuriyet tipi veya demokratik şekille ortaya çıkan modern devletlerde temel iktidar sınıfları olan ordu, burjuva ve işçi sınıfı dışında ve elbette bunlarla uzlaşan toplumsal kesimler dışında, devletin şeklini ve muhtevasını değiştirmek maksadıyla iktidar talep eden ve bu maksatla ortaya çıkan toplumsal başka bir sınıf, siyasi amaçlı başka bir grup olmadı. Düşünülemedi bile. Bunun bir tek istisnası oldu:
Geçen yüzyılın sonlarında İran’da gerçekleşen devrim, dine dayalı toplumsal bir hareketin iktidar olmayı başarması bu tarihi seyirde modernist olmayan tek siyasal değişimdi. İran’daki devrim bir taraftan endüstriyel toplumu başkalaştıramayınca salt yöneticilerin değişmesiyle kaldı, diğer taraftan Şii hinterlandını aşamadığı için kendini sınırlandırdı ve dünyayı etkileyecek cazibeye ulaşamadı. Bunda mevcut dünya sisteminin devrimi kuşatması sebeplerden bir sebep idiyse de nihayetinde devrim ulusallaşarak (Şii’leşerek) işlevsizleşti.
İran devriminin dünya insanlarına ve Müslümanlarına katkısı, modern ideolojilerin dogmatik kurallarını alt üst etmesi, burjuva, işçi sınıfı ve militarist iktidar gruplarına ve modern yöntemlere rağmen dine dayalı bir toplumsal hareketin devlet olabileceğini göstermesiydi. Bu farklılığın toplumsal yapıyı da değiştireceği ileriki bir aşaması için gelecekte başka hareketlere tecrübe sağladığı söylenmelidir. İlk olması nedeniyle devletin muhtevası ve şekliyle toplumsal yapının uyumluluğu sağlanamadığı için devrimin başarısız kaldığı söylenebilir.
TÜRKİYE’DE NASIL OLDU
Gerek Osmanlı dönemi gerekse cumhuriyet devrinde modernleşme hareketleri Avrupa’nın laik tarafının taklitçiliğini benimsedi. Bu işler Avrupa’da sınıfsal çatışmaların bir sonucu olarak gerçekleşirken burada devlet eliyle yapıldığı için toplumsal grupların bir dahli olduğu söylenemez.
Devletin askeri yapısında bir değişme olmadığı, ilk modernleşen kurumun ordu olduğu, son iki yüzyıllık savaşlar ve çöküş nedeniyle orduya rakip başka bir iktidar sınıfı da gelişemediği için modernleşme militarizmle birlikte yürütüldü. Bu sebeple toplumun hemen tüm kesimlerinin militarist, siyaseten birlikçi ve güçlü devletçilik ortak temelinde kesişmesi doğaldır.
Türkiye cumhuriyeti devleti mevcut muhteva ve şekliyle kabaca 200 yıllık bir geçmişin gelişmiş ürünüdür. Osmanlı’dan kalan mirasla burjuvaziyi de işçi sınıfını da devlet bizzat üretip büyüttüğü için devletten bağımsız bir iktidar sınıfı oluşmadı, yakın zamana kadar da devleti temsil eden orduya rakip olacak bir iktidar grubu da gelişmedi. Süreç içinde klasik iktidar sınıflarının hiç birisi ya da çok partili dönemde bunları temsil eden siyasal partiler farklı bir devlet şekli kurmak üzere iktidara gelme mücadelesi vermedi, tersine mevcut devlet yapısı içinde toplumsal taraflardan birisini temsilen devletçilik yaptı.
Türk modernleşmesinde devlet veya asıl iktidar grubu olan ordu, destekçisi idari, yargı, emniyet, üniversiteler gibi sivil bürokrasi ve medya ile birlikte “halkı adam etmek” gibi bir misyon üstlenmişti. Bu halk dindardı. Toplumsal kültür İslam damgalıydı. İktidar halka dayanmıyordu. Dolayısıyla  ‘gericilik’ veya ‘irtica’ olarak yaftalanan din, toplumsal hayattan çıkartılmalıydı. Bu sebeple doğrudan dinle ilgili eğitim, ibadetler, kılık kıyafet, güvenlik gibi konularda sınırlamalar getirilirken, dindar grup kamusal hizmetlerden ve ekonomik imkanlardan “eşit” olarak yararlandırılmadı. Daha Özal’lı yıllara kadar nüfusun %70’i kırsal kesimde yaşamaya ve dışlanmaya mahkum edilmişti.
Türkiye’de klasik asker sivil bürokrat temelli iktidar bloğu kamusal alanı ve imkanları tekelinde tutarken yakın zamana kadar aralarına başka temsilcileri almamakta direndi. Bu fanatizm içerde sistemin topluma dayanmasını engelliyor, sosyal krizleri besliyor, ülkeyi sıklıkla yönetilemez hale getiriyor ve darbeciliği teşvik ediyordu. Buna ilaveten dünya sistemi yeni geçtiği aşamaya uyum sağlaması için yönetim katını sıkıştırıyordu. Tüm bunlar bir yerde üst üste çakışınca değişim kaçınılmaz oldu, devlet dinle barışmak gereği duydu ve ‘İslamcıların’ önü ‘mecburen’ açıldı.
Özal dahil İslamcıların iktidara gelişine kadarki süreçte modernleşme sürecini (aldığı Alman/Fransız modeline uygundu) dini karşısına alarak yürüten devlet, bu yöntemle ulusallaşma sürecini tamamlayamadığını, toplumsal (başından beri İslamcılar, Kürtler) krizlerin önüne geçemediğini fark etti. Artık eskisi gibi baskı araçlarını kullanarak sorunları öteleme becerisi de gösteremiyordu. Küresel sistemin yeni şeklinin yansıması ve Özal iktidarıyla birlikte devlet modernleşmede politika değişikliğine gitti, geç de olsa dini sürece dahil etti ve sonuçta muhafazakar bir sınıf ‘oluşturuldu.’
İslamcıların tarihsel hafızası ve referans çerçevesi eni sonu Osmanlı İslamcılığıyla bağlantılıdır. Cumhuriyetçilerle çatışma ekseni genel olarak da burada yatmaktadır. Bu durumda Osmanlı dönemi sonrasından başlayarak değişim zamanına kadar iktidar sınıfının bir parçası olmaktan çıkartılmış İslamcılık, yüzyıl sonra, 2000’lerde tekrar iktidar sınıfları arasın katılmayı ‘başarmıştı.’
Bizdeki hem eski devlet anlayışı ve hem de yeni devletçilik geleneği hatırlanacak olursa ‘devlet asıl, diğerleri bunun için var’dır. Bu sebeple yeniden iktidara gelen İslamcılar dahil diğer iktidar gruplarının hiç biri, ordu hariç, gerçekte devleti nitelik ve yapısal olarak değiştirmeye değil, mevcut yapıyı reforme edip dünya sistemiyle daha uyumlu hale getirmeyi amaçladılar. O sebeple bu güne kadar halkı temsilen iktidara gelip gidenler bir süre sonra ‘devşirme’ usulünde olduğu gibi hep devletçi olup çıktılar.
Burada söylenmeli ki geçen yüz yılın başında ‘üç tarzı siyaset’de denklem dışı tutulan ‘İslamcılığın’ yeni yüzyılda tekrar iktidar sınıfı arasına katılması, İslam’ın iktidar olması demek değildir. Kaldı ki İslamcıların iktidar edilme aşamasının önce Türkiye’de başlatılmasının küresel bir sebebe de dayandığı, bunun da ‘Müslüman’ devletler için bir ‘model üretimi’ olduğu hesaba katılmalı, İslamcıları bu duruma düşüren etkeninse, ötekilere, Osmanlıdaki gibi ‘abi’ olma duygularının motivasyonu olduğu söylenmelidir.
İslamcıların, cumhuriyet devrinde iktidar sınıfının bir parçası olmaktan çıkartıldığı için aslında kaybettiği şeyin bu statü olduğunu, iktidar sınıfları arasına tekrar girerek kaybettiği şeyi geri alacağını düşündüğü söylenmelidir. O halde bu sınıfın davası amaç olarak iktidar sınıfı arasına girmek, kamu kaynakları ve hizmetlerinin dağılımında ‘hak’ ettikleri halde alamadıklarını almak, piyasada ve sosyokültürel alanda meşruiyet kazanmaktır. Fakat Osmanlıda olduğu gibi yeni durumda da devleti değiştirmek değildir.
NE DEĞİŞTİ
Önce bazı tespitler yapalım:
Söylenmeli ki Özal’dan sonra ve 1995’de AB ile yapılan gümrük anlaşması neticesinde İstanbul sermayesi dünya pazarına açılarak güçlenmeye, aynı sebeplerin sonucu olarak Anadolu sermayesi denen yeni bir sermaye sınıfı/tipi oluşmaya başladı. Bu iki sermaye grubu arasında ideolojik olarak elbette farklılık var ama son kertede bunIar ortak çıkarlar doğrultusunda uzlaşmaya en yatkın sınıflarlardır.
Özal sonrası yeniden başlayan göç hareketi ve AB standartları gereği (kırsal nüfus %5 olacak) kırsal kesimin aleyhine izlenen tarımsal politikaların zorlaması ile boşalan köyler sonucunda, bu gün kentte yaşayan nüfus %90’ı buldu. Hem Osmanlı hem de modern dönem tarihçisi Kemalist Kemal Karpat’ın tespitine göre orta sınıf toplamda %45’i bulmuş durumdadır. Ona göre bu durum gelecek için iyi bir gelişmedir… Bunlar ne anlama geliyor?
İslamcıların iktidara geldiği yıllarda kentlere doluşan halk ve yeni gelişen orta sınıf, sosyolojik olarak düzenli iş, sağlık, konut, eğitim, istikrar, geleceğe güven ve kamusal kaynaklardan yararlanma gibi taleplere sahiptir. Kemalist iktidarların vermediği bu “haklar” İslamcı iktidar tarafından karşılanınca, hem orta sınıf güçlendirildi hem de oy tabanı genişledi. Bu gelişmeyi iki türlü okuyabiliriz: İlki, yüksek oy temsiline dayalı siyasi iktidarın halkı devletle barıştırması, ikincisi, bu iktidarın temsil gücünü arkasına alan sermayenin orduyla iktidar çatışmasına girişmesi.
Bu gelişmelerin en mühim sonucu kuşkusuz, iktidarın oy desteğinin yükselmesinin ardında düne kadar dışlanan, horlanan ve gayri meşru olarak kabul edilen dindar halk grubunun artık ‘içeri’ alınmaya, muhafazakar kategoride meşrulaştırılmaya, sosyo kültürel ve bürokratik alanda maddi manevi imkanlara ve statüye kavuşturulmasıdır. Buna devletin ‘dinle’ barışması demek daha doğru olabilir. Dolayısıyla ve bundan böyle ulusalcı, laik CHP dahil artık tüm siyaset sınıfı (buna PKK da dahil), ekonomik ve sosyal alanın aktörleri de dinle barışacaklardır.
İslamcıların iktidar olmaları, Özal’dan sonraki gelişmelerin sonucunda Batıdaki benzerlerine uygun olarak sermaye grubunun orduya rakip olarak ortaya çıkmasına, iktidar adayı olmasına, ordunun rolünün azaltılıp sivil alanın genişletilmesine de işaret eder. Bu işler bir çırpıda olamayacağı için ordu ile sermaye arasındaki iktidar çatışmasının nasıl sonuçlanacağı, ordunun bir iki adım geriye çekilip çekilmeyeceği, uzlaşmanın hangi noktada kurulacağı henüz belli değildir. PKK üzerinden ‘sürdürülen’ iç çatışmanın gerçekte bu iki sınıf arasında sürdürülen iktidar savaşının bir cephesi olduğunu söylemek abartı sayılmamalı.
Nitekim AKP iktidarının 2010’lara kadar sermayeyi, sivilliği, özgürlükleri ve orta sınıfı temsil ettiği ve bu unsurların önünü açtığı için popüler olduğu, bu sebeple hem dünya sisteminden ve hem de içerden çok farklı gruplardan yüksek oranda oy desteği aldığı söylenmelidir. 2015’lere gelindiğindeyse o gidişatta bir durum değişikliği olduğu gözlenmektedir. Bu süreçte askeri sınıfın cuntacılık suçlarından önce yargılanıp cezalandırılırken örselendiği, gezi olaylarından ve 17-25 Aralık gelişmelerinden sonra beraat ettirilip aklandığı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu, Suriye iç savaşının sınırlarımızdan içeriye doğru kaymaya başladığı biliniyor.
Bu gelişmeler oy desteği yüksek AKP üzerinden, iktidar sınıfının yürüttüğü çatışmalara, tarafların halkı kendi yanına çekerek diğerini zayıflatmaya yönelik hamleleri olarak da okunabilir. Tüm bu gelişmelerin başka türlü de okunması mümkündür fakat diğer okuma biçimleri toplumsal gerginliğin ve iktidar çatışmalarının örtülmesine yarıyor, orta sınıfın kazandıkları göz ardı edilerek dikkatler başka yöne kaydırılıyor.
DAVA DERKEN
Önce muhafazakar sınıf için bir iki şey söylemeli. Çıkış kaynağında (Batı) olduğu gibi Türkiye’de de muhafazakar sınıfın genel karakteristiği, bir taraftan tanrı, ahlak, ibadet, aile, sevgi, barış gibi bireyselleşmiş dindarlığın kutsal değerlerini savunmak, diğer taraftan laik, kapitalist, demokrat veya liberal olmaktır. Yani muhafazakarlık modernist olmaktır. Bu sınıfın karşı olduğu şey Komünizm, ateizm, fuhuş, uyuşturucu, içki, kumar, kürtaj, feminizm gibi kutsal değerlere aykırı düşen anlayış ve uygulamalardır.
Hatırlanmalı ki modernleşme süreci gereği memleketin ulusalcısı laikçisi, sosyal demokratı liberali, muhafazakarı etnicisi, militarizm, güçlü devletçilik ve siyasi bütünlük temelinde ortak anlayışa sahiptir.
Buradan dava meselesine döner, Türkiye’de ‘İslamcıların’ iktidar olması sürecine gelirsek, şu dava denen şeyin ‘neliğine’ dönmüş oluruz.
Türkiye’deki ‘İslamcılar’, toplumsal yapının ve devletin yapısal ve niteliksel olarak değişmesi için yola çıkmış, elde ettikleri imkanlar ve sahip oldukları iktidar avantajı ile de bu uğurda yol almış mıdır?  Uluslararası ittifakları buna göre gözden geçirmişler midir? İktidara gelenler bu işleri baştan ifade etmiş, halkı ikna etmiş, oyları bu sebeple almış, söyledikleri ile yaptıkları tutarlılık göstermiş midir?
Kendi ifadeleriyle İslami değerlerle siyaset yaparak iktidara gelmenin mümkün olmadığını, geçmişte bunu denedikleri her seferinde partilerinin defalarca kapatıldığını, önlerinin tıkandığını, bu sebeple değiştiklerini söyleyip siyasette referansın demokrasi, ahlakta referansın İslam olduğunu beyan etmişlerdir. Laikliği savunurken insanların değil devletin laik olması gerektiğini, siyasi alanda muhafazakar olduklarını söylemişlerdir… Bu durumda onlardan aksine bir şey beklemek safdillik olmaz, onlara rağmen farklı beklentilere girilmiş olunmaz mıydı?
O halde siyaset yaparken İslam’ın dilini, değerlerini kullanan siyasetçilere (tekfirciliğe düşmeden) ne diyeceğiz? Eğer muhafazakar sınıfın yapısal özelliğini anlamış, dünya sisteminin toplumsal hayatı belirleyecek güce eriştiğini fark etmişsek kendimizi aldatmayacağız. Niyet okuma faslına girmeden gerçekleri görecek, bu işin adını İslam davası olarak koymayacağız çünkü bu davanın her aşaması İslam değildir.
Şu halde dava denilen şey, elde edilen iktidar gücüyle (o aşamaya kadar olanları hesaba katmaksızın) ezilen, dışlanan ve mahrum bırakılan muhafazakar orta sınıfın meşruiyet bulup ezilmişlikten ve horlanmışlıktan kurtarılması, kamusal imkanlardan ve hizmetlerden hak ettiklerine kavuşturulmasıysa, bunun adını doğru koymalıyız. Bu süreç ileriki dönemler için ‘tedricilik” olarak yorumlanacak olursa “başı yanlış olanın sonu nasıl doğru olur” diyebiliriz.
Türkiye’de muhafazakar sınıfın iktidarı, sonuç olarak orta alt sınıfın para, konut, sağlık, eğitim, kentlilik, sigortalı işçilik, orta halli sermayedarlık, iyi bir gelecek gibi taleplerine cevap vermekle neticelenecekti, öyle de oldu. Halkın gerçekte asıl sahibi olduğu halde talep edemediği için daha öncekilerin vermeyip esirgediği kamu kaynaklarına ulaşmayı kolaylaştırmak, kamu hizmet ve imkanlarını tabana yaymak olacaktı, öyle de oldu. Buna rağmen unutulmamalı ki sermayenin egemen olduğu dünya sistemi eninde sonunda bütün bunların faturası, başka bir hayat tarzına dönerek geriye yansıtılacaktır!
O halde sorulmalı: Dünya hayatında var oluş gerekçesini başkalarının ellerinde olanları sistemin mekanizmalarını, tanıdığı imkanları kullanarak elde etmenin bedeli nedir? Mahrumiyeti ve eksikliği sayısal ve maddi çoklukta görmenin İslam’da karşılığı nedir? Çokluğa ve güce kavuşarak ne yapılacaktır, neler yapılmaktadır?
Adı İslam konan bir davanın her aşaması İslam damgası taşımalıdır. Allah, inançta olduğu gibi toplumsal hayatta da ortak ve yardımcı kabul etmeyen bir Rab ve İlah’dır. O sebeple bazı aşamaları İslam, bazı aşamaları laiklik, kapitalizm, demokrasi, militarizm, ulusallık, sosyalizm damgası taşıyan bir davada İslam parçalanmış, din eksiltilmiştir. İslam ikmal edilmiş son hak din olarak Hristiyanlık gibi parçalanmayı, Yahudilik gibi özelleştirmeyi, Budizm gibi uzleti kabul etmez, seküler zihne geçit vermez.
SONUÇ OLARAK
Müslümanlar kendilerine şu soruyu sormalıdır: Bu dünya da bizim için eksik olan nedir? Biz neyin peşindeyiz, neyi elde etmek istiyoruz, nasıl? Bizim davamız nedir? İktidar olmak mı, servet biriktirmek mi, makam mı, statü mü, çevre mi, çokluk mu, nedir? Amaç bunları bir şekilde elde etmek, güce kavuşmaksa bunlara nasıl kavuşmayı düşünüyor, elde edersek bunlarla ne yapmak istiyoruz? Eksik olan neyse onu tanımlarken, onu elde ederken ortada İslam yoksa, elde ettikten sonra İslam kalır mı? Ve bu tarz ahirette işimize yarar mı?
Biz dünyayı kurtarmakla yükümü değiliz. Allah, hak etmediğimiz için bize böyle bir güç vermedi. Başkalarını kurtarmak gibi bir sebeple harama meyletme hakkımız da yok. Biz bu dini yeniden keşfedecek değiliz, doğrusu öğretilmiş bir dine sahibiz.
Biz Müslümanlar için en güzel örnek olarak gösterilen Hz. Muhammed’in Mekke’li hemşerilerinin kendisine sundukları “liderlik”, “mal çokluğu”, “kadın”, “ortaklık” gibi tekliflerini neden geri çevirdiğini burada anlatmak, kıyas yapmak da istemiyoruz. Söylemek istediğimiz şey bu iki dava arasında illet beraberliğinin olmadığıdır. Kelime-i Tevhid’in toplumsal alandaki açılımında farklılık olduğudur.
Nihayet namaz kılan, başını örten, yetiştiği çevre ve aldığı kültürel birikim sebebiyle dini kültürü ve dili kullanan insanların toplumsal meselelerde diğerleriyle arasındaki farkın niteliksel değil niceliksel olduğu söylenmelidir. Dava denen şey her aşamada sadece İslam damgası taşıyorsa onun adı İslam davası, İslam’la birlikte farklı damgaları taşıyorsa başka bir dava olduğu anlaşılmalıdır. İslam ve dava kelimeleri yan yana geldiğinde bunu Hz. Peygambere bakarak kıyaslayacaksak bu böyledir. Sizce de öyle değil mi?
Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir