Bu Dünyanın Son Beş Yüz Yılı

Bu Dünyanın Son Beş Yüz Yılı

EN TEMEL MESELE
İnsanlığın başından beri en büyük ve en temel meselesi “yönetici kim olacak, yönetilen kim olacak” sorusunun meşguliyeti ve bu sebeple çatışması olmuştur. Bu mesele halledildikten sonra kurulan statüko toplumsal ve devlet çapından başlayarak uluslararası düzeyde oluşur, bunun devamını sağlamak üzere diğer ikinci önemli meselenin çözüme kavuşturulmasına sıra gelir: “Bu statükoya kimler itaat edecek, kimler itiraz edecek.” Birbirini tamamlayan bu iki temel meseleden geriye kalan diğer tüm insanlık meseleleri teferruattır, temel meselenin çözümüne göre halledilecek işlerdir.
Müslümanlar bakımından belirtmeli ki bu mesele, insanlar arasında yönetici olarak üstünlük taslanacak bir mesele olmayıp “itaatle” ilgili olduğu için doğrudan itikadi bir meseledir. İmani açıdan var oluş yok oluş meselesi, dünya hayatıyla alakalı bir tercih meselesidir. O sebeple bu temel meselede verilen cevaba ve takınılan tavra göre de bir iman küfür çatışmasıdır.
O halde bu meselede iki kategorik cevaptan bahsedilir: İnsanlar ya Allah’a itaat ederek, Allah’dan gelenlere göre kendilerini küfürden, şirkten ve günahlardan arındırıp hayatlarını ve dünyalarını salih amel çerçevesinde benzerleriyle organize olarak İslami bir düzene sokarlar. Ya da kendi inandıkları ve bildikleri gibi organize olarak hayatlarında ve dünyalarında daha farklı bir düzen/küfür düzeni kurarlar.
İnsanlar yaratılıştan bu yana, başından beri bu temelde ayrıştılar. Bu temellere uygun bir dünya sistemi, bir dünya düzeni kurdular. Bu sebeple hep çatışmalar çıktı, süregelen savaşlar yapıldı. Bir belde de hükümranlık elde edenler ya da ithal edenler gerek içerde ve gerekse uluslararası alanda ittifaklar kurdu, daha da güçlendi. Dolayısıyla kurulan uluslararası ittifaklar bir statüko belirledi, içte ve dışta güvenliği, statükonun geleceğini teminat altına aldı.
İster yerel ister uluslararası düzeyde olsun statüko bir kez kurulduktan sonra liderliği ele geçirenler kendi aralarında hiyerarşik bir karar merkezi oluşturdular, bu sayede uluslararası sistemin bozulmasına izin vermediler. Buna karşılık bu statükoyu bozmak ve başka bir sistem ve statüko kurmak isteyenlerse, mücadeleyi bırakmadılar. Bu çerçevede de itaat edenler ve itiraz edenler meselesi söz konusu oldu… Dünya devranı böyle döndü, dönüyor.
Siyasal tarihçilere göre bilinen 7000 yıllık insanlık tarihinden bu güne kadar ortalama olarak her bir yüzyılın 87 yılı savaşlarla, 13 yılı barış dönemleriyle geçmiş. Bunun anlamı statükoyu kurup koruyanlarla statükoya itiraz edip yeni bir statüko kurmak isteyenlerin bu işten vazgeçmediği gerçeğidir.
İnsanlık tarihinde son 500 yıl ilginçtir, bir kez kurulan bir statüko var ve bu statüko yıkılamıyor. Statükoyu kuranlardan savaşlarda yenilerek geri çekilenler var ama kurulu statükoyu güçlendirerek aynen devam ettirenler de var. Statükonun bayrak yarışında aktörler değişiyor ama bu statüko ayakta duruyor, tutuluyor ve değiştirilmiyor.
Yapılması gereken nedir de yapılmıyor ki yeni bir dünya düzeni, başka bir dünya sistemi kurulamıyor. Hemen herkesin şikayetçi olmasına, bu düzende zulüm, haksızlık, yalan, aldatma ve kepazelik var demesine rağmen onca zamandır bu statüko nasıl ayakta duruyor?
Dünya hayatını bir imtihan yurdu olarak tanımlayan Müslümanlar için, Allah’dan gelenlere göre kendini arındıran müminler için, dolayısıyla küfür ve şirk inancı temelinde kurulu bu zulüm düzeni ve statükosuna organize olarak itirazı olanlar için, bu meselenin ne olduğu doğru anlaşılmalı, sonra da bu düzenin ve sistemin neden değiştirilemediğinin cevabı doğru verilmelidir.
Hemen belirtilmeli ki bu uluslararası düzen ve dünya sistemi değiştirilemez, bu statükoyu ayakta tutan ve geçerli kılan yönetici grubu alaşağı edilemez mi? Son 500 yıl ve böyle giderse gelecek on yıllar bir kader de buna teslim mi olmalı?
Hayır, zinhar hayır. Elbette bu düzen değiştirilebilir, bu sistem yıkılabilir, liderleri alaşağı edilebilir ve bunun yerine yeni bir inanç grubu, yeni bir organizasyon ve yönetici grubuyla birlikte başka bir dünya sistemi, başka bir statüko kurulabilir. Şimdiki sistemi ve statükoyu kuranlar ve yürürlükte tutanlar insanüstü varlıklar değilse, insanüstü güçlere de sahip değillerse, bunlarda var olan inanç ve irade yeni bir organizasyonla mevcudu değiştirmek isteyenlerde de varsa, mesele yoktur.
SON BEŞ YÜZ YILDA NE OLDU
Son beş yüz yıl var ki devletler, hükümetler ve dolayısıyla bunların güdümündeki ordular din uğruna, dini amaçlı ve yöntemli bir savaş yapmadılar. Genel manasıyla insanlar imkanlarını ve canlarını dinleri ve dini inançları uğruna vermediler. İnsanlardan verdiklerini sananlardan sağ kalanlarsa savaşların sonunda maksatlarına uygun, dine ayarlı bir düzen kurulmadığına şahitlik ettiler. Peki devletler ve hükümetler orduları aracılığıyla insanların imkanlarını ve canlarını ortaya sürerken neyi murat ettiler o halde? Bu günkü deyimiyle ve beşyüz yıl boyunca demokrasi, insan hakları ve kapitalist serbest ticarete geçmek için.
Son beşyüz yıllık savaşların hemen hemen hepsi bu değerler uğruna yapıldı, insanların imkanları ve canları bu değerler için feda ettirildi. Bunu ben söylemiyorum, siyasi tarihler söylüyor. Siyasi tarih okuyucuları bu bilgiye aşinadır. Bu değerler ne ifade ediyordu ki bu kadar cazip oldu, bu değerlerin peşine düşüldü, statüko bunca zamanlar ayakta tutuldu?
Burada bir parantez açıp bu bilgiden hareketle hakikate dair bir şey söylememiz icap eder. Din, devlet işlerine karışmamalı, devlet herhangi bir dinden olmamalı, her dine eşit mesafede durmalıdır aksi halde din adına iç çatışmalar çıkıyor, uluslararası düzeyde din savaşları yapılıyor, devletler ve hükümetler yıkılıyor diyenler; laikliği baş tacı edenler; son beşyüz yıl gerçeğini göz ardı ederek ne demek istiyorlar o zaman? Bunlar demokrasi, insan hakları ve kapitalist serbest ticareti yüceltmek, bu günkü dünya sistemini ve statükoyu korumak için yalan söylüyorlar. Küfür ve şirk temelli mevcut statükoyu, zulme dayalı dünya düzenini korumak ve yaymak için insanları aldatıyorlar. Zira varlık gerekçelerini ve geleceklerini bu düzene borçlu olduklarını sanıyorlar. Bu gibiler şayet ahmak ve aptal değillerse, gaflet ve dalalet çukuruna düşmemişlerse, bilinmeli ki statükonun gönüllü ya da kadrolu ajanlarıdırlar.
NEDİR BU DENLİ CAZİP OLAN
Nedir bu son beş yüzyılda uğruna savaşlar yapılan, imkanlar ve canlar feda edilen, temsil eden devletler ve hükümet liderleri değişse de aynı düzeni, aynı statükoyu korumak için devletler ve hükümetler yıkıp yoluna devam eden, insanları köleleştiren ve öldüren, tüm dünyanın doğal kaynaklarını soyup soğana çeviren şey? İdeolojik olarak sunulana bakılırsa, yönetim biçimi olarak demokrasi, inanç ve hukuk yapısı olarak insan hakları ve iktisadi sistem olarak kapitalist serbest ticarettir. Bu üçlünün temsil ettiği, tüm dünyaya sunulan ve egemen kılınan bu üçlü propagandanın arkasında gizlenen asıl gerçek nedir?
Kestirmeden cevaplanacak olursa son beşyüz yılın idealleri: İlerleme, tekamül, terakki, teknoloji, sanayileşme, fabrikalar ve işletmeler kurma, parayı en üstün değer yapıp finans kurumları ve borsa sistemi oluşturmaktır. Bu birikime ve güce sahip olanların sınırları aşıp serbestçe hareket etmesi için güçlü ordulara, toprağa, hayvanlara, ağaçları yok eden öldürücü silahlara sahip olmaktır. Toplumları endüstriyel sosyal yapıya, insanları tüketiciye dönüştürüp kalkınma, refah ve haz peşine düşen varlıklar icat etmektir. Velhasıl “insanca” yaşayabilmek için bunlara sahip olmak gerektiğini propaganda edecek, insanları buna inandıracaksın.
Devletler ve hükümetler bakımından güce kavuşmak için bu araçlara sahip olmak, gerekli aşamaları geçmek, elde edilecekleri bir değer ve üstünlük vasıtası olarak kabul etmektir. O sebeple insan teki ve millet bütünü olarak bu hedeflere ulaşmak, Batılıların eriştiği bu imkanlara sahip olmak için var gücünü kullanmak, o aşama için mücadele etmektir. Dünyevi planda yarışa bu alanda, bu kurallara göre girmektir. Tıpkı Batılılar gibi bu hedeflere ulaşıp güçlü devletler, güçlü ekonomiler, güçlü ordular kurmak, istila edilmemek için istila etmektir.
Ne yapılacaktır bu gösterilen hedeflere ulaşarak? Ele geçirdiği maddi güç ve imkanlara kıyasla görece zayıf kalan, kendi halinde yaşayan, kendine yeterli iktisadi araçlara ve siyasi yönetimlere sahip olan ne kadar ülke, devlet, millet varsa, hissene düşen kadarıyla onları işgal edecek, parçalayacak, sömürmeye ve yönetmeye hakkın olduğunu düşüneceksin. Kendini haklı çıkartmak, insanları aldatmak ve zihinleri çelmek için kendinden geride kalanları, zayıf durumda olanları gerici, ilkel, barbar, yobaz, üretemez ve yönetemezler olarak niteleyip kurtarıcı misyonu üstleneceksin. Dünya cennetini var etmek için mehdi olacak, ahiret cennetinden vaz geçeceksin… Kurtuluş yolu olarak da evvela demokrasi, insan hakları ve kapitalist serbest pazar ekonomisine öncelik vereceksin.
Maddi ve mali açıdan görece daha zayıf ülkeleri, kendi halinde mutlu insanların sosyolojisini, psikolojisini, iktisadını, eğitimini, siyasetini bozacak, toplumsal dokusunu parçalayacak, varlıklarını ve imkanlarını çökertecek, sonra da kurtarıcı misyonuyla kendine mahkum ve hizmete muhtaç kılacaksın. Tapulu malın gibi üzerlerinde tasarruf edeceksin. Kaynaklarını sömürerek soyup soğana döndüreceksin. Erkeklerini köle, kızlarını cariye yapacak, topunu birden hizmetçi gibi kullanacaksın. Direnenler olursa ya satın alacak ya da öldüreceksin.
Elbette bu düzeni bir dünya sistemine çevirecek, zorbalıkla korunan, savaşlarla tahkim edilen bir statükoya ve hiyerarşiye dönüştüreceksin. Bu statükoyu ayakta tutacak işbirlikçilerini satın alacaksın. Çünkü sende para ve imkan çok, yoksullaşan ve ihtiyaçlı duruma düşürülen diğerlerinde azdırılacak tamah ve hırs çok.
KİM BUNLAR VE NE YAPTILAR
Tarihçilerin ortak ifadesine göre denizlere hakim olan, deniz ticaretinde ve taşımacılığında öne geçenler. Sonradan savaş gemileri ve havadan bombalama konusunda da üstünlüğü ele geçirenler. Bunlar verimli arazilere, uygun iklimlere sahip olmadıkları için denizlerde çare aradılar ve mecburen parasal sisteme dayalı ticari bir düzen icat ettiler. Akdeniz’den başlayarak Okyanuslara açıldılar.
Ülke adlarıyla başlangıç ve nöbet değişim sırasına göre İtalya, İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, Japonya, ikinci dünya savaşından sonra hepsinin temsilcisi olarak Amerika ve Sovyetler birliği. 1960’lardan sonra yeniden güçlenen Avrupa birliğine dahil bir kaç ülke ve Çin. Bunlar kendi içindeki rekabette acımasız, geri kalan dünya ülkeleri için hepsi birlikte vahşi ve saldırgan. Aynı zamanda kendi ülke insanlarından zayıf olanlara, mahrum bırakılanlara da aynı muameleyi yapıyorlar.
Yani sınırlı sayıda sanayileşmiş, kalkınmış, teknolojik üstünlüğe sahip olmuş, karlı işlerde tekelleşmiş, finans alavere dalavereleriyle parayı biriktirmiş, çoğaltmış, öldürücü silahları ve teknik donanımlı ordusunu kurmuş ülkeler.
Bunlar parayı, reel ve mali gücü hükümran kılan, tek geçerli değer, tek üstünlük aracı ve tek ölçü yapanlardır. Toprağı asli özelliğinden kopartarak maddi sermayeye dönüştüren Roma’dan sonra ticaretin ve paranın ilahlığını yaratanlardır.
Bunlar ne yaptılar? Akdeniz kıyısındakilerle başlayıp okyanus kıyısına komşu olan Batı Avrupa ülkeleri, periferiden merkeze doğru altın, gümüş, metal, bakır, kalay, iplik vs gibi kıymetli hammaddeler ve envai çeşit tarım ürünlerini, köleleştirdiği insanlarla birlikte liman kentlerinde kurulu ticaret merkezlerine, daha sonra da sanayileşmiş kentlere taşıdılar. Bu sirkülasyondan çok para kazandılar. Tefecilikle paraları çoğalttılar. Finans piyasası kurarak ticarete hakim oldular. Sonra da sanayileşerek, endüstriyel üretime geçerek teknik ve teknolojik üstünlüğü elde ettiler ve mali-reel ekonomide tekelleştiler.
 NEDİR BU SİSTEMİN ESASI   
Bu sistem iki temel esasa dayanıyor. İlki, paranın hükümran olması, paranın kurallarının tek geçerli değer kılınması. Her şeyin ölçüsü, her ilişkinin karşılığı parasal ölçüdür. Dolayısıyla paraya sahip olanlar yönetici, olmayanlar yönetilenlerdir. Batı beş yüzyıldır parasal birikimi sağladı, en karlı işlerde kullanarak belirli ellerde biriktirdi ve tekelleşti.
İkinci temel esas, para karşılığı ücretle çalışacak emek piyasasının oluşması. Emeğinden ve bilgisinden başka satacak ve geçinecek başka bir şeyi kalmayanların para karşılığı çalışmak zorunda bırakılması. Bir süreç dahilinde geçimlik işleri ve kendine yeter halleri kasten bozularak sanayi ve ticaret merkezi yapılan kentlere yığılmak zorunda kalan insanlar, ücretli emek piyasasını oluşturdular. Doktor, mühendis, eczacı, kunduracı, kasap, berber, dokumacı, terzi, boyacı ve en çok da tarlasında çalışan köylü, hep birlikte parası olanlara emeğini ve bilgisini satarak geçinmek zorunda bırakılan işçi oldular. Biz gibi nadir ülkelerde bu sınıf biraz gecikerek oluşuyor, ama dahil olunan sistem gereği tamamlanacak.
Bizde bu sistemin ve düzenin pek anlaşılamaması, geleneksel yapının çözülmeye karşı direnmesindendir. Dolayısıyla para ve sermaye deyince biz de birkaç dairesi, bir iki arabası, bankada biraz mevduatı, orta halli bir işi olanlar anlaşılır. Oysa değildir ve bunlar çok çok iki nesil sonra ellerindekileri kaybedecek ve işçiye dönüşeceklerdir. Rantla veya haksız ve kolay yoldan elde edilen bu birikimler, üretime dönemeyeceği, dönse de yeterli sermayeye,  teknolojiye ve pazara ulaşamayacağı ve rekabete dayanamayacağı için çarçur edilecekler.
Bunun tipik örneği bize benzeyen ülkelerden oldukları halde atılım yapmış ve bizim önümüze geçmiş Çin, Hindistan, Kore, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkelerden belirli aşamada kalkınmış ve zenginleşmiş olanlarda nüfusun yüzde biri, bunlara danışmanlık yapan uzmanların elde ettikleri yüzde dörtlük payla birlikte milli gelirlerin çoğunu, geri kalan yüzde doksan beşininse azını aldıkları yani yüzde doksan beşin işçi oldukları gerçeğini göstermektedir. Bu hal görece iyileştirilmiş, ilk yüzde beşlik dilimin ardından gelen ikinci, üçüncü ve dördüncü yüzde beşlikler sıralamasıyla alt alta dizilmiş haliyle Amerika’da, Japonya’da, Fransa’da, İngiltere’de ve Almanya’da da böyledir.
Türkiye’de bu gelir farkının gizlenmesi için yüzdelik dilimler, yüzde yirmilik oranlar halinde beş kategoride açıklanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de 1 milyar dolar ve üzeri “toplam” servete sahip olan 35 kişinin 34 milyon insanın toplam/yıl gelirine, 1 milyon dolar ve üzeri “nakit” mevduata sahip olan ikiyüz bin kişinin 75 milyon insanın toplam/yıl gelirine eşit olduğu gerçeği, yüzde yirmilik gelir dağılımı dilimleriyle örtülmektedir… Dünya sistemi budur, dünya düzeni budur, statüko bunu gerektirir.
SON SÜREÇ NEDİR
İki kutuplu dünya denen, ikinci savaşla başlayıp soğuk savaş dönemi olarak da adlandırılan zaman diliminde, dünya “Doğu-Batı” bloku olarak ayrışmış, liderleri Amerika ve Sovyetler birliği egemenliği ele geçirmişlerdi. Dünya savaşlarının mağlubu Batı Avrupa ve uzak doğu ülkeleri bu devrede yönetilenler kategorisindeydi.
İki süper güç arasındaki güç dengesinin bozulmaması ve aleyhte gelişecek yayılmacılığı önlemek için Avrupa’nın güvenliği ve kalkınması yeniden gerekli olunca 1960’larda başlayan, 1975 Helsinki antlaşması (Amerika, Kanada ve Sovyetler de taraftı) ile Avrupa ülkelerinin güvenliğini temin eden nihai sınırları belirlendiğinde, yeni bir bloklaşma başladı. Bu devreden sonra yönetim hiyerarşisi yeniden belirlendi ve dünya “Kuzey-Güney” olarak yeniden parsellendi. Kuzey yönetenleri, Güney yönetilenleri oluşturdu. Bilahare Japonya ve Çin’in de Kuzey’e katılmasıyla 21. Yüzyıla tek dünya ya da globalleşme adıyla girildi. Son duruma çok merkezlilik diyenler de oldu.
 BU SÜRECE NASIL GELİNDİ
1648 Westafalya antlaşmasını baz alırsak geriye doğru 150, antlaşmadan ikinci savaş sonuna kadar 300, savaştan günümüze kadarki 60 yıllık zaman dilimi, dünyanın kabaca son 500 yüz yılını karakterize ve domine eden tarih dilimidir.
1648’e kadar geçen süre, Batı Avrupa’nın tek tek kendi içinde sanayileştiği, teknolojiyi geliştirip endüstriyel üretime geçtiği dolayısıyla kalkınmada ve silahlanmada öne çıktığı dönemdir. Ticaret bu ülkelerde büyüdüğü ve geliştiği için para bu devrede bu ülkelerde birikti, karlı işlerde çalıştırılarak belirli ellerde birikmesi ve tekelleşmesi sağlandı. Bu devre aynı zamanda yerli tüccarların diğer ulus tüccarlarından korunması için ulusal sınırların belirlendiği, ulus devletlerin kurulduğu, ulusal toplum bütünlüğünün de sağlanmaya çalışıldığı devredir.
Westafalya anlaşması, sanayileşmiş, kalkınmış, maddi güce ve öldürücü silahlarıyla donanımlı ordulara sahip olmuş ve dolayısıyla geri kalan dünyaya göre arası kapanmayacak ölçüde güçlenmiş Avrupalıların kendi aralarında yaptığı “güvenlik ve işbirliği” antlaşmasıdır. Aralarında güç dengesine göre bir hiyerarşi belirlenmiş, rakiplerin birbirlerinin sınırlarına ve çıkarlarına dokunmaması kararlaştırılmıştı. Genel olarak bu anlaşmaya uydular.
Bu antlaşma neden yapılmıştı? Kendi içinde güçlenen Avrupa, dünyayı sömürmeye çıkıyordu dolayısıyla arkasını sağlama almak istediği içindi. Bu antlaşmayla dünya parsellere ayrıldı, her birisi hissesine düşen ülkeleri, kaynakları, insanları emperyalist amaçlı sömürmek ve talan etmek üzere harekete geçtiler. Bu işlerde gerekirse kendi aralarında dayanışacaklardı… 1648-1944 arası devam eden bu devrede Batı Avrupalılar yöneten, geriye kalan tüm dünya yönetilenler statüsündeydi.
İngiliz (Hollanda, Belçika, Danimarka, İspanya, Portekiz daha çok ticaret) ve Fransızlara kıyasla daha sonradan sanayileşip kalkınan, ulusal bütünlüğünü geç sağlayan ve bağımsızlığını kazanıp güçlenen Almanya, Japonya ve İtalya, kendilerinden önce parsellenmiş dünyadan pay isteyince Avrupalılar kendi içinde iki dünya savaşı çıkarttılar. Bu devrelerde Amerika kendi içinde güç birliği yapıp federal bir yapı kuracak, kıta çapında gücünü gösterdikten sonra Avrupalıları gözetleyip dünyaya açılacak fırsatı kollayacak, bunu da ilk savaşta gösterecektir. Özellikle ikinci savaşta zayıflayan Avrupalılar ve Japonya savaştan güçsüzleşerek çıktığı için devre dışı kalınca Amerika imparatorluğu kurulacak, Amerika’nın desteğiyle devreye giren Sovyetler birliği de devreden çıkan Avrupa’nın yerine geçecektir.
İkinci dünya savaşı sonucunda Westefalya’nın dünyayı Avrupa ve diğerleri olarak tanımladığı statüko ve hiyerarşi devresi bitmiş, bu bağlamdaki yönetici ve yönetilenler ayırımı sona ermişti. İkinci savaştan sonra 1975’de Helsinki’de (aşağıda not 1) Amerika, Kanada, Sovyetler birliği ve Avrupa arasında yapılan antlaşmaya kadar geçen sürede dünya, Amerika ve Sovyetler birliği arasında yeniden paylaşılmış, Avrupa ülkeleri dahil yönetilenler statüsü yeniden belirlenmişti. Bu paylaşım “Doğu ve Batı” bloku olarak dünyanın ikiye ayrılması olarak da bilinir. Tarihin o devresinde Amerika ve Sovyetler birliği arasında adı konmamış bir Westafalya anlaşması bu iki ülke çıkarlarını ve güç dengelerini koruyarak yürürlükte kalmış, dünya bu ikisi arasında parsellenmişti.
1975 Helsinki antlaşmasıyla Almanya’nın doğuda kalan sınırları ilerde halledilmek üzere sürüncemede bırakılıp Avrupa devletlerinin şimdiki sınırları tanımlanmış, güvence altına alınmış, Sovyet yayılmacılığına karşı Avrupa Birliği oluşmaya başlamıştı. De Gaulle’nin ustaca manevralarıyla gerçekleşen ve düne kadar ezeli düşman olan Fransa ve Almanya, daha 1960’lare girilirken kendi arasında başlattığı kömür ve çelik anlaşmasıyla birliğin temellerini atmıştı.
De Gaulle’nin ölümüne kadar da Amerikan tarafı olduğu için İngiltere’nin birliğe üyelik başvurusu üç kez reddedilmişti. Avrupa birliği gerçekte, Avrupalıların tek tek baş edemeyeceği Amerika’ya karşı da bir birlik olmanın zorunlu sebebiydi. Fransa’nın daha 1960’da Nato’nun askeri kanadından çekilme kararı da aynı sebebe dayanıyordu.
Avrupa birliği 1990’larda doğusuyla birleşen Almanya’dan ve uydu devletleri dağılan Sovyetler birliğinden sonra dünya, Doğu-Batı bloku şeklindeki ayırımdan çıkmış, bu kez de “Kuzey ve Güney” diye yeni bir ayrıma, parselasyona tabi tutulmuştur. Başlarda Sovyetleri, son yıllarda Çin’i çevrelemek ve bunları belirli sınırlarda tutmak maksadıyla, Amerika’nın Japonya’yı güçlendirdiği ve Avrupa Birliğini desteklediği de söylenmelidir.
SON BEŞYÜZ YILDA SONUÇ
Globalleşme veya küreselleşme olarak da adlandırılan ve dünyayı Kuzey-Güney olarak parselleyen yeni statüko, gerçekte eskinin yeni aktörlerle de güçlendirilerek devam ettirilmesidir. Artık Kuzey yönetenleri, statüko koyan ve koruyanları, sömürenleri, Güney ise yönetilenleri, statükoya itaat edenleri ifade ediyor. 21. yüzyılda Kuzeyi ve yeni statükoyu temsil eden ülkeler Amerika birleşik devletleri, Kanada, Avrupa Birliği, Japonya, Çin ve Rusya’dır. Aynı sistemi koruyan, ayakta tutan bu devletler arasında da elbette bir hiyerarşi vardır.
Son 500 yılda statükoyu koyan ve koruyan devletler, zaman içinde değişip yenilense, bunların aralarına kendi bölgesinde güçlenerek yeni dahil olanlar girse de, bunlar hep birlikte o gün bu gündür dünya sistemi denen düzeni de ayakta tutanlar, yürürlükte kılanlar ve devam ettirenlerdir.
500 yıldır süren bu dünya sisteminin, siyasal düzenin, yöneten ve yönetilen ayrımının, kurulu statükonun, statükoya itaat edenlerin hepsi kendisini siyasal rejim olarak demokrasi ile, hukuk olarak insan hakları ile ve ekonomik sistem olarak kapitalist serbest ticaret ile ifade ediyor. Bunun Türkçe anlamı, ben bu statükoya dahilim, hakkıma razıyım, itirazım da yok demektir. Bu statükoya itiraz eden kalmadı mı?
İTİRAZI OLANLAR
Devletler düzeyinde, hükümetler düzeyinde yok, kalmadı. İtiraz ettiği için birleşip bütünleşmiş bir toplumsal varlık düzeyinde de itiraz yok. Yok çünkü siyasi ve iktisadi işlerini farklı bir temelde yürütmek, hukuk sistemini başka temellere dayandırmak üzere birleşen ve ortalığa çıkıp biz demokrasiye de, insan haklarına da, serbest ticarete de bu bu sebeplerle karşıyız diyen yok.
Buna rağmen şimdilik düşünüş biçiminde de olsa, hareketliliğe, imkana ve etkinliğe sahip olan statik bir potansiyel varlıktan söz etmeli. Bu potansiyelin varlığı dahi statü sahiplerini ürkütüyor. Bu sebeple statükoya ciddi itiraza kalkışabilecekleri daha baştan töhmet altına sokuyor,  “dünya barışını ve istikrarını tehdit edenler” olarak niteleyip “teröristler”, “diktatörlük yanlıları”,  “aşırı dinciler”, “şeriatçılar”, “İslam devleti kurmak” ve “İslam milleti” ni yeniden ihya etmekle suçluyor. Dinle devleti ayırıyorlar. Bu ithamlara karşı öne sürülen argümanlar ise şunlardır:
“Masumlar”, “barışseverler”, “istikrar yanlıları”, “demokratlar”, “insan hakları savunucuları”, “Kapitalist serbest ticaretten yana olanlar”, “özgürlükçüler”, “sivil toplumcular”, “parlamenter sistemi savunanlar”, “seçimi ve milli iradeyi yüceltenler” gibi ideolojik taarruzla karşı hattı muhkem kılıyorlar. Bu ifadelerin tarif ettiği çerçeveye girenler statükoyu koruyanlar, dünya sistemini arkasına alanlar ve kendi güvenliğini temin edenler olarak bir hat oluşturuyorlar. Dünya sistemi de bu hatta olanlara gereken desteği veriyor.
Karamsar bir tablo göstermek, küfre işaret eden bir ümitsizlik aşılamak gibi bir derdimiz olmadığını belirtmek için kıyametin kopmadığını, Kur’an’ın nazil olduğunu şahit göstermek isteriz. Şu halde söyleyecek sözümüz, organize olup yapacak işimiz vardır. Bunun içindir ki yukardaki statükoya dayalı hatta karşı oluşabilecek tek bir hat kaldığını bilelim. Günümüz dünyasında potansiyel olarak var olan bu hat:
“Allah’ın iradesine teslim olmak isteyenler”, “Allah’ın sözünü yüceltmek isteyenler”, “Allah’dan gelenlere göre bir İslam devleti ve dünya düzeni kurmak isteyenler” ve “toplumsal birliğini ve bütünlüğünü siyasi, iktisadi ve hukuki işlerini İslam’a göre yürütmek üzere organize olmak” için çalışanlardır.
Bunu anlamak için şöyle düşünelim: Artık sosyalizm hattı yok. Başka çeşit bir kapitalist sistem olan Sosyalist iktisadi sisteme göre oluşacak bir toplum ve devlet talebi de yok. Çin ve Sovyetlerin genel esaslarıyla Batı tipi kapitalist sisteme geçmelerinden sonra sosyalistlerin başka bir dünya düzeni ve sistemi iddiaları karşılıksız kaldı. Dolayısıyla tarihe mal oldular. Onlardan geriye kalan eleştirel düşünce tarzı ve analitik sosyolojidir.
Buna rağmen kendini değiştiremediği için alışkanlıklarını sürdürenler şimdilik çevrecilik, eşitlik, adalet, kadın hakları, sınırlar ötesi yardımseverlik, devletsizlik, cinsel ve kişisel özgürlük, hakiki demokrasi gibi sermayeye ve dünya düzenine hizmete koşulmuş işlerle oyalanan gönüllü sosyalistlerden de bahsetmeli.
Tıpkı bunlar gibi Nasyonal Sosyalist ve Faşist siyasi sistemler, bu ideolojilerin oluşturacağı başka bir kapitalist düzen iddiasında bulunanlar da yok artık. Bunlar “öcü” olarak tarihe mal oldular. Bunlardan geriye kala kala “ulusal bütünlük”, “güçlü devletçilik”, “vatanseverlik”, “vatan hainliği”, “iç-dış düşman” ve “emperyalizm karşıtlığı” gibi “idealist/romantik” argümanlar kaldı.
ÖZETLE
Şu dünyada başından beri var olan, son 500 yıldır da devam eden, zaten ve aslında iki farklı inanç, iki farklı düzen, iki farklı siyasi, iktisadi ve hukuki bir kategori ve statüko talebi ve arayışı hep vardı.
Kategorilerin ilki, insanlıkla birlikte başından beri var olanı, yönetme ve yönetilme meselesinde Allah’ı tek ilah ve tek rab kabul edenidir. Bu talep, İslam inancı ve bu inanç üzerine organize olup iktisadi, siyasi ve hukuki işlerini İslam’a göre yapmak isteyen arayıştır. Bu kategoride haketme ve takva, liyakat ve ehliyet, haram ve helal ölçüsü en yüce değer, tek ölçü aracıdır. İtaat edip etmeme bu ölçülere göre belirlenir. Toplumsal düzen bu ölçülere göre kurulur. Devlet bunları ayakta tutar.
Bu kategoride para/sermaye hükümran değildir. Mali ve maddi değerler ölçü olarak kabul edilmez. İnsanlar emeklerini ve bilgilerini sadece para karşılığı satmaz. Mali, reel ve teknolojik iktisadi güç, öldürücü silahlar, maddi ve sayısal çokluk güç sayılmazlar. Çünkü bunlar İslam karşısında bir değer değildir ve Müslümanlar nezdinde itibar görmezler. Dolayısıyla iman edenler bunların peşinden koşmazlar zira bunlar elde edilmesi gereken, uğrunda mücadele verilmesi gereken bir eksiklik değildir. O sebeple bu dünyadaki yarış da bu şartlarda ve bu alanda sürdürülmez. Bu kategoriye girenlere İslam’ın “Müslümanları” deniyor.
Diğer kategori, tüm dünyanın en iyi bildiği kategoridir. Burada para, mali ve reel iktisadi güç, endüstriyel teknoloji ilahtır. Maddi ve sayısal çokluk en yüce değerdir, üstünlük aracıdır. O sebeple bu araçlara sahip olanlar “güce” sahip olurlar. Olmayanlar bu gücü elde etmek için mücadele ederler. Elde edenler üstünlük taslarlar. Bunlara göre bu güce ulaşanlar yönetici diğerleri yönetilenlerdir.
Bu kategoride İnsan, kendi cinsinden olan insanın kurdudur. Güce ulaşmak ve daha da güçlenmek için hemcinsini aldatır, istismar eder, köleleştirir, öldürür. Bu kategoriye girenler Kapitalist serbest ticaretçilerdir. Demokratlardır. İnsan hakları savunucularıdır. Ve yakın geçmişin Sosyalist, Faşist ve Nasyonal sosyalistleridir.
SONUÇ
Kur’an nazil olduktan sonra öğrendik ki hakikat her zaman bu iki zıtlık üzerine temsil ediliyordu. Son beşyüz yılda Müslümanların tarih ve toplum dışı kalması, devletlerini ve hükümetlerini kaybetmesi, hayatı İslami değerlerle yönetemiyor olmalarındandır, kendi zaaflarındandır. En temelde inançlarına şirk unsurları karıştırmalarından, bunun sonucunda değerlerinden ve ölçülerinden uzaklaşmalarındandır.
Son beşyüz yılda “Müslüman” toplumların toplu iradesi ve talebi dünya sisteminden ve düzeninden yana olunca, statükoya itaatten taraf olunca, devletler olarak, hükümetler olarak iktisadi sistemlerini, siyasal düzenlerini ve hukuki temellerini de İslam’a göre düzenlemekten vaz geçen topluluklar oldular. Allah’ın iradesi de kullarının bu istekleri yönünde gerçekleşti…
Buna rağmen, Müslümanların insan toplulukları arasında sosyal varlık olarak, bu devrelerde iktisaden, siyaseten ve hukuken Müslümanca var olamayışları, bu yarışın ve insanların imtihanının bittiğine delalet değildir. Zira henüz kıyamet kopmadı.
Elbette Kur’an nazil olduktan sonra öğrendik ki iman ve küfür çatışması, toplumsal düzeyde haram ve helal ölçüsünün geçerli tutulması bu dünyada, başından beri vardı, sonuna kadar da var kalacaktır. İnsanlık tarihinde 500 yıl kısa bir süredir ve bu süre artık bitmektedir. Bitmektedir çünkü ferdileşmekten, maneviyatçılıktan, ahlakçılıktan ibaret sanılan din anlayışı İslam’a evrilmektedir. Çünkü aldatmaca, işbirlikçilik, hıyanet ve gaflet alenileşmektedir. Çünkü küfür tüm şirretliğiyle açığa çıkmaktadır. Çünkü global dünyada şirk gizlenecek ve örtülecek niteliğini yitirmektedir.
Allah kendi dinin korur. Şu nesil eliyle veya bu nesil eliyle, şu kulları veya bu kulları eliyle korur. Önemli olan bu korumada kimlerin nerede, hangi hatta yer alacağıdır. Çünkü Kur’an nazil olmuştur ve hakikat artık bildirilmiştir. Her nesil kendi imtihanını verdiğine göre yeni nesiller için şafak vaktidir. Karanlıkları bitiren ve ağarmış günleri getiren Kur’an’a tabi olanlar için gün, her gün yeniden doğmaktadır.
Şu bilinmelidir ki dünyanın neresinde bir “Müslüman” varsa, orada Küffara karşı açılmış bir savaş vardır. Müşriklere karşı verilen bir mücadele vardır. Yani iman ile küfür ve şirk değerleri arasında bir çatışma vardır. Dolayısıyla müşriklerin ve kafirlerin kurdukları düzenlerine, yürürlükte tuttukları sistemlerine karşı bitmeyen bir cihad vardır. Velisi Allah olana ne gam! Ahiret cennetini dünya cennetine satmayanlara ne hüzün! “Mesele de buysa gerisi teferruattır.”
NOT 1: Helsinki nihai senedi, 30.07- 01.08 1975. Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkileri düzenleyecek kuralları saptayan, Avrupa’nın en yüksek karar noktasını oluşturan, o dönemde sosyalist kapitalist sistemler arasındaki rekabet ve işbirliği koşullarını belirleyen, yeni düzeni belirleyen antlaşmadır. Güvenlikle ilgili sorunlar, ekonomi, bilim ve teknoloji alanlarında işbirliği, insan hakları ve demokrasi konusunda üç ana bölüm (sepet) den oluşur. Üç ana bölüme ilaveten konferansın sürdürülmesi ve Akdeniz havzasında da güvenlik ve işbirliği altında altı alt başlık daha oluştu. Türkiye bu ilaveye istinaden antlaşma maddelerine “gözlemci” üye sıfatıyla ama taahhütleri kabul etmek şartıyla daha sonra dahil olanlardandır.
2. savaş sonrası çizilen Avrupa sınırlarının dokunulmazlığı ile yeni statükoyu kesin olarak belirleyen antlaşmanın esasını teşkil eden üç ana sepetteki maddelerden bazıları: Egemenlikte eşitlik ilkesinin kabulü, egemenliğin özündeki haklara saygı, kendi aralarında tehdit ya da güç kullanmama, sınırların dokunulmazlığı, devletlerin ülke bütünlüğü, içişlerine karışmama, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı, hakların ve halkların eşitliği ve geleceklerini kendilerinin saptaması, devletlerarası işbirliği…
Antlaşma iki bloklu dünyada yapıldığı için daha sonra üçüncü sepette var olan, insan hakları ve demokrasi konularında ideolojik tanım farklılığı nedeniyle ileriki zamanlarda tartışmalar ve diplomatik çatışmalar olmuştur. Kapitalist ekonomik sistemde sorun yoktu. Fakat demokrasi ve insan hakları konusu olmazsa olmaz sayıldığından güvenlik tehlikeye girer anlayışıyla doğusu batısı ile Avrupalılar arasında mutabakat sağlanmış, 1990’larda güvenlik ve savunma işini yürütmek üzere AGİK (Avrupa güvenlik ve işbirliği konferansı) kurularak bu işte çözülmüştür…
EK 1:
Geçen yüzyılın ikinci yarısında ülkeleri süper güçler tarafından işgal edilen, işgale karşı savaşan ve kazanan yoksul iki yiğit halkın direniş destanı:
Amerika, 18 milyonluk Vietnam’da 15 yıl kadar savaştı. İlk yıllarda 15 bin kadar sayıya ulaşan uzman, hava gücü bombardımanı ve deniz gücü desteğiyle, giderek 541 bin kara ordusu ve hava saldırılarıyla çullandı. Havadan 1 milyon ton bomba attı. Bombalar Japonya’ya atılan atom bombalarının verdiği zararın 100 mislisini verdi Vietkong’a. Nesiller boyu ot bitmeyecek toprak, yüzbinlerce ölü, sakat ve hastalıklı insana sebep oldu. Tüm bunlara rağmen yoksul ve yiğit Vietkong halkı direndi ve kazandı. Sonuçta katliamcı Amerika rezil oldu ve defolup gitti…
Süper güç olduğu dönemde Sovyetler birliği bir kaç bin uzmanına verdiği destekle 80 bin kara ordusu, süper uçakları, tankları, helikopterleri ve füzeleri ile 25 milyonluk Afganistan’a girdi. 8 yıl savaştı. Coğrafyaya, toprağa ve insanlara Amerika’nın Vietnam’a verdiği zararların bir benzerini Sovyetler Birliği de Afganistan’a verdi. Yoksul ve yiğit Afgan halkı direndi, savaştı ve kazandı. Sonuçta katliamcı Sovyetler birliği de rezil oldu ve defolup gitti…
EK 2:
Bu iki savaş, iki bloklu bir dünya zamanında yapıldığı için savaşan süper güce karşı diğer süper güçte direnenlere destek oldu. Bu destek şüphesiz önemlidir ama savaşın sonucunu belirleyecek olan o destekler olmadı. Savaşın sonucunu belirleyen şey inanan, direnen, güçlü ve becerikli liderlerle birlikte örgütlenen halkın kendisi olmuştur. Bunu bir kenara yazalım. Buna rağmen o kahraman halkın liderlerinin savaş başarısından sonra kendi aralarında iktidar ve güç mücadelesine tutuştuğunu, aralarında uzlaşmadığını, bu sebeple savaşta düşmanın verdiği zarara yakın zararı kendi ülkesine, kendi halkına verdiğini de bir kenara yazalım.
Geçen yüzyılın son döneminde yaşanan bu iki şanlı direniş hikayesinden çıkartılacak hisse, inancı olan, inancı etrafında örgütlenen, kendi cinsinden ve becerikli liderlere sahip olanların kazanamayacağı bir savaşın olmadığıdır. Savaşı inancı, yurdu ve geleceği için kazananların savaş sonrasında o başarıyı iktidar hırsına kapılıp paraya, ücretli emeğe ve statükoya itaate çeviren liderlerine de dikkat etmelerinin gereğidir.
Osmanlı torunları olarak benzer hali biz de yaşadık: İnançları için, yurtları için, şahadet aşkıyla istiklalleri için Çanakkale direnenler, Kut’ül Amare’de ve Medine müdaafasında dönemin süper güçlerini mağlup edenler, o savaşları kapitalist iktisadi sistem için, insan hakları için, demokrasi için yapmadılardı. Fakat sonuç değişmedi, biz de benzer akıbetle karşılaştık. Demek ki savaşmak kadar savaşın sonuçlarını aynı inanç doğrultusunda elde etmek de önemlidir. Çünkü savaşları kaybeden kafirler savaş sonrası kendi düzenlerini kurup işletecek zayıf, korkak, hırsına yenik düşecek işbirlikçi liderleri ve organizasyonları her zaman buluyor.
EK 3:
Vietnam ve Afgan halkının başarısı tüm mazlum ülkelerin ve halkların başarısıdır. Statükonun vahşi saldırılarına karşı direnişin destanlarıdır. Küçük bir ateşin koca bir ormanı yakacak cürme sahip olduğunun göstergesidir. Her şeye rağmen tüm dünyada başka bir statünün kurulabileceğinin canlı kanlı örnekliğidir. Fakat aynı zamanda bu güzel direnişlerin statüko lehine heba edilmesinin de çarpıcı ibretlik örnekliğidir.
Bu iki yiğit halkın gösterdiği direnç, azim ve kararlılık bize bir hakikati hatırlattı: Kafirlerin, müşriklerin övünüp durduğu, üstünlük ölçüsü olarak ortaya sürdüğü, zayıflata karşı caka satıp kibirlendiği değerleri, ölçülebilir, dokunulabilir ve gözle görüp gururlanılabilir maddi güçleri, paraları, teknolojileri, ateşli silahları, vahşet salan orduları, fabrikaları, bankaları, ahlaksızlık timsali kentleri, özgür insanları, gerçekte “beş para etmez” şeyler, “üç kuruş etmez” değerlerdir. Neye karşılık:
Ölçülemeyen, dokunulamayan, gözle görünemeyen inanç karşısında. Üstünlüğün sadece haklılıkta ve takvada olduğuna inanan organize toplum karşısında. Zayıf ama adil, maddeten güçsüz ama halkıyla bütünleşmiş devlet karşısında. Sadece inanmış, sadece teslim olmuş, sadece aldatılmayan ve aldanmayan Müslümanlar karşısında.
Daha ne olsun? Aldanma yeter. Beynini sulandırma yeter. İmanına şirk karıştırma yeter. Yoksulluktan, geri kalmışlıktan şikayet edip oyuna gelerek kalkınma tezgahına düşme yeter. Olmasın bankaların, olmasın borsaların, olmasın gereksiz mal üreten fabrikaların, olmasın kapitalist şirketlerin, dikilmesin plazaların, dönüşmesin kentlerin…
Ama olsun inancın. Olsun İslam itikadın, Müslümanca şekillenişin. Olsun asaletin ve izzetin. Olsun kendine yeterli iktisadın. Olsun dürüst, ahlaklı ve ölçülü liderlerin. Olsun hakkaniyetten yana hükümetin. Olsun hırsızları, başkalarının hakkına tecavüz edenleri, zayıfları ezenleri kollamayan devletin…
Daha ne olsun. Bunlara sahip ol yeter. Ahiret cennetini dünya cennetine satma yeter. İşte sana dünya liderliği. İşte sana ötekilerin taptığı değerleri, imkanları elinin tersiyle itecek güzellik. İşte sana yeni dünya sistemini kuracak ve imrenilecek düzene sahip olacak özellikler. Yetmez mi? Yeter. Fazlasıyla yeter.
Hüseyin Alan
Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir