Diktatörlük ve Suç Ortaklığı

Diktatörlük ve Suç Ortaklığı

Bir memlekette diktatörlüğe dayalı idari bir sistem olabilir. Bazı ülkelerin içine düştüğü sosyo-ekonomik kriz şartlarını fırsata çeviren idarecilerin diktatörlük hevesine kapıldıkları da görülebilir.
Diktatörlük babadan oğula geçtiği gibi askeri ihtilalle de gerçekleşebiliyor. Demokratik idareler de diktatörler çıkarabiliyor. İran’ın Şahı, Irak’ın Saddam’ı, Libya’nın Kaddafi’si, Suriye’nin Esad’ı, Suud’un Kralı klasik diktatörlük örnekleridir. İtalya’nın Mussolini’si, Almanya’nın Hitleri, Türkiye’nin Atatürk’ü, Rusya’nın Stalin’i dar veya geniş kapsamlı seçimle iş başına gelen örneklerden sayılabilir.
Diktatörler bazen iktisadi bazen siyasi bazen de askeri sebeplerin ürünü olabiliyor. Toplumsal krizlerde karizmatik bir lider arayışı da diktatör üretebiliyor. I. Dünya Savaşı ve sonrasının şartları çokça diktatör üretmiş ama ikinci savaş sonrasında klasik diktatörlük dışında kalanların çoğu tasfiye olmuştur.
Diktatörlük idaresi oligarşi denen bir avuç seçkinin ülkede her konuda tek söz sahibi veya tek karar mercii olmasıyla birlikte ortaya çıkıyor. Diktatör, her konuda tek doğruyu buyurandır. Tek hükümrandır. Buyrukları ve politikaları eleştirilmez. Ülkesinin ekonomik, sosyal, hukuki, kültürel ve insani imkânları ve kaynakları bütünüyle oligarşinin tekelindedir. Geriye kalan ahali yoksulluk, eğitimsizlik, imkânsızlık ve çaresizlik içinde yaşar, baskı altında tutulur. Oligarşi ve ona destek olan azınlık sınıfın dışında kalan sosyal grupların siyasi muhalefetine, hak arayışına, fiili direnişine fırsat verilmez. Başkaldıranlar şiddetle bastırılır, sertlikle terbiye edilir, gerektiğinde katliamlar yapılır.
Yönetilen grup sayıca daha çok, hatta isterse yönetimi değiştirecek potansiyel güce ve imkânlara sahip olsun onca baskıya, dışlanmışlığa, horlanmışlığa, fakirliğe neden ses çıkartmaz, oligarşiyi neden yıkamaz? İki temel sebep sayılabilir: İlki, toplumda korkunun dağları yol etmesi, öğretilmiş çaresizlik içinde baskı ve şiddetin bir kadermişçesine normal kabul edilmesidir. Buna bağlı olarak ikincisi, köle karakterinin ve sahtekârlığın baş göstermesidir.
Çağımızda diktatörlük heveslerini ve reel gerçekliği anlayabilmek için Kur’an kıssalarına müracaat edebiliriz. Allah, Hz. Musa’nın örnekliğiyle iki sebebe dayalı uygulamanın yanlışlığını ve bunlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini öğretmiştir.
Firavun, yönettiği ülkedeki ahaliye “en yüce rab” olduğunu kabul ettirmiş, onları toplumsal imkânların tümünü kendisinin lütfettiğine, insanların yaşamlarını kendisinin sağladığına inandırmıştır. Mısır halkı içinde asli unsurdan oligarşik yapıyı oluşturanlar bu yönetimin destekçisi, zulmünün ortakçısıdır. Halkın büyük çoğunluğu ise, Hz. Yusuf’un ardından geçen uzunca süre boyunca asaletini, kişiliğini, izzetini yitirip köleliği benimsemiş, köle olarak yaşamayı ve zilleti karakter edinmiştir. İsrail oğulları da bunlardandır. Kur’an’ın ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla toplumun iki kesimine göre bu işlerde ve hayatta Allah yoktur; unutulmuştur, devre dışındadır.
Allah, Hz. Musa’yı Firavun’a gönderirken ondan aynı zamanda hem Mısır halkına hem de İsrail oğullarına hakikati söylemesini ve göstermesini istemiştir. Hz. Musa, yönetici sınıfa Allah’ın hükümlerine itaat etmelerini teklif ederken yönetilen kesimden de kendisine tabi olmalarını istemiştir. Müstağnileşen oligarşi, kibirlenip azgınlaşan asli unsur, çağrıyı otomatik olarak reddederken köleliği karakter edinenlerden çok azı kendisine tabi olmuştur.
Zilleti, tağuta itaati kader sanan zavallılara hak olanı, izzeti ve şahsiyeti, normalde olması gerekeni yeniden hatırlatan Hz. Musa’nın örnekliği önemlidir. Kur’an, değişik açılardan ve uzun uzun Hz. Musa kıssasını anlatırken aynı zamanda tüm insanlığa benzer hakikati göstermekte ve “Müslüman’ım” diyenlere sorumluluklarını hatırlatmaktadır.
Firavunluk, ahaliyi ayrıma tabi tutup bir kısmını yücelterek abad etmek, diğerlerini bastırmak, çaresiz kılmak, aciz bırakmaktır. Bunların oğullarını ve kızlarını köleleştirmek, ülkenin tüm yükünü onların omuzlarına yükleyerek “öldürebilmek”tir. Bu muameleyi yapmaya kendisinin hakkı ve yetkisinin olduğunu düşünmektir. Çünkü Firavun karakteri, halkı doyurduğunu, iş güç sahibi yaptığını, düzeni ve adaleti sağladığını, güvenliği temin ettiğini sanmaktadır. Böyle düşündüğü ve yaptığı için de Firavunluk etmiş olmaktadır.
Bir insan Firavun olabilir ya da Firavunluğa özenebilir. Lakin ahali böyle birine Firavun muamelesi yapmazsa ortaya bir Firavun çıkamaz. Bir adamı Firavunlaştıran, bu tür yönetim tarzına, uygulanan politikalara razı gelenlerdir. Firavunluğu meşrulaştıranlardır. Firavunluğa yaşam hakkı tanıyanlar aslında bir adama verdikleri destekten ve hak etmediği halde onu yüceltmekten ve sırtlarında taşımaktan dolayı suçludurlar. Firavunluğu üretmekten dolayı suç ortağıdırlar. Gerçekte Firavunla birlikte Firavunlaşmak böyle bir şeydir.
Günümüz Müslüman dünyasında Yahudi İsrail devletine kızıp duranlar, onları ve zulmünü dillerine dolayanlar, sorumluluklarını yerine getirenler değil köleliği kabullenenlerdir. Zira kendi Firavunlarına verdikleri destekle İsrail devletini ayakta tutuyorlar. Müslümanlar Allah’ın aziz elçisi Hz. Musa’dan uzaklaşmış, onun gerçek mücadelesini efsaneleştirerek tarihe mal etmişken başka ne beklenebilirdi?
Firavunluk sistemi kapitalist serbest pazar ekonomisinin mabetleri sayılan AVM’lerde aynen yaşatılmaktadır. Tanınmış markalar AVM’lerde en iyi ve büyük yerleri TL üzerinden en ucuz fiyata kiralıyorlar. Ortak giderlere de karışmıyorlar. Buna karşılık diğerleri arta kalan ve daha küçük yerleri döviz üzerinden en pahalıya kiralıyorlar. Ortak giderleri de bunlar finanse ediyorlar. Yani büyükleri küçükler besliyor, kendi sırtında taşıyor ve yüceltiyor. Küçüklerin tek derdi var, bir an önce diğerlerinin arasına katılabilmek. Köle karakteri işte böyle yaşıyor.
Türkiye’de ortalama 200 civarı tanınmış marka var. Bunlar kendi aralarında ürün çeşitliliği olarak üçe ayrılmış durumda. Hem kendi aralarında AVM’leri paylaşıyor, hem de grup olarak pazarlık yapıyorlar. Bir grup diğer gruba rakip olmuyor. AVM sahiplerini ve diğer işletmecileri kendi lehlerine nasıl ikna ediyorlar? “Biz olmazsak buraya müşteri gelmez” diyerek! “Müşteriyi biz çekiyoruz” diyerek! Küçükler de bu masala inanıyorlar. Büyükleri büyütenlerin kendileri olduğunu hiç düşünmeden! Tıpkı köleliği toplumsal alanda karakter edinen Firavun ahalisi gibi…
Burası Türkiye. Bu ülke, ahaliyi kendilerini destekleyenler ve kendilerine karşı olanlar şeklinde ikiye ayırıp birbirine hasım ederek ülke yöneten iktidarlar geleneğine sahip. Birinden şikâyet edenler iktidara geldikleri için şikâyetçi olduklarını aynen taklit ederler. Zulme ve haksızlığa uğradığını düşünenler kendi içlerinden bir iktidar çıkartınca bu defa kendileri zalimler olurlar. Hem iktidarlar ve hem de destekçileri hep böyle olageldi. Böyle yürüdü bu işler bu memlekette.
Şu andaki iktidar sınıfı ve icat ettiği oligarşi, kendinden öncekilerden farklı değildir. Bunların da iktidar hırsı gözlerini karartmış durumda. Düne kadar şikâyetçi olduklarından farkları kalmadığı gözleniyor. Onlar bunu fark ediyorlar mı, tabii ki hayır, çünkü her iktidar gibi bunlar da nimetleri kendilerinin sağladığını, işlerin kendileri sayesinde yürüdüğünü, istikrar ve düzenin ancak kendileri sayesinde süreceğini düşünüyorlar.
Bu düşünceye sahip olmayan iktidarlar için en iyi gösterge, muhalefete düşmenin normal olduğunu -lafın ötesinde- kabul edebilmektir. Bu ise hiç olmaz. Bu iktidar da muhalefete düşmemek için akıllara ziyan işlere soyunduğuna göre, söylem doğrudur. O kadar ki, kendilerinden önceki oligarşik sınıfın vesayetinden kurtulmak için halkın kendilerine verdiği desteği dahi sırf bu sebeple yanlış değerlendirdikleri anlaşılıyor.
Demokratik sistemlerde partiler iktidar oldukları gibi muhalefete de düşerler. Seçimlerin anlamı, seçimle değiştirilen iktidar sistemi bunu gerektirir. Muhalefete düşmek bir bakıma iktidarın sırf size ait olmadığını kabul edebilmek, aynı zamanda iktidar iken yapılıp edilenlerin hesabını da verebilmeye hazır olabilmektir. Bizim gibi ülkelerde iktidardayken bu pek mümkün olmadığı için demokrasilerde muhalefetin varlığı sistemin emniyet sübabı sayılıyor. Bugünkü iktidar da dünküler gibi muhalefete düşmekten korkuyor, çünkü kuruluşundan beri iktidar olmanın keyfini sürdü, kendi oligarşisini yarattı, hesap verilebilir olmaktan uzak kaldı. İktidar olmayı ve iktidarda kalmayı ise kendine özel bir hak saydı.
Kendinden öncekiler gibi bugünkü iktidarda da hesabı verilemeyecek işlere bulaşanların telaşı ve korkusu fark edilmeye başlandı. İktidarın gereksiz yere sertleşmesi, kendi oy tabanını diğerlerine karşı konsolide edip hasımlaştırması muhalefete düşme korkusunu gösteriyor. Bürokrasiyi, yargı sistemini, ekonomik ve kültürel imkânları kendisi iktidarının ve taraftarlarının çıkarına kullanması, iktidarın baskıcı karakterini açığa çıkarıyor. Bu korku, doğal olarak iktidarı diktatörlüğe sürüklüyor. İktidar sınıfı ve taraftarları ise bunu görmek istemiyorlar.
Bir memlekette “adalet” denen mekanizma bozulursa o memlekette toplumsal geleceğe dair tartışma başlar. Bu tartışma, toplumun, birliğini sağlayan bileşenlerine ayrılması riskini üretir. Bu şartlarda başka şeyler devreye girebilir, hiç istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Adalet duygusu, ister Liberal, ister Marksist, isterse Faşist manada olsun toplumu ayakta tutan temel direktir. Bu direk çökerse toplumsal çözülme ve dağılma mukadder olur. Bu riski bir süre diktatörlükle engelleyebilirsiniz ama bu sefer de iç savaşı engelleyemezsiniz. Türkiye en son 28 Şubat’ta yaşadı bu süreci. Şimdi benzer bir sürecin arifesindeyiz sanki. Olan bitenden hiç ders almamış gibiyiz.
Bu iktidarın muhalefete düşmekten ve hesap vermekten korktuğu, iktidarı da “babasının mirası” sandığı için riskli bir yola saptığını, bu sebeple adalet mekanizmasıyla oynadığını söyleyebiliriz. Bu gidişat hayra alamet değildir. Şom ağızlı olmadığımızı göstermek için son yıllarda vuku bulan birkaç hadiseyi hatırlayalım:
Kemalist vesayeti ayakta tutan askeri bürokrasiyi geriletmek, vesayetin ekonomik, ideolojik, kültürel, sosyal ağını ve mafyatik ayağını parçalamak için harekete geçildiğinde “Ergenekon”, “Balyoz” gibi cunta yapılanmaları adıyla, “yabancı ülkeler lehine ajanlık” gibi suçlamalarla bir sürü insan yargı önüne çıkarıldı. “Suçlular” kamuoyuna takdim edildi. Beş yıldan fazla süren davalarda kurunun yanında yaş da yandı. İnsanlar mağdur edildi, aileleri, yakınları perişan edildi, gelecekleri karartıldı… Sonra ne olduysa oldu, ne ittifaklar kurulduysa kuruldu ve ülkeyle, toplumla ve insanlarla dalga geçercesine bu davalar birden “yok” hükmüne sokuldu. Herkes beraat etti. Hiçbir şey olmamış gibi her şey sil baştan eskiye döndü! Gerçeklikle, akıllarla, adalet duygularıyla oynandı. Bu bir illüzyon muydu?!
Dört bakan ve çocukları ve bazı üst düzey yöneticiler yolsuzluk ve rüşvet işine karıştıkları için haklarında şayia çıktı. Polis baskınları oldu, deliller, ses kasetleri ve görüntüler ortaya çıktı. Bunların mahkemelere gidip aklanması gerekiyordu ama kısa bir süreç sonunda hiçbir şey olmamışçasına olaylar kapatıldı. “Deliller uydurma” dendi, “Bu bir darbe girişimi” dendi, “Paraları baskın yapanlar oraya koydu” dendi. Ardından rüşvet verdiği ve aldığı söylenen kimseleri aklayan mahkemeler, paraları faizleriyle birlikte zanlılara -sanki paraların sahipleriymişçesine- iade ettiğinde dahi ses çıkmadı. Nasıl olduysa oldu, iktidar sınıfı aklanıverdi birden! Hangi gerekçe rahatlatır vicdanları?!
“Paralelci” olduğu iddiasıyla bir hâkim verdiği bir karardan dolayı tutuklandı. Yargı mensubunun tutuklanması nadir bir örnekti ama diyelim ki olabilir. Ama bu hâkimin doktor olan eşi iktidar sınıfının işlettiği bir fakülte hastanesinde işten atıldı. Aynı gün. Ailenin çocuğu da o kurumun kreşine alınmadı. Hâkim, düne kadar iktidarın en güçlü müttefiki olan yapıya mensuptu, bugün “düşman” ilan edilen sınıfa “terfi” etmişti! Suçludur ya da değildir ancak kişiyle birlikte onun çoluk çocuğunu da cezalandırmak, perişan etmek nasıl bir şeydir, nasıl bir zulümdür, hangi gerekçe bunu aklar?
Deniz Feneri olarak bilinen bir dava vardı, yurt dışından toplanan yardım paralarının Türkiye’de yolsuzluk yapılarak zimmete geçirilmesiyle ilgiliydi. Davanın Almanya’da görülen bölümünde sanıkların tümü mahkûm edilmişti. Almanlar davayı “yüzyılın yolsuzluk davası” olarak duyurdular dünyaya. Davanın Türkiye ayağındaki sanıklarının tümü başından beri iktidar sınıfındandı. Hepsi beraat ettirildi. Vicdanlar kararmış, gözler körelmiş, akıllar tutulmuş olmalı. Onca şaibe, suç ortaklığı, pespayelik bu kadar kolayına kapandı mı yani?! Hangi gerekçe bu aklamayı onaylayabilir?
Son örnek, Meral Akşener olayı. Meral Hanım, seviyeli muhalefet eden, ciddi, edepli, tutarlı bir siyasiydi ama neticede muhalefet kanadındaydı. İktidar sınıfının TV’lerinden birinde, cümle âlemin gözüne sokarcasına, bu hanımefendinin kişiliğiyle, ahlakıyla, iffetiyle oynandı. Bütün ülkenin aklına, hafızasına, namusuna hakaret edercesine oynandı üstelik. İğrenç bir gösteriydi. Bu ülkede kamu vicdanı burkuldu, iktidar yönlendirmesi dışında kalanların tümünün yüreği acıdı. İktidar sınıfının herkesi susturma gayretkeşliği ve ciddi olanlara karşı intikam hissi buralara kadar nasıl gelmişti? Burası bir Şeriat ülkesi değil, o nedenle bu tür fitne fesat işlerinde Allah’ın “Dört şahit getirin” emrini de arayamayız. Amma velakin en azından bu olayda “Müslüman’ım” diyenlerin herkesten evvel ayağa kalkıp “Bu kadar da olmaz!” demeleri gerekmez miydi? Bu nasıl bir duyarsızlıktı, körlüktü?
Bu örnekleri nasıl açıklayacağız? Bunların iktidar sınıfı dışında kalanlarca makul bir izahı var mıdır? Bu gelişmeler, henüz bilinmeyen daha nice gelişmelerin ortaya saçılıp dökülen parçaları mıdır yoksa? Yahut bundan sonra olacaklar için birer ön uyarı mıdır? Her seçim döneminde kendine bir şekilde düşman üreterek iktidar olmayı becerenler, bu işi nereye kadar götüreceklerini sanıyorlar? Sırf iktidar için ülkeye, topluma, geleceğe karşı bu denli duyarsızlığın ne türden bir açıklaması olabilir? Toplumun temelleriyle oynandığı fark edilmiyor mu?
Yukarıda verilen seçmece örnekler özelinden bakılınca, sonuçları itibariyle bunların hangi hukukta, hangi kitapta, hangi törede yeri vardır? Hangi vicdan, hangi gönül, hangi akıl ne adına kabul edebilir bunları?
İktidar çevresi körleşti, iktidar hırsı ve menfaatler gözlerini kararttı, diyelim! Ya da örtülecek suçlar çoğaldığı için onları örtme adına fahiş hatalar başladı, diyelim! Veyahut oligarşi hırsa kapıldı, iktidarı paylaşmak istemiyor, rakiplerinden böyle çirkin yollarla kurtulmak istiyor, diyelim. Daha önce gelip geçen tarihi örnekleri gibi… Ama cevap isteyen sorular burada. Öncelikle bu iktidarın oy tabanına ne oldu? Bu tabandan iktidarı uyarması gereken, iktidarın önüne çıkıp ona engel olması gereken seçkinlere ne oldu? Bu denli suskunluğa karşı bunların sus payı nedir?
Son söz, iktidara destek olan muhafazakâr veya mütedeyyin sınıf içinden “İslamcı” olanlara:  Güya Kemalist vesayeti yıktığı için iktidara destek deklarasyonları yayınlayanlar ve çarşaf çarşaf “milli irade” ilanları verenler, ne oldu size? Siz neden susuyorsunuz? Siz de mi suç ortaklığı içindesiniz? Eskiden örtülü ödenekle finanse edilen “İslamcılar” vardı, şimdi hazineden ve belediyelerden yağmaya ortak oldukları söylenen “İslamcılara” mı geldi sıra? Bunlar bu sebeple mi sus puslar?
Güya vesayetçiler beraat ettirilirken, yardım paraları zimmete geçirilirken, yolsuzluklara sessiz kalınırken, iffete ve izzete haksızca saldırılar yapılırken ses vermeyen “İslamcıların” İslamcılığı bu kadar mıydı? Vicdanlar ne çabuk kirlendi, değerler ne çabuk harcandı böyle?
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir